Search
Close this search box.

Toprak Ağalığıyla Özyönetim Olur Mu?-Mehmet Ali Yılmaz

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Emperyalizme ve feodal işbirlikçilere karşı durmak gibi bir sorunu olmayan HDP’nin son seçim bildirgesinde ne toprak ağalarının halk üzerindeki tahakkümünden ne de onların elindeki büyük topraklardan söz edilmektedir. Kendini solda gösteren bir parti nasıl olur da Güneydoğu’nun en önemli eşitsizlik ve gericilik kaynağı olan toprak ağalarının elindeki toprakların kamulaştırılmasından söz etmez!?

 

Günümüz dünyasına egemen olan esas güç uluslararası büyük tekeller ve finans sermeyesidir. Sovyet Bloku’nun dağılmasını da fırsat bilen bu güçler uluslararası kuruluşları, Batıdaki sol partileri, sendikaları ve diğer toplumsal örgütleri ele geçirmekle yetinmediler, bütün dünyayı açık pazarları haline getirebilmek için ulusal devletleri etkisizleştirmeye, ulusal kurtuluş hareketlerini kontrol altına almaya yöneldiler. Bu arada sömürgelikten kurtulan “Halk Cumhuriyetleri”nin de emperyalist dünyaya ayak uydurmasını sağlamak için yoğun çaba içine girdiler. 20. Yüzyılda Ulusal Kurtuluş mücadeleleriyle bağımsızlığını kazanmış ülkeleri ikili-çoklu antlaşmalarla, ticaret yoluyla, finansal araçlarla, bunlar yetmeyince ambargolarla kontrol altına almakta epeyce başarılı oldular.

Bu tür emperyalist operasyonlara elbette ki Latin Amerika’da olduğu gibi direnen devletler, dünyanın değişik bölgelerinde itiraz eden örgütler ve farklı duruşlar sergileyen odaklar da oldu. Ama bu direnişlerin ABD’nin başını çektiği emperyalist devletleri ve diğer büyük güçleri durdurmakta ne yazık ki fazla başarılı oldukları söylenemez.

Son zamanlarda emperyalist güçlerin, Birinci Dünya Savaşı’ndan beri hedeflerinde yer alan Ortadoğu bölgesini yeniden paylaşmak için harekete geçtikleri görülüyor. Bu yeni paylaşım projesini önlerine koyarken; Ortadoğu’daki eski ilişkilerini gözden geçirdiler, yeni ortaklıklar-yeni örgütlenmeler oluşturmaya yöneldiler. Eski ulus devletleri geçersizleştirerek yerlerine amaçlarına uygun yenilerini ikame etmeye, daha çok da bu devletleri parçalayarak etnik-mezhepsel temelli devletçikler, federatif devletler, özyönetimler, kantonlar oluşturmaya yöneldiler. Hedeflerine ulaşmak için etnik-mezhepsel ve diğer kültürel farklılıkları, tarihi düşmanlıkları kaşıyarak “kurtuluş mücadeleleri” örgütlemeye koyuldular. Bu mücadeleler için Birinci Paylaşım Savaşı döneminde yaptıklarını katlayacak şekilde taşeron örgüt oluşumlarını planladılar, yönlendirdiler. Bu örgütlerin bölge ülkelerinde yürütülecek algı operasyonlarının parçası olmasını, kaos yaratmasını, terör uygulamasını ve içsavaş çıkartmasını desteklediler-destekliyorlar.

Bu emperyalist politikaların temel amacının Doğu Akdeniz-Ortadoğu bölgesinin petrolünü, doğal gazını yeniden paylaşmak ve bölge ülkelerinin pazarlarını daha fazla kontrol etmek olduğu biliniyor. Bu amaç uğruna Libya’yı paramparça ettiler, Suriye’de kanlı bir içsavaş dış müdahalelerle birlikte sürdürülmekte, Irak’ta da hem savaş sürüyor hem de bu ülkeyi de böldüler. Bu ülkelerde savaşan, buraları bölen güçlerin tamamı bir veya birden çok emperyalist devletin güdümü altında. Bu güçler yürüttükleri savaşla kendi devletçiklerini kuracaklarını düşünüyorlar ama hepsi de emperyalist devletlerin bir şekilde kontrolü altındalar.

Gelinen noktada, Esad yönetimi Rusya’nın tam manasıyla kontrolü altına girerek Putin’in bölgeye yerleşmesinin koşullarını yarattı.

IŞİD, döktüğü kanın yanı sıra, ABD-AB ve Rusya’nın bölgeye silahlı müdahalelerinin mazeretini sağladı.

PKK-PYD-Barzani vb. de ABD-AB ve İsrail’in bölge politikalarının parçası haline geldiler. Bu Kürt milliyetçisi örgütlerin arkasında ABD-AB’nin yanı sıra Rusya’nın da durmasıyla Birinci Paylaşım Savaşı sırasında kurulan bağımlılık ilişkisi yeniden yaratıldı.

Emperyalizmin Ortadoğu politikalarının bağımlısı haline gelen bölgedeki “Kürt ulusal” hareketleri emperyal siyasanın taşeronları durumundalar. Özellikle Irak’ın işgalinden itibaren KDP, KYB ve PKK ABD işgaline verdikleri desteğin karşılığını bölge hâkimiyeti, silah, istihbarat vb. biçimlerde almaya başladılar ve geleceklerini de emperyalist planların bölgedeki başarısına bağladılar. Bu gelişmeler Kürt halkının bu örgütlerin kontrolü altına sokulmasını sağlamakla kalmadı bölgedeki feodal ve yarı-feodal unsurların da güç toplamasına yaradı. Bu dönemde emperyalist güçler ve Kürt milliyetçisi örgütler aşiret beyleri, toprak ağaları, şeyhler, şıhlar vb. ile de ittifaklarını geliştirdiler. Karşılıklı çıkar ilişkisine dayanan bu ittifakı etnik-dinsel ideolojilerle besleyerek sağlamlaştırdılar.

 

Geleceklerini Emperyalistlerle İyi İlişkide Görünce Solu Terk Ettiler

  1. yüzyılın sonlarına doğru Sovyetler Birliği’nin dağılmasından itibaren emperyalist güçlerin hegemonyası altında gelişmeyi seçen PKK çok geçmeden işçi sınıfından, işçi sınıfının politikasından vaz geçti. Bu örgüt ve onunla bağlantılı kuruluşlar, “emek eksenli politika” izledikleri görüntüsü altında işçi sınıfı iktidarı, sosyalizm gibi solun temel kavramlarını bir kenara ittiler.

Türkiye’de siyaset yapan bu örgütlerin yöneticileri emperyalistlerin politikalarıyla uyum sağlayabilmek için ne Türk vatandaşlarının ne de özelde Kürtlerin ekonomik, sosyal-sınıfsal sorunlarıyla ilgilendiler.

Kürt halkını kurtaracağını iddia eden bu örgütler (PKK, HDP vb), Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yaşayan Kürt halkının kimler tarafından nasıl sömürüldüğünü ve bu sömürü mekanizmasına karşı ne yapılması gerektiğini tartışmadılar, tabanlarına da tartıştırmıyorlar. İktidara gelince ya da “özyönetim”leri kurunca ekonomi alanında yapacakları işlerde ve yönetimlerinde toplumsal sınıfların yerinin ne olacağı hakkında kapitalist sisteme alternatif olacak bir şey söylemiyorlar. En fazla mevcut sistemi reforma edecek görüşler öne sürüyorlar. Seçim Bildirgelerinde savundukları “güven ekonomisi” anlayışıyla ancak mevcut düzenin gözden geçirilmesi söz konusu olabilir.

 

Güven Ekonomisi

HDP’ nin ekonomi politikası temelde düzen içi önerilerdir, kapitalist sistemin içinde çözümler esas alınmıştır. Savundukları “güven ekonomisi” serbest piyasacılığın krizden çıkışını ve sağlıklı işlemesini temel alır. HDP’nin 7 Haziran Seçim Bildirgesinde bu konuyla ilgili yapılan vurgulamayla, mevcut kapitalist ekonominin düzeltilmesi için sermaye ile emeğin karşılıklı güveninin sağlanması ve bu sayede üretimin geliştirilmesi, pazarın düzenli işlemesi hedeflenir.

Bildirgede, “Toplumun temelinin güçlendirilmesi ancak güven ekonomisinin inşası ile mümkündür. Bireyin kendisini toplumun güvencesi altında hissetmesinin sağlanması güven ekonomisinin esasıdır.” denilmektedir.

Öyle anlaşılıyor ki bu cümleleri HDP’nin bildirgesine koyanlar Fukuyama’nın “Güven” üzerine olan görüşlerinden ve Kemal Derviş’in 2001 krizinden sonraki uygulamalarından etkilenmişler. Bildirgeyi hazırlayanlar Türkiye toplumunda büyük bir güven bunalımının yaşandığını düşünmüşler. Bu görüş, Kemal Derviş’in 6 Nisan 2015’te Hürriyet’ten Cansu Çamlıbel’e verdiği röportajda AKP iktidarının ekonomiyi getirdiği sorunlu yeri açıklarken söylediği sözlerle paralellik içinde.

“Güven çok azaldı. Yatırım her şeyden önce bir güven meselesidir” diyor Kemal Derviş.

Bildirgede yapılan değerlendirmelerden anlaşıldığı kadarıyla bu güven bunalımının başlıca şu kesimler arasında yaşandığı var sayılmış:

1-Sermaye ile emek,

2-Türkler ile Kürtler,

3-Alevilerle Sünniler, vd arasında.

Türkiye ekonomisinin düzeltilebilmesi için öncelikle bu karşılıklı güvensizlik ortamının aşılması gerektiği düşünülmüş ve bunun iktisadi plandaki karşılığı olarak da “güven ekonomisi”nin inşası görülmüş. Bildirgede Sosyalizm hedeflenmediği için sosyalist ekonomiyi kurmak gibi bir hedef de konulmamış, sorunların aşılması kapitalist sistem içinde yerel yönetimlerin güçlendirilmesinde, katılımcı, özyönetimci çözüm yollarında görülmüş. Buradan da anlaşılacağı gibi kapitalist düzen içi çözüm önerileri bildirgede hâkim olan görüştür.

HDP’ye göre, Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu iktisadi krizden ve çok açılan eşitsizlik makasından kurtulması ve dengeyi kurabilmesi için üretimin yeniden ele alınması, büyümenin sağlanması ve bunun için yatırım yapılması -yabacı sermaye dışlanmıyor- gerekmektedir. Bunun yolu ise güven sağlayıcı politikaların uygulamaya konulmasından geçmektedir.

Üretimi arttırmak için iç talebi (tüketimi) canlandırmak gerekiyor. Bunun için de toplumsal yapının ve geleceğin güven vermesi lazım. Batı sermayesi ve içerdeki büyük sermayenin bu güven ortamını çok özlediği anlaşılıyor. Bu kesimlere geleceğin güven verebilmesi için;

1.“Katılımcı-yerel demokrasi”yi gerçekleştirecek adımların atılmasıyla güven ortamının sağlanması,

2.İşleyen bir piyasa mekanizmasının hayata geçirilmesi,

3.Kamu kesimindeki israfın ve ayyuka çıkan yolsuzlukların önlenmesi gerekiyor.

Görüldüğü gibi HDP emperyalist sermayenin taleplerini katılımcı-özyönetimci Güven Ekonomisiyle sağlamayı vaat etmektedir.

Bunun asıl formülünü Kemal Derviş veriyor:

“Özel girişimcinin, karlı ve rahat şekilde yatırım yapabilmesi lazım. Aslında formül çok basit: Güvenin tasarrufa, tasarrufun yatırıma, yatırımın da üretime ve istihdama yol açması lazım. Mantık zinciri budur. Sosyal barış da buna bağlı.” (Can Dündar’ın Kemal Derviş’le röportajı, Cumhuriyet 26 Mayıs 2015.)

HDP’nin Özelleştirmelere karşı tavrı da bu temel anlayışlarıyla uyum içinde. Özelleştirilen kamu mallarını geri alacağına dair tek bir söz söylemeyerek sermaye kesimini rahatlatıyor, özelleştirmeleri sadece durduracağını belirtiyor (Satılacak ne kaldıysa?).

Kemal Derviş’in Hürriyet’e söylediği “Bugün HDP’nin yeni söylemiyle seçime girmesi bence Türkiye demokrasisi için sevinilecek bir şeydir” sözleri kendi görüşü müdür, yoksa uluslararası finans çevrelerinin bu partiye bakışı mıdır, ona siz karar verin! (Altını çizdiğimiz “yeni söylemi” ifadesiyle emperyalist politikalara uyumu kastettiği belli bir şey!)

Kaldı ki; AB ile ilgili savundukları görüş de bu partinin yerinin neresi olduğunu ortaya koymaktadır. HDP, AB’yi emperyalist bir kuruluş olarak görmediği gibi bu kuruluşa üyeliği hedef olarak önüne koymuş. 1 Kasım seçimi öncesinde yayınladıkları Bildirge’de AB’ye “tam üyelik” konusunda yazdıkları bu kuruluşa karşı tavır almadıklarını aksine AB’ye girmeyi hedeflediklerini ortaya koyuyor:

“AB’yle müzakere ve tam üyelik çalışmaları ilkelerimiz çerçevesinde ele alınacak.”

Brüksel’den medet uman bir anlayıştan başka türlüsü de beklenemez.

Bu yaklaşımların işçi sınıfının ve diğer emekçilerin çıkarlarını esas almadığı çok açık.

 

Bölgedeki Toprak Sorunu ve HDP’nin Bakışı

HDP’nin seçim bildirgelerinde en çok dikkat çeken unsurlardan biri de Toprak sorununa ya da başka bir ifadeyle Toprak Ağalığına yaklaşımları. Radikal demokrat HDP, bölgede toprak ağalığını bitireceğine dair bir şey söylemediği gibi topraktaki büyük eşitsizlikten ve ağaların elindeki toprakları alıp halka dağıtacağından da söz etmiyor.

Bilindiği gibi Türkiye’de en eşitsiz toprak dağılımının ve en geniş ekilebilir toprakların olduğu bölge Güneydoğu’dur. Hala toprak ağalığının hüküm sürdüğü bu bölgede Türkiye topraklarının yüzde 10’u, ülkenin sulanabilir arazisinin ise yüzde 20’si yer almaktadır. Türkiye’de Toprak mülkiyeti ilişkilerinin en çok bozuk olduğu GAP bölgesini oluşturan 9 ilde 7,5 milyon kişi yaşamaktadır.

DPT’nin GAP Bölgesiyle ilgili 1989 tarihli Master Planı’na göre, bu bölgede çiftçi ailelerinin yüzde 38’i topraksızdır. Bu oran, bölgedeki toplam tarım topraklarının önemli bir bölümünü oluşturan Şanlıurfa’da yüzde 42.1’e, Mardin’de yüzde 41.3’e, Diyarbakır’da ise yüzde 45.1’e çıkmaktadır.

Şanlıurfa ve Diyarbakır, toprak eşitsizliğinin en yüksek olduğu illerdir. Son yılların TÜİK verilerine göre, Diyarbakır’da toprakların yüzde 41’den fazlası ailelerin yüzde 3’ünün elinde. Şanlıurfa’da ise 10 milyon dekara yakın arazinin yüzde 30’una yakını ailelerin yüzde 1,5’una ait.

Güneydoğu’daki bu yüksek eşitsizlik, yüz yıllardır süren feodal mülkiyet ilişkilerine dayanır. Cumhuriyet tarihi boyunca en önemli sorunlardan biri toprak konusu ve reformudur. Cumhuriyetin kuruluşundan sonraki yıllarda Toprak reformu doğrultusunda atılan sınırlı adımlar dışında hiçbir iktidar, toprak ağalarını karşısına alacak ciddi bir reforma girişemedi. Miras yoluyla ve büyük toprak sahiplerinin tüccara, işletmeciye vb. dönüşmesi sürecinde toprak parçalanmaları olsa da, Güneydoğu’da hala kamulaştırmayı ya da toprak reformunu gerektirecek mülkiyet uçurumu mevcut. Bunlar yapılmadan bölgede feodalitenin tasfiye edilemeyeceği ve bu tasfiye yapılmadan da demokratikleşmeden, hele hele de radikal demokrasiden ve özyönetimden söz edilemeyeceği belli bir şey.

PKK 1970’lerde anti-feodal bir söylemle ortaya çıktığı halde kısa sürede Kürt aşiretleri arasındaki kavgaların tarafı oldu. 1990’lardan itibaren de sol düşüncelerden uzaklaşırken “Kürt milliyetçisi” bir çizgiye oturdu ve Kürt feodallerini karşısına almaktan vazgeçti. Artık yoksul köylüyü topraklandırmayı bir kenara bırakarak feodaliteyle işbirliğine girdi. PKK’daki bu savrulmanın altında, ilk başlarda bazı aşiretlerle yapılan işbirliği ve Sovyetlerin dağılması daha ötesi de emperyalist güçlerin Ortadoğu siyasasına ayak uydurması yatıyor.

Tarım ve hayvancılıkla uğraşan Kürt halkının çoğunluğu yoksulluktan, PKK ve hükümetlerin baskısından bunaldığı için kurtuluşu şehirlere inmekte buldu. Bu işsiz kitlelerin bir kısmı da Batı illerine göçtü. Bu gelişmeye karşın, birkaç yıl öncesine kadar nüfusun yüzde 45 kadarı kırda yaşıyordu. Göç etmeyen nüfusun büyük bir kısmı da topraksız ya da az topraklı. CHP’nin 1999’da yayınladığı “Doğu ve Güneydoğu Raporu”nda belirtildiğine göre, Doğudan Batı illerine göçün nedenleri arasında ilk sırada %40.2 ile işsizlik, ikinci sırada %16 ile örgüt baskısı, üçüncü sırada %10’la devlet baskısı, %4.6 ile dördüncü sırada fakirlik ve sonra da %2.5 ile yatırım yokluğu geliyor. Hazırlanışına şimdi HDP milletvekili Celal Doğan’ın da katkı verdiği bu raporda da görüldüğü gibi göçün % 47.3’ ünü işsizlik ve diğer ekonomik nedenler oluşturmaktadır. Bu arada raporda dikkat çeken bir başka nokta da göçte örgüt baskısının devlet baskısının önünde olması.

Tekrar toprak sorununa dönersek, şu soruyu sormak durumundayız: Peki, Güneydoğuda bu kamulaştırmayı-reformu kim yapacak? AKP iktidarı mı? AKP’nin Kürt toprak beylerini karşısına almak yerine, onlarla ittifakı esas almakta olduğu biliniyor. AKP’nin bu bölgede asıl istediği, GAP bölgesine yapılan sulama yatırımları ile Kürt toprak ağalarının tarım kapitalistlerine dönüşmesidir.

Emperyalizme ve feodal işbirlikçilere karşı durmak gibi bir sorunu olmayan HDP’nin son seçim bildirgesinde ne toprak ağalarından ne de onların elindeki büyük topraklardan söz edilmektedir. HDP’nin 1 Kasım 1915 Genel Seçimi öncesinde açıkladığı Seçim Bildirgesinde köylüye toprak dağıtımıyla ilgili söylediği şudur:

“Mayınlı araziler temizlenerek geçimlik tarıma açılacak. Uygun hazine arazileri de topraksız köylülere geçimlik tarım amacıyla dağıtılacak.”

Kendini solda gösteren bir parti nasıl olur da Güneydoğu’nun en önemli eşitsizlik ve gericilik kaynağı olan büyük toprak sahiplerinin elindeki toprakların kamulaştırılmasından söz etmez!?

İşsizliğin, topraksızlığın ve zengin-yoksul farkının yüksek oranlarda olduğu Doğu ve Güneydoğu’da AKP’nin neoliberal, şiddete dayalı politikalarıyla ve HDP-PKK çizgisinin emperyalist devletlerin Ortadoğu’yu yeniden paylaşma siyasasına uygun politikaları ve “ben yaptım-oldu” eylem anlayışıyla bölge halkının hiçbir sorunu çözülemez. Ne ABD-AB ne de Rusya’nın Ortadoğu planlarına güvenilerek oluşturulan politikalarla bölgeye refah da gelmez, kalkınma da. Emperyalizmin tahakkümü altında ne barış gerçekleşir ne demokrasi ne de bağımsızlık, bu yolla ancak daha fazla baskı-kan-gözyaşı ve daha çok sömürü-soygun-talan gerçekleşir.

HDP-PKK halk kitlelerini asıl düşman olan, ülkeyi sömüren, talan eden emperyalizme ve içerideki ortaklarına karşı bilinçlendirip mücadeleye sokmak yerine bu uluslararası güçlerle çeşitli biçimlerde, uluslararası masalarda işbirliği ve ittifaklar yapmaya çalışıyor. Bu politikalarla bir yandan halkı bölüp, aralarında düşmanlıklar yaratırken; diğer yandan da solda görünen ortaklarıyla birlikte işçi sınıfının politikasını onarılması mümkün olmayan yanlışlarla boğuyorlar.

Türkiye’de yaşayan herkes için tek bir kurtuluş yolu var. O yol öncelikle bütün Türkiye’nin emperyalist işgalden kurtuluşunun sağlanmasından geçmektedir. Bu da ancak işçi sınıfının öncülüğünde devrimci politikalarla ve devrimci mücadeleyle Türkiye halkı tarafından gerçekleştirilebilir. Tam bağımsızlığın sağlanmasıyla birlikte, ülkenin her yerinde ve özellikle de Doğu-Güneydoğu illerinde etkili bir toprak reformunun hayata geçirilmesi gerekir. HDP’nin savunduğunun aksine, büyük toprak ağalarından kamulaştırılan topraklar ekonominin merkezi planlaması çerçevesi içinde, ülke nüfusunun hala önemli bir bölümünü oluşturan topraksız ve az topraklı köylülere dağıtılırken; Devletin elindeki büyük toprak parçaları ise kamucu bir yaklaşımla devlet tarafından işletilmeli. Kooperatifleşme ile birlikte, üretim için eğitim, kredi, araç-gereç, tohum, fidan, ilaç, gübre, pazarlama örgütlülüğü vb. imkânlar yaratılmalı. Tarım-hayvancılık ülke ihtiyaçlarının planlaması kapsamı içinde ele alınmalı ve bu alanlarda da sanayileşme sağlanmalı.

Özcesi, HDP’nin önerdiği özyönetimci yoldan gidilerek ne emperyalizmden kurtuluş – bağımsızlık sağlanabilir, ne feodalizmi yıkıp devrimci demokrasi yaratılabilir, ne de kapitalist düzenin yerine sosyalizm kurulabilir. Onların yolu “Tek Yol Devrim” değil, emperyalizmin gölgesinde, feodallerle ittifak içindeki bir Kürt devletine doğru yol almaktır.

Mehmet Ali Yılmaz

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir