Sömürü yaşama hakkı hukuk ve ahlak-Mehmet Uysal

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Giriş

İnsanlık tarihi, bir anlamda sömürü ve zulüm tarihidir. Birbirlerinin yaşam alanlarına el koymak, birbirlerinin işgücüne hükmetmek, birbirlerinin zenginliklerini talan etmek için zor kullanmak, savaşlar, istilalar, katliamlar, soykırımlar, işkenceler insanlığın yaşamından hiç eksik olmamıştır. Sömürü, sadece bir toplumun başka bir toplumu kendine bağımlı kılması suretiyle “toplumlara dışsal” değil, aynı toplum insanları arasında bağımlılık ilişkileri kurulması suretiyle “toplumlara içsel” olarak da yaşanmıştır. Bir toplumun başka bir toplumu kendine bağımlı kılması, sonuçta tâbi toplumun insanlarının hâkim toplumun insanlarına bağımlı kılınması olarak gerçekleştiğinden, toplumlara dışsal sömürü de son tahlilde insanlar arasında ya da toplumlara içsel olarak yaşanır.

Kuşkusuz insanlık tarihi, sadece bir sömürü ve zulüm tarihi değil, sömürüye ve zulme karşı mücadele tarihidir de. Karşılaştıkları sömürü ve maruz kaldıkları zulüm karşısında, insanlar çoğunlukla elleri kolları bağlı oturmamış, mücadele ederek direnmişlerdir.  Toplumsal yaşamın erken çağlarında, sömürü ve zulme karşı mücadele, doğrudan fiziki güç kullanılması şeklinde olmuşken, toplumsal yaşamın giderek karmaşıklaştığı ileri çağlarda, fiziki mücadele yanında fikir mücadelesi de gerekmiştir; hatta zamanla, fiziki mücadele, fikir mücadelesine tabi hale gelmiştir. Çünkü toplumsal yaşamın gelişimi sürecinde, insan ilişkileri giderek çok katmanlaşıp karmaşıklaşmış; buna bağlı olarak sömürü ilişkileri ilk bakışta görünmez hale gelmiştir. Örneğin köleci ve feodal toplumlarda, insanın insana bağımlılığı ve bunun sonucunda sömürü gözle görülüp elle tutulurcasına göz önünde iken, insanların hukuken eşitliği ilkesi nedeniyle kapitalist toplumdaki sömürü ilk bakışta görülemez. Öyle ya insanlar özgür ve eşit yurttaşlar olarak, kendi iradeleri ile emek güçlerini kapitaliste satıyorlarsa, burada bir sömürüden söz edilebilir miydi? Sömürüyü gözlerden kaçırmayı amaçlayan bu ve benzeri fikirler karşısında, karmaşıklaşmış insan ilişkileri içinde sömürünün bulunup, ortaya çıkarılıp sergilenmesi, bu amaçla, toplumsal yaşamın, geniş ve derin bir bilgi birikimini arkasına almış olan entelektüel çalışmaları gerektirmiştir. Bunun sonucu olarak, 18. ve özellikle de 19. yüzyılda toplumsal yaşamın anlaşılıp açıklanmasına yönelik çalışmalar yoğunlaşmıştır. Bu çalışmalardan en kapsamlı ve etkilisi Alman, Fransız ve İngiliz düşünür ve ekonomistleri tarafından başlatılan, Marx ve Engels tarafından olgunlaştırılan sosyalizmdir.

Felsefesi materyalist, yöntemi diyalektik olduğu için, Marx ve Engels, olgunlaştırdıkları düşünce sistemini “bilimsel sosyalizm” olarak adlandırmışlardır. Bilimsel sosyalizm, kapitalist ekonomi politiğin açıklanmasının da ötesinde, toplumsal yaşamı, başta siyaset, ekonomi ve hukuk olmak üzere, tüm yönleriyle kavrayan bir ideoloji olarak ortaya çıkmıştır.  Marx ve Engels, toplumsal yaşamın hareketini ya da toplumsal değişimi açıklayan kuramlarını “tarihsel materyalizm” olarak adlandırmışlardır. Tarihsel materyalizme göre toplumsal yaşam, içsel çelişkilerinin dinamiği ile hareket eden diyalektik bir süreç olarak, sömürünün olmadığı ilkel toplumdan, sömürücü köleci ve feodal toplum aşamalarına, oradan da yine sömürücü kapitalist topluma ulaşmıştır. Kapitalist topumun içsel çelişkilerinin diyalektiği ile toplumsal yaşam, kaçınılmaz olarak sosyalist topluma ulaşacaktır. Sosyalist toplumun üst aşaması olan komünist topluma ulaşıldığında da sömürü tamamen ortadan kalkmış olacaktır.

Bu süreci açıklayan tarihsel materyalizm kuramının temel ilkesini Marx, “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı” adlı kitabında şöyle ifade etmiştir: “…Vardığım ve bundan böyle çalışmalarıma yön veren genel sonuç şöyle ifade edilebilir: hayatlarının (varlıklarının) sosyal üretiminde insanlar iradelerine tabi olmayan belirli, zaruri ilişkiler (yani) maddi üretim güçlerinin belirli bir gelişme derecesine tekabül eden üretim ilişkileri kurarlar… Gelişmelerinin belli bir safhasında toplumun maddi üretim güçleri, mevcut üretim ilişkileriyle ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkileriyle… çatışırlar. Bu ilişkiler üretim güçlerinin gelişme şekilleri iken, bunları köstekleyen birer zincir olurlar. O zaman bir sosyal ihtilal devri başlar…[1] Marx’a göre, toplumsal yaşamın değişkenleri, maddi üretim güçleri ve üretim ilişkileridir. Bunlardan üretim güçleri bağımsız, üretim ilişkileri bağımlı değişkendir. İkisi birlikte üretim biçimini oluşturur. İkisi arasındaki uyum, üretim güçlerinin gelişmesinin önünü açık tutarken, üretim güçlerinin gelişmesinin belli bir evresinde, üretim ilişkileri, gelişmenin engeli olmaya başlarlar. O zaman bir devrimle, eski toplum biçimi sona erer ve üretim güçlerinin gelişme düzeyiyle uyumlu yeni üretim ilişkileri oluşur. Bu durumda,  üretim güçlerinin gelişme düzeyine bağlı olarak oluşan üretim ilişkileri sistemi ve bu sistem çerçevesinde insanların aralarında kurdukları ilişkiler, iradelerinden bağımsız, bu nedenle zorunludur. Başka bir deyişle, tıpkı kütlesel çekim kuvveti, elektromanyetik kuvvet ve diğer birtakım yasaların doğanın hareketini belirlemesi gibi, toplumsal yaşamın hareketi de birtakım toplumsal yasalar tarafından belirlenmiştir. Bundan dolayı, tıpkı doğal olaylar gibi toplumsal olaylar ya da insanlar arasındaki ilişkiler de zorunlu olup, insanların iradesinden bağımsızdır. Bu çerçeveden bakıldığında, insanlar arasındaki sömürü ilişkileri de insanların iradesinden bağımsız olarak oluşur, bu nedenle zorunludur.

Benzeri görüşü bir de Engels’ten okuyalım: “…Ne var ki, toplumun gelişme tarihi, bir noktada, doğanın gelişim tarihinden temelde değişik olarak kendini ortaya koyar.  Doğada -insanlar tarafından doğa üzerinde yapılan karşı etkiyi bir yana bıraktığımız ölçüde- birbirleri üzerinde etki meydana getirenler yalnızca bilinçsiz ve kör etkenlerdir ve genel yasa bu etkenlerin değişken oyunları içinde belirir. Bütün meydana gelenler –yüzeyden görülebilir sayısız görünüşte rastlantılar ve bunlar gibi bu rastlantılar içerisinde kuralı doğrulayan kesin sonuçlar– içinde, hiç bir şey, bilinçli, istenen bir erek olarak meydana gelmez. Buna karşılık, toplum tarihinde, etkin olanlar, yalnız, bilince sahip, düşünüp taşınarak ya da tutku ile hareket eden ve belirli erekleri izleyen insanlardır; hiç bir şey bilinçli bir maksat olmadan, istenen bir erek bulunmadan meydana gelmez.  Ama bu ayrım, tarihsel araştırma bakımından, özellikle çağlar ve olaylar tek başlarına ele alındıklarında ne kadar önemli olursa olsun, tarihin akışının genel iç yasaların hükmü altında olduğu gerçeğinde hiç bir değişiklik yapmaz.”[2]

Engels’e göre, doğadan farklı olarak toplumsal yaşamın hareketinde etkin olanlar, bilince sahip düşünüp taşınarak hareket eden ve belli erekleri izleyen insanlardır.  Bu nedenle, hiçbir şey bilinçli bir irade olmadan meydana gelmez. Ancak bu durum, tarihin akışının genel iç yasaların hükmü altında olduğu gerçeğini değiştirmez. Bu çerçevede, Engels’e göre, insanlar arasındaki sömürü ilişkileri, insanlar tarafından bilinçli olarak kurulmakla birlikte, bu ilişkiler tarihin akışının genel iç yasalarına tabidir. Engels, tarihte olup bitenlerin, bilinçli iradesiyle hareket eden insanların eseri olduğunu varsaymakla birlikte, sömürü ilişkileri, tarihin akışının iç yasalarına göre kurulduğu için,  o da Marx gibi insanlar arasındaki sömürü ilişkilerinin zorunlu olduğunu düşünmüştür.

İnsanlık tarihi, bir anlamda sömürü ve zulüm tarihi olduğuna göre, acaba insanlar arasında sömürü ilişkileri kurulması zorunlu muydu?

Sömürü İlişkileri Kurulması Zorunlu Muydu?

İnsanlar arasındaki tüm ilişkilerin, bu kapsamda sömürü ilişkilerinin, insanların iradesinden bağımsız, bu nedenle zorunlu olması için, tıpkı doğa yasaları gibi, kendiliğinden işleyen birtakım toplumsal yasaların var olması gerekir. Öyle ki toplumsal yaşam, bu yasalar çerçevesinde yapılanıp, hareket etmekte; toplumların bir üretim biçiminden diğerine dönüşmeleri de bu yasalara göre gerçekleşmektedir. Yukarıda söz ettiğimiz gibi, bilimsel sosyalizmin iki kurucusunun temel fikirleri de bu yöndedir. Dünyaya gelen her birey, bu toplumsal yasalar tarafından belirlenmiş insan ilişkilerinin içine doğmakta, her bireyin toplumsal ilişkilerini bu yasalar belirlemektedir. Tarih boyunca yaşanmış ve halen yaşanmakta olan sömürü ilişkileri de bir üretim ilişkisi ise sömürmek ve sömürülmek toplumsal yasalardan kaynaklanan bir zorunluluk mudur? İnsan ilişkilerini, onların iradesi dışında birtakım yasalar belirliyorsa, bu çerçevede sömürmek ve sömürülmek toplumsal yasalardan kaynaklanan bir zorunluluk ise, o zaman insanlara özgü bir özellik olan bilinçli irade nerededir?

Alıntıladığımız ifadesindeki, “iradelerine tabi olmayan belirli, zaruri ilişkiler” ibaresinden, üretim ilişkilerinin, bu çerçevede sömürü ilişkilerinin oluşmasında, Marx’ın, insanların bilinçli iradelerinin rolü olmadığını düşündüğü anlaşılmaktadır. Kitabından yaptığımız alıntıda görüldüğü üzere, Engels, insan ilişkilerinde, bu çerçevede sömürü ilişkilerinde bilinçli iradeye yer vermekle birlikte, tarihin akışının genel iç yasaların hükmü altında olduğunu düşünmüştür. Bu durumda, Engels’e göre insan ilişkilerinde bilinçli iradenin rolü,  tarihin akışını belirleyen genel iç yasalar ile sınırlıdır.

Acaba insan ilişkilerinin belirlenmesinde, bilimsel sosyalizmin, insan iradesinin üstünde olduğunu ileri sürdüğü toplumsal yasalar nereden kaynaklanır?

Birinci olasılık, toplumsal yasaların, toplumsal yaşamın dışında bir irade tarafından konulmuş olmasıdır. Bu olasılık, bilimsel sosyalizmin dayandığı materyalist felsefeye aykırıdır. Materyalist felsefeye göre, toplumsal yaşamın hareket nedenleri, onun içinde olup, toplumsal yaşam, içsel çelişkilerinin dinamiği ile hareket eder. Bu nedenle, bilimsel sosyalizme göre, toplumsal yasalar, toplumsal yaşamın dışından kaynaklanmış olamaz.

Toplumsal yaşamın dışında bir irade tarafından konulmuş olma olasılığı bir tarafa bırakılınca, geriye, toplumsal yasaların, toplumsal yaşamın içinden kaynaklanması olasılığı kalıyor. Acaba, insanların iradesinden bağımsız, zorunlu toplumsal yasalar, bir insan ilişkileri sistemi olan toplumsal yaşamın içinde nasıl belirebilir ve bu yasalar çerçevesinde sömürü ilişkileri insanların iradesinden bağımsız olarak nasıl kurulabilir?

İnsanların bilinç sahibi oldukları ve iradelerini bilinçlerinin ışığında ve çıkarları doğrultusunda (en azından çıkarlarına olduğunu düşündükleri doğrultuda) kullandıkları varsayılırsa, toplumsal yasaların, insan iradesinden bağımsız olarak oluştuğunu ileri sürmek, bu varsayımla çelişir. Bu çelişki, ya insanların bilinç ve irade sahibi olduklarını reddederek ya da toplumsal yasaların insan iradesinden bağımsız olarak oluştuğu düşüncesini reddederek giderilebilir. İnsanların bilinç ve irade sahibi oldukları bir gerçek ise, toplumsal yasaların insan iradesinden bağımsız olarak oluştuğu düşüncesini reddetmek gerekir. Bu durumda, Engels’in “toplum tarihinde, etkin olanlar, yalnız, bilince sahip, düşünüp taşınarak ya da tutku ile hareket eden ve belirli erekleri izleyen insanlardır; hiç bir şey bilinçli bir maksat olmadan, istenen bir erek bulunmadan meydana gelmez.”  dediği gibi, toplumsal yasaların, insanların bilinçli iradelerinin hareketi içinde belirdiğini düşünmek gerçeğe uygun olur.

Gerçekten de toplumsal yaşamın akışına belli bir tarihi andan geriye doğru bakıldığında, peş peşe gelen olaylar arasında bir neden-sonuç ilişkisi, bir nedensellik bağı varmış; bundan dolayı sonraki olay önceki olayın zorunlu bir sonucuymuş gibi görünür. Ancak toplumsal olayların, bilinçli iradesiyle hareket eden bir varlık olarak insan tarafından gerçekleştirildiği göz önüne alındığında, sonraki olayın, önceki olayın zorunlu sonucu olduğu görüntüsü aldatıcıdır. Çünkü olayların akışı içinde, belli bir yönde davranmak için tehdit edilmedikçe, insanlar karşılarında a, b, c, d gibi birden fazla seçenek bulabilirler ve bilinçli iradeleriyle bunlardan birisini tercih ederler. Tercihe bağlı olmasından dolayı, sonraki olay, olduğu gibi olmak zorunda değildir; tercihe göre başka türlü de olabilirdi. Öyleyse toplumsal yaşamın akışında, insan iradesinin dışındaki yasaların belirlediği zorunlu ilişkilerden değil, insanların bilinçli iradeleriyle yaptıkları tercihleri sonucunda oluşan ilişkilerden söz etmek gerekir. Öyleyse, insan ilişkileri sistemi ya da toplumsal yaşam denilen bir düzenliliğin, sayısız bilinçli iradenin farklı yönlerdeki hareketiyle nasıl oluşabildiğinin ve binlerce yıldır daha ileriye doğru gelişerek nasıl sürebildiğinin anlaşılıp kavranması için, insandan hareket edilmesi; insanın iradesinin incelenip, anlaşılıp kavranması gerektiğini düşünüyoruz.

Bu açıklamalardan sonra, başlıktaki “Sömürü ilişkileri kurulması zorunlu mudur?” sorusuna gelirsek; sömürü ilişkileri, insanların iradelerine bağlı olmayan, zorunlu bir ilişki değilse, gayet tabii ki insanlar arasında sömürü ilişkileri kurulması zorunlu değildir.

Bir sömürü ilişkisinde, iki taraf vardır: sömüren ve sömürülen. Bu ilişkide belirleyici olan ya da ilişkinin oluşmasını sağlayan, sömüren taraftır. Çünkü hiçbir insan, kendi iradesiyle, gönüllü olarak sömürülen taraf olamaz; aksini düşünmek abes olur. Bir insan, şu veya bu şekilde karşılaştığı bir zorunlulukla, sömürülen tarafta yer almış olmalıdır. Tarih boyunca, basitten karmaşığa doğru değişim göstermiş olmakla birlikte, sömürü ilişkileri, özünde, fiziki ve siyasi güç, toplumsal konum vs. bakımdan “güçlü” olan bir insanın ya da insan grubunun, bilinçli iradesini kullanarak, başka bir insanın ya da insan grubunun yaşamda kalma olanaklarına el koymak amacıyla, onların iradesine hükmetmesi suretiyle oluşur. Sömürü ilişkisinin olmadığı ilkel toplumlar bünyesinde kölecilik ortaya çıktığında, bir insan başka bir insanı köleleştirirken, bunun bilinçli bir iradeden kaynaklanmadığı, köleleştirmenin zorunlu olduğu söylenebilir mi?

Sömürücülerin bilinçli iradesi ile kurulduğu, yani sömürücünün önünde sömürü ilişkisi kurmama seçeneği de olduğu için, sömürü ilişkileri, zorunlu değildir. Fiziken, siyaseten ve toplumsal konum olarak avantajlı olan kişilerin, bu avantajlarını, sömürmek amacıyla başkalarına boyun eğdirmek için kullanıp kullanmamaları, onların elindedir. Bu nedenle, dilerlerse sömürü ilişkileri kurmayabilirler. Bundan dolayı, tarihte olup bitenlerin hiçbirisi zorunlu değildi; başka türlü de olabilirdi. Hiçbir insan efendiye tabi köle, derebeyine tabi serf, kapitaliste tabi işçi olmak zorunda değildi. Keza sömürgeci, emperyalist ülkeler de başkalarının ülkelerini istila ederek sömürgeleştirmek zorunda değillerdi.

Sömürücüler, sömürmek amacıyla başkalarına boyun eğdirmekle, onların yaşama haklarını ihlal etmişlerdir.

Sömürü ve Yaşama Hakkı

Tarih boyunca, sömürücüler, gerek insanlara boyun eğdirerek sömürü düzeni kurmak, gerekse kurulu sömürü düzenini sürdürmek için zor kullanmışlar; savaşlar, katliamlar, işkenceler yapmışlar,  insanları idam edip, hapsetmişlerdir. Kuşkusuz bu fiillerin hepsi insanların yaşama haklarının ihlalidir. Bütün sömürü düzenlerinin kuruluşunda ya da özünde zor kullanmak bulunmakla birlikte, sömürü ilişkileri tarih boyunca, doğrudan görülen kaba ve ilkel biçimlerden, doğrudan görülemeyen, daha rafine biçimlere doğru evrimleşmiştir. Örneğin köleci ve feodal toplumlarda ya da ülkelerin istila edilip sömürgeleştirilmesinde, sömürü ilişkileri doğrudan görülebilirken, kapitalist toplumlardaki sömürü ilişkileri doğrudan görülemez. Kapitalist toplumda, kapitalist ile işçi arasında sömürü ilişkisi vardır. Ancak, bu sömürü ilişkisinde ilk bakışta bir zor kullanma, bu nedenle bir yaşama hakkı ihlali yokmuş gibi görünmektedir. Bunun da nedeni, kapitalist toplumların, insanların hukuki eşitliği üzerine kurulu olmasıdır. Kapitalist ile işçi arasındaki sömürü ilişkisinde yaşama hakkı ihlalini görebilmek için, yaşama hakkının felsefi derinliklerinin ana çizgileriyle gözden geçirilmesi gerekmektedir.

Yaşama hakkının dayanağı, insanın canlı-olma doğasından gelen yaşama, hatta sonsuz yaşama yönelimidir. Canlıların yapıtaşı genlerdir. Genler yaşam-kalım maddesi (protein) bulduğu sürece, kendilerini sonsuza dek kopyalayabilir. Yapıtaşları olan genlerin, kendilerini sonsuza dek kopyalayabilme yeteneği, canlılardaki sonsuz yaşama yöneliminin temelidir. Genler sonsuza yönelik kopyalama hareketini, yaşam birimleri halinde yapagelmişlerdir. “Yaşam birimi”, canlı yaşamı taşıyıp kalıtan her bir organizmadır. Bakteriden solucana, filden tavşana, ayrık otundan sedir ağacına, her bir tekil canlı yaşam birimidir. İnsan da bir yaşam birimidir. Her bir insan yaşam birimi olduğu için, her bir insanın doğası yaşamaya, hatta sonsuz yaşamaya yöneliktir. Birer yaşam birimi olarak yaşamaya yönelik olduğu için, her bir tekil insan, doğasından gelen “yaşama hakkı”na sahiptir. Her bir tekil insanın doğası yaşamaya yönelik olduğu için, yaşamak şu veya bu kesimden ya da sınıftan insanların değil, bütün insanların doğal hakkıdır. Bundan dolayı, hiçbir insanın, diğer insanların yaşamına müdahale ederek, onların yaşam sürelerini kısaltmaya ya da yaşamlarını sona erdirmeye hakkı yoktur. Bir insan üzerindeki, onun iradesi hilafına kurulmuş her türlü egemenlik, son tahlilde o insanın yaşama hakkına müdahale etmektir. Bu nedenle, yaşama hakkının, dar anlamda can güvenliğinin ötesinde, çok daha geniş anlamı vardır. Bir insanın, başka bir insan üzerinde egemenlik kurmasının amacı, son tahlilde, üzerinde egemenlik kurulmuş insanın yaşama ve yaşamda kalma olanaklarına el koyarak sömürmektir. İnsanlar her şeyden önce işgücü ve düşünme gücünden ibaret olan olanaklarını kullanarak yaşamda kalırlar. İnsanların iş ve düşünme güçlerinin kaynağı, onların canlarıdır. Öyleyse, bir insan başka bir insanın iradesi üzerinden, o insanın iş ve düşünme gücüne egemen olmakla, o insanın canına egemen olur. Bir insanın, başka bir insanın canına egemen olması da yaşama hakkına müdahaleden başka bir şey değildir.

 

İnsanların birbirlerinin yaşama hakkına müdahaleleri, tarih boyunca, köleleştirme gibi kaba ve ilkel biçimlerden, işçileştirme gibi daha rafine biçimlere doğru evrilmiştir. Köleci ve feodal toplumlardan farklı olarak; kapitalist toplum, insanların hukuken eşitliği üzerine kurulu olduğu için, kapitalist, işgücü sahiplerini, köle, serf gibi emrinde çalışmaya zorlayamaz. Ancak, işçinin de yaşayabilmek için emek gücünü kapitaliste satmaktan başka çaresi yoktur. Bu nedenle, işçi, emek gücünü kapitaliste satmak zorundadır. İşçi ile kapitalist arasındaki ilişki, hukuken eşit tarafların, işçinin emek gücü konulu bir iş sözleşmesi yapması ile gerçekleşir. Emek gücünün kaynağı işçinin canıdır. Sözleşme ile işgücü sahipleri, canlarını, belli bir süre ile kapitalistin emrine verir. Bu nedenle, işçinin kapitalistin emrine verdiği şey, onun canıdır.  İş sözleşmesinin en önemli maddeleri “ücret” ve “çalışma süresi” ile ilgili olanlardır. İşgücü sahiplerinin, “canlarını” kapitaliste satmak zorunda olmaları nedeniyle, hangi koşullarda satacaklarını belirleyen, kapitalistin işçiyi sömürme iradesidir. Kapitalist tek taraflı iradesiyle belirlediği çalışma süresi içinde,  işçinin kendi yeniden üretimi için gerekli emek zamanını aşan emek zamanında ürettiği artı-değere el koyarak işçiyi sömürür. İşçi yaşayabilmek için canını kapitalistin emrine verdiği, çalışma süresi ve ücretler kapitalistin iradesiyle belirlendiği ve sömürü konusu olan artı-değer, işçinin canının harcanmasıyla üretildiği için, kapitalistin işçiyi sömürmesi yaşama hakkı ihlalidir. İşte kapitalizmdeki, insanların hukuki eşitliği, liberalizm, özgürlük vs. örtüler altında gizlenmiş olan yaşama hakkı ihlali budur.

Yukarıda her bir insan yaşam birimi olduğu için, her bir insanın doğasının yaşamaya, hatta sonsuz yaşamaya yöneldiğini, bu nedenle her bir tekil insanın, doğasından gelen “yaşama hakkı”na sahip olduğunu, her bir tekil insanın doğası yaşamaya yöneldiği için, yaşamanın şu veya bu kesimden ya da sınıftan insanların değil, bütün insanların doğal hakkı olduğu belirtilmişti. Buna göre, sömürü ilişkilerinde gerek sömürü ilişkilerini kurmak, gerekse kurulmuş ilişkileri sürdürmek için insanların yaşama haklarının ihlali,  insanların doğalarından gelen doğal hukuklarına aykırıdır.  Bu nedenle, sömürü ilişkilerinde bir temel hukuki sorun vardır. Toplumsal yaşamda ilkel toplumların çözülmesinden itibaren, insanlar arasında hep sömürü ilişkileri var olduğuna göre, o zamandan bu zamana, insanlıkta hep bir hukuk sorunu ya da hukuksuzluk var olagelmiştir.

Sömürünün yaşama hakkı ihlali olması, sömürü ilişkilerinin hukuki boyutudur. Sömürünün bir yaşama hakkı ihlali olması ve sömürü ilişkilerinin, sömürücülerin iradesiyle kurulması, bu ilişkinin hukuki boyutu yanında ahlaki boyutunun da olduğunu göstermektedir.

Sömürü ve Ahlak

Her insan, doğasından gelen yaşama hakkına sahipse, ahlakın temel ilkesi, “yaşama hakkına saygı”dır. Yukarıda açıkladığımız üzere, yaşama hakkına saygı, sadece dar anlamda insanların can güvenliğini ihlal etmemeyi değil, insanların iradesi üzerinde hiçbir şekilde egemenlik kurmamayı da kapsar. Bütün insan ilişkilerinin yaşama hakkına saygı üzerine kurulduğu, sömürü ilişkilerinin, yaşama hakkı ihlallerinin olmadığı toplumsal yaşamda, insan ilişkileri ahlaka uygundur.

 

Aklı başında olan her insan, yaşamanın şu veya bu kesimden ya da sınıftan insanların değil, bütün insanların doğal hakkı olduğunu bilir. Aklı başında insanlar olarak sömürücüler de bütün insanların yaşama hakkına sahip olduğunu bilir.

 

Önceki bölümlerde ortaya konduğu üzere,  sömürü ilişkileri kurmak ya da kurulu sömürü ilişkilerini sürdürmek, bu amaçla insanların yaşama haklarını ihlal etmek, sömürücülerin iradesine bağlıdır. Başka bir deyişle, sömürücülük, sömürücülerin bilinçli iradeleriyle sömürücülüğü tercih etmelerinin sonucudur. Sömürücülük iradi bir tercih ise,  sömürücü bir sınıfın içine doğmuş olsa bile, hiç kimse, sömürücülüğü tercih etmek, böylece insanları sömürmek, bu amaçla onların yaşama hakkını ihlal etmek zorunda değildir.

 

Aklı başında her insan gibi, sömürücüler de bütün insanların yaşama hakkına sahip olduğunu biliyorsa, ahlakın temel ilkesi yaşama hakkına saygı ise, bilinçli iradeleriyle sömürücülüğü tercih etmekle insanların yaşama hakkını ihlal ediyorlarsa, sömürücüler bilerek ve isteyerek ahlaka aykırı davranıyorlar demektir. Sömürücüler bilerek ve isteyerek ahlaka aykırı davranıyorlarsa, sömürücülük ahlaksızlık demektir. Toplumsal yaşamda ilkel toplumların çözülmesinden itibaren, insanlar arasında hep sömürü ilişkileri var olduğuna göre, o zamandan bu zamana, insanlıkta hukuk sorunu yanında ahlak sorunu da var olagelmiştir.

 

Kuşkusuz tarih boyunca insanlığın toplumsal yaşamına tamamen ahlaka ve hukuka aykırılık egemen olmamıştır. Toplumsal yaşamda, yaşama hakkı ihlallerinin, sömürü ilişkilerinin var olması yanında, bu ilişkilere karşı olanlar, mücadele edip direnenler de hep var olmuştur. Bu mücadele ve direnişler içinde, yaşama hakkı ihlallerine, sömürü ilişkilerine karşı “insan hakları” kavramları ortaya çıkarak, mücadele ve direnişlere rehberlik etmiştir. Mücadeleler başarıya ulaştıkça da insan hakları pratiğe geçerek, yaşama hakkı ihlalleri sınırlanmıştır. Tarih boyunca verilmiş bütün mücadelelere ve alınan mesafelere rağmen, yaşama hakkı ihlalleri ve sömürü ilişkileri, (ilkel biçimlerden daha rafine biçimlere doğru evrilmişse de) halen yaygın olarak sürmekte; sömürücüler hukuka ve ahlaka aykırı davranmaya devam etmektedirler.

 

Sömürü Doğal ve Normal Değildir

 

İlkel toplumların üst aşamalarında başlayan sömürü ilişkileri, çağlar boyunca karmaşıklaşma yönünde değişime uğrayarak süregelmiştir. Bu süreklilik içinde, kimi insanlar sömürücü bir topluluğun içine, kimileri de sömürülen bir topluluğun içine doğmuşlardır. Böylece sömürü ilişkileri nesilden nesle aktarılarak süregitmiştir. Kuşkusuz sömürücüler, sadece atalarından sömürü ilişkisi devralan murislerden ibaret değildir. Özellikle sınıflar arası geçişin hukuken ve fiilen mümkün olduğu kapitalist toplumda, sömürülenler safından sömürenler safına atlayan “şanslılar” olduğu gibi, sömürenler safından sömürülenler safına düşen “şanssızlar” da olmuştur. Öte yandan, sömürücüler sömürü faaliyetlerini, çoğu kez bizzat değil, kurdukları organizasyonlarda rol alan çeşitli meslekten insanların profesyonel destek ve yardımıyla yürütmüşlerdir. Ayrıca, devlet yönetimindeki sömürücü yanlısı siyasetçiler ve bürokratlar, sömürücülere, sömürü ilişkilerini koruyup sürdürmelerine uygun bir ortam sağlamışlardır.  Bunların yanında, sömürü ilişkilerinin ahlaka ve hukuka uygun olarak gösterilmesi yönünde “entelektüel” çaba harcayan “düşünce ve sanat” insanları da sömürü ilişkilerinin sürmesine katkı yaparak, sömürü ilişkilerini beslemişlerdir. Nihayet kimileri de sömürücü olmamakla birlikte, sömürü ilişkilerini görmezden gelmek, sömürü düzeninin sürdürülmesi için yapılan hukuk ve ahlak dışı davranışlara kayıtsız kalmak suretiyle sömürü ilişkilerini beslemişlerdir. Bunların bir kısmı, “Bana dokunmayan yılan…” anlayışı ile kayıtsız kalırken, bir kısmı da bir gün kendisi de sömürücü olabileceği düşüncesi ile kayıtsız kalmıştır. Kısacası, insanlar, sömürü ilişkilerine çeşitli rollerle katılmışlardır. İnsanların sömürü ilişkilerine çeşitli rollerle katılmalarıyla, çeşitli biçimlere bürünerek, başta siyaset, hukuk, ekonomi, kültür olmak üzere, insan ilişkilerinin bütün yönlerine ve derinliklerine sinerek, binyıllardır süregelmiş olması nedeniyle, sömürü ilişkileri, çeşitli ideolojilerin de katkısıyla, zorunluymuş, doğalmış, normalmiş gibi benimsenip, kanıksanmıştır. Ancak, bu yazıda ayrıntılı olarak ortaya konduğu üzere; sevgi, saygı gibi bağ dokularını yıpratarak toplumsal yaşamı zayıflatan, zulümle insanlığı tüketen sömürü ilişkileri, sömürünün yaşama hakkı ihlali olduğunun farkında olan sömürücülerin bilinçli iradeleriyle kurulup, korunup, sürdürüldüğü için hukuka ve ahlaka aykırıdır, bundan dolayı doğal ve normal değildir.

 

[1] K. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Çev. Orhan Suda, May Yayınları, 2. Baskı, İst. 1974, s. 5

[2] F. Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, Çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, 1. Baskı, 1976, Ankara, s. 52-53

 

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir