Anadolu (Güdül) Türk oyma yazıtlarından bir örnek, MS. 6 – 9’uncu yüzyıllar arasında yapıldığı sanılıyor.
23 Haziran’da PLOS ONE’ da yayınlanan bir makalede; ( https://doi.org/10.1371/journal.pone.0252477) Sidney Üniversitesi ve Vancouver’daki Simon Fraser Üniversitesi’nden arkeologlar “Anglo-Saksonlar tam olarak kimdi?” sorusuna yanıt verecek önemli yeni kanıtlar sergiliyor. İskelet kalıntılarının incelenmesine dayanan yeni bulgular, Anglo-Saksonların Batı Avrupa’dan tek bir homojen grup değil, hem göçmen hem de yerel kültürel gruplardan insanların kaynaştığı bir pota olduğunu açıkça gösteriyor.
Sydney Üniversitesi’nden Profesör Keith Dobney, ekibin sonuçlarının “erken Orta Çağ Britanya’sının Anglo-Sakson krallıklarının çağdaş Britanya’ya çarpıcı biçimde benzediğini – ortak bir dil ve kültürü paylaşan farklı soylardan insanlarla dolu” olduğunu söylüyor.
Bu tür bir araştırma henüz biz de yok. Ama yaklaşık 10 yıl kadar önce Siyasal İslam’ın sözcülerinden AKP MYK Üyesi Prof. Dr. Yasin Aktay’ın “Türk diye bir ırk yoktur” sözleriyle gündeme geldi. Sonrasında da unutuldu gitti.
Konu ile uğraşan bilim insanı Prof. Dr Ömer Gökçümen yapılan bir söyleşide, “Anadolu’da yaşayanlar” diye kategorize edebileceğiniz bir genom var mı?’ sorusuna; ‘Bu analizi yapmadık. Fransa üzerinden konuşalım, çünkü hem genetik bilgi var, hem orta yerde olduğu için Türkiye’ye benziyor. Bir Fransız’ın genomuna bakarak son 200 senedir bir yerde yaşadığını söyleyebiliyoruz. Bunun nedeni bu kişinin tüm atalarının binlerce senedir Fransa’da yaşaması değil, 2-3 yüzyıldır ailesinin Fransa’da yaşaması. Bir analojiyle anlatayım: Masmavi bir ülke düşünün. Bin kişi bu ülkede yaşıyor ve bunların genomunun belli bir yerinde mavi T harfi var. Ve siz 10 kişilik, dizimde T yerine A olan kırmızı renkli bir aileyi alıp mavinin ortasına koyuyorsunuz. Yüzlerce yıl gibi kısa bir süre içinde kırmızı, mavilerin içine karışıyor ve mavinin ortası pembeleşerek yayılıyor ve mavinin rengi hafifçe değişiyor. Bu tip yüz binlerce işarete bakıyorsunuz ve bir insanın mavinin, kırmızının neresinde olduğunu bulabiliyorsunuz. Bu kadar. Yoksa “Fransızlar binlerce senedir orada, Fransız genleri var” veya “Bu adamda çok fazla Alman geni var, Almanya’dan geliyor olsa gerek’” diyemiyoruz.’
Diye anlatmıştı sorunu.
Milat sonrası, Roma ve Han İmparatorluklarının ardından çeşitli coğrafyalarda belirginleşmeye başlayan bir takım isimlendirmelerin, Çin, Rus, İngiliz, Fransız, Alman, Türk, özellikle coğrafyada izini sürmek tarihsel olarak da mümkün.
Hem göçmen hem de yerel kültürel gruplardan insanların kaynaştığı bir pota denince akla ilk gelen coğrafyalardan birinde yaşıyoruz.
Bugünkü yaşayanlar ile en az 15 bin yıl öncesi yaşayanların genetik özelliklerinin incelenmesi ilginç olurdu.
Günün birinde gerçekleşir umarım.
Tarihi kayıtlar üzerinden, doğal seyirle oluşmuş iki kavramın, Rum ve Türk’ün tarihini anlatmayı deneyelim. Roma resmi başkenti İstanbul’a taşır biliniyor. Eski başkentte kabul görmez bu yer değiştirme. Bir mücadele konusudur. Çok geçmeden Batı Roma fiili olarak Germen kabileler tarafından ortadan kaldırılır.
Doğu Roma bir adım daha atar Hıristiyanlığı resmi din olarak benimser. Doğu Romalı olmanın koşulu Hıristiyan olmaktır. En önemlisi de İncil’in dili Grekçedir. Bu iki koşul nüfusun Hellenleşmesini getirir. Bütün yerel inanç merkezleri yıkılır, yerlerine kiliseler inşa edilir. Halk yerel dilini unutur. Potada erir.
Bu gelişmelerin yanısıra Coğrafya epeyce göç alır. (Aşağıdaki bilgiler, Konuya dönük derli toplu iki kaynaktan.
Biri; Anadolu ve Rum göçmenlerin kökeni, 1922 Emperyalist Yunan Politikası ve Anadolu Felaketi, Dr. Georgios Nakracas
İkincisi; Karamanlı Ortodoks Türkler, Yonca Anzerlioğlu)
Örneğin;
-‘(Bithinya’da) İ.S. 6. yüzyıla dek Bithin-Thrak kökenli topluluklardan oluşuyordu; sınır bölgelerinde ise Frigler, Galatlar ve Gotlar vardı. Bithinya’da Yunan kökenli sakinler, önemsiz sayıda bir topluluk oluşturuyor ve yalnızca Marmara Denizi kıyılarındaki Kios (Gemlik) ve Nikomedeia (İzmit) kentleri ile Karadeniz’in Herakleia (Ereğli) kentinde yaşıyorlardı.
Bithinya’nın o zamana dek var olan demografik yapısındaki ilk önemli değişiklik, Bizans imparatorlarının oraya zorla göç ettirdikleri Slavlarla oldu. İmparator II. Konstans’ın uygulattığı ilk Slav yerleşimi, İ.S. 642 ile 668 yılları arasında gerçekleşti; ancak yerleştirilen göçmenlerin sayısı yaklaşık olarak bile bilinmemektedir. Theophanes, Arapların Anadolu seferinde Bithinyalı 5.000 Slavın onların saflarına geçtiğini anlatmaktadır. İkinci bir Slav yerleşimi, İ.S. 688’de gerçekleşti. O yıl imparator II. İustinianus, çok sayıda Slav ve Bulgar tutsağı Bithinya’ya taşıdı. BizanslIlar, Arap akutlarına karşı koymak amacıyla, bu Slavlardan 30.000 kişilik asker topladılar; fakat bunlardan 20.000’i Arap saflarına geçti ve geriye kalan 10.000’i öç için aileleriyle birlikte yok edildi (bkz dipnot 35). Çağdaş Yunanlı yazarlar, ilgili Bizans metninin bu yorumunu kabul etmeyip, Slavların yok edilmediklerini ve komşu bir bölgeye taşınıp orada daha sonraları başka Slav göçmenlerle takviye edildiklerini iddia etmektedirler. İstatistiklere göre 30.000 kişilik bir asker topluluğu, yaklaşık olarak 200.000 kişilik bir nüfusa tekabül etmektedir; bu veri, Bithinya nüfusunun nice büyük bir soy-budun değişikliğine uğradığını göstermektedir. Bithinya’ya üçüncü bir Slav yerleşimi İ.S. 765 tarihinde gerçekleşti. Patrik Nikolaos’a göre, o yıl imparator IV. Konstantin, Bithinya’daki Artana Çayı yakınlarına 208.000 Slav taşıdı. Bithinya kıyılarında bugün bile Slavca yer adları muhafaza edilmektedir.’ (Nakracas)
-‘Bir yeni budunsal öğe de, İ.S. 6. yüzyılda İustinianus’un Kartaca bölgesinden Anadolu’ya zorla yerleştirdiği Vandallar olmuştur. Anadolu’daki Vandal varlığı, tarihte 250 yıl sonra doğrulanır. İ.S. 820’de Vandallar, Thomas Slavos liderliğindeki ihtilal ordusunda yer aldılar.
….
İ. S. 820 tarihinde, Thomas Slavos’un, Frig kökenli imparator II.Mikael’e karşı örgütlediği isyanda, Pontus’un Kalde bölgesinden çekilirken aynı bölgeden topladığı ordu, Kaldeli, Paulusçu, Med, Vandal, Got, Alan, Sarazen, Mısırlı, Süryani ve Çingenelerden oluşuyordu. Thomas ordusunun saflarında Hellenlerin veya Hellence konuşan kişilerin bulunduğundan söz edilmemektedir. ‘ ‘ (Nakracas)
-‘Visigotların İtalya’ya indikleri dönemde, onların önemli bir bölümü soydaşlarının İtalya’ya giden başlıca akımına katılmayıp, bugünkü Türk kentleri Kütahya, Eskişehir ve Afyonkarahisar’la çevrelenen batı Frigya bölgesine yerleşti. Batı Frigya’ya yerleşen Visigotların sayısı tam olarak bilinmemektedir. Bilinen bir şey, İ.S. 399 tarihinde batı Frigya’dan gelen 35.000 Got askerinin Bizans’a karşı bir ayaklanma çerçevesinde İstanbul’a yürüdüğüdür. Bu askerî güç, 100 bin ile 200 bin kişilik bir nüfusa tekabül etmektedir. Visigotların gelişiyle, batı Frigya soy mozaiğiyi, özellikle Gotlardan, onlarla birlikte sayıları bilinmeyen Frigyalılardan, ayrıca Lidyalı, Pers, Hıristiyanlaşmış Yahudi ve Hıristiyanlaşmış Romalı kalıntılarından kuruldu. Bu bölgeye ilişkin bibliyografyada Yunan kökenli topluluklardan söz edilmemektedir.’ ‘ (Nakracas)
-‘İ.S. 834 tarihinde 7-30.000 İranlı Bizans’a sığındı. Liderleri Babek ile Nasr idi; bunlardan İkincisi Hıristiyan oldu ve Theophobos adını aldı. Dört yıl sonra imparator Theophilos güvenlik nedeniyle İranlıları imparatorluğun çeşitli bölgelerine dağıttı.” (Nakracas)
-‘Bibliyografyaya göre Bizans’a Arap yerleşimi, hem de büyük çapta bir yerleşim, İ.S. 941 tarihinde gerçekleşti. O yıl Banu Habid aşiretinden Hamdanî adıyla bilinen 12.000 Arap aileleriyle birlikte Bizans’a ve büyük bir olasılıkla Anadolu’ya yerleşti. Toplam olarak sayısı 50.000’lere ulaşması gereken bu Arap nüfusun tümü Hıristiyan ve Bizans vatandaşı oldu. Karya bölgesinde besbelli bu Arapların torunları olan bir “Esmerler” kolonisinden söz edilmektedir”.
Özellikle doğu Anadolu’ya Hıristiyan ailelere içgüvey olarak çok kez Arap tutsaklar yerleştirildi; bunun karşılığında o aileler üç yıl boyunca bazı vergilerden muaf tutuldu. Aynı dönemde Suriyelilerin İsauriya’ya kitlesel göçleri oldu” (Nakracas)
-‘Bir Bulgar göçmen kitlesi İ.S. 811’de Bizans’a sığındı ve imparatorluğun çeşitli bölgelerine yerleştirildi. Ayrıca Basileios Bulgaroktonos (Bulgarkıran) Anadolu’ya çok sayıda Bulgar yerleştirdi; 11. yüzyılda Efes yakınlarındaki bir Bulgar kentinin nüfusu büyük bir olasılıkla bu Bulgarlardan geliyordu.” (Nakracas)
-‘Anadolu’ya Kumanlar ilk kez İoannes Vatazes’in hüküm sürdüğü dönemde (1222-1254) yerleştiler. Daha ayrıntılı olarak, o dönemde Tatarlardan kaçan 10.000 Kuman Bizans’a sığındı. Bunlardan birçoğu Frigya bölgesine; bugünkü Kütahya, Eskişehir ve Afyonkarahisar ile belirlenen bir bölgeye yerleşti. Bir bölümü Maiandros (Büyük Menderes) Irmağı bölgesine yerleşti.
İzmir bölgesine yerleşenler ise, Mikael Palaiologos döneminde Hıristiyanlaşıp, devletin yüksek yönetici kadrolarında bile yer aldılar.
Balkanlardaki Kumanlar, tüm ulusal ve kültürel niteliklerini yitirip, çeşitli Balkan bölgelerinde çeşitli uluslarla kaynaştılar. Bugünkü binlerce Yunanlı, Bulgar, Makedon ve Türk, ortak kökenlerinin tek ulusal kalıntısı olarak Kumanis, Kumanidis, Kumanos, Kuman, Koman, Komanof ve Kumanova gibi adlar taşımaktadır.” (Nakracas)
-‘Malazgirt Savaşı’ndan kısa bir süre önce Bizans ordusundaki Franklar ve İskit olarak tabir edilen Peçenekler ve Uzlar, Selçukluların işgal etmiş olduğu Ahlat’a keşif birliği olarak gönderilmişlerdir. Romanos Diogen kendi muhafız birliklerini ise Magistros Joseph Tarkhaniote komutasında Malazgirt önlerine göndermiştir. Magistros Joseph Tarkhaniote’un adı oldukça ilgi çekicidir. Muralt’ın eserinde Tarkhaniote’un kökeni hakkında bir bilgi bulunmamakla birlikte, Tarkhaniote’un Tarkan adının Bizans’taki söyleniş tarzı olduğu olup olmadığı sorusu akla gelmektedir.
26 Ağustos 1071 gecesi olanlar Bizans’ın Malazgirt Savaşı sırasında uğradığı ağır yenilgide büyük bir etken olmuştur. Vryonis savaş sırasında Anadolu’da bulunan Attaliates’e dayanarak şu bilgileri vermektedir:
“İmparator orduları önüne katıp düşmana doğru ilerlerken ortada kimsenin olmadığını görerek, kampa geri döner. Gece Uzlar kampın dışında, tüccarlarla alış veriş ederken Türkler(Selçuklular) kampın etrafında dolaşarak kampı ok yağmuruna tutarlar. Bunun, üzerine Uzlar kampın içine doğru çekilirler.
Gökyüzünde o gece ay yoktu ve karanlık bir geceydi. Eğer bu karmaşada Türkler kampa girselerdi kovalayan ve kovalanan birbirinden ayırt edilemezdi”.
Vryonis, Attaliates’in sözlerine dayanarak Bizanslılar açısından Uzlar ve Selçukluların birbirlerine benzediklerini vurgularken, gece boyunca kampın etrafında dolaşan, gürültü çıkarıp ok atan Selçukluların bu hareketleri sonucu sabah birçok Uz’un liderleri Tamis ile birlikte Selçuklu safına geçtiklerini belirtmektedir. Bu durum Bizanslı generaller üzerinde olumsuz bir etki yaratmış ve diğer Uzların da saf değiştirebileceği korkusu orduda genel bir tedirginlik yaratmıştır. Vryonis, Uzlara güvenilemeyeceğinin Bizanslılarca bilindiğini, nitekim böyle bir tecrübenin daha önce de yaşandığının altını çizmektedir. IX. Constantin döneminde Selçuklulara karşı savaşmak üzere Anadolu’ya geçirilen Uzlar saf değiştirerek Boğaz’ı geçip Balkanlar’a geri dönmüşlerdir.’ (Anzerlioğlu)
-‘Orta Çağ Bizans tarihçiliğinde önde gelen isimlerden olan Niketas Khoiates eserinde Miryakefalon yenilgisinden şu şekilde bahsetmektedir:
“Karanlık savaşı durdurunca herkes başını ellerinin içine alıp devam eden tehlikeyi gözönünde bulundurarak şaşkın şaşkın kalakaldı. Herkes her şeyden önce barbarlar ordugahın etrafında çepeçevre dolaşıp yüksek sesle daha önce Hıristiyanlığı kabul ettikleri için veya ticari çıkarları yüzünden Bizanslılara katılmış olan soydaşlarını kendi taraflarına geçmeye davet ederek soydaşlarına bu gece içinde Bizans ordugahını terk etmelerini, çünkü gün ışır ışımaz ordugahta, bulunanların tümünün mahvedileceğini bildirmekteydiler.” (Anzerlioğlu)
-‘Özellikle 11. yy. sonundan itibaren Bizans hizmetine giren Türkopoller adı verilen bu Türk grupları kimlerdir? Neden onlar Peçenek, Uz ve Kuman Türklerinden ayrı olarak isimlendirilmişlerdir?
Bu konuda 11. yy. ve 12. yy. Bizans kronikleri ve Haçlı seferlerine katılan özellikle Latin komutanların hatıratları incelendiğinde geniş bilgilere yer verildiği görülmektedir. Dolayısıyla, Türk tarihinin bilinmeyen veya karanlıkta kalmış birçok yönünün aydınlığa çıkarılması için Bizans ve Latin kaynaklarının özellikle incelenmesiyle konu ile bağlantılı detaylı bilgilere ulaşılabileceği söylenebilir.
Büyük Yunan Ansiklopedisi’nde Türkopol maddesinde “Bizans askeriyesine mensup olan sonradan Hırıstiyanlaştırılmış Türk paralı askerlere verilen isimdir” şeklinde tanımlanan Türkopol terimi için yine aynı maddede ilk Türk paralı askeri birliklerinin Aleksios Komnenos döneminde oluşturulduğu ve 1097 İznik kuşatmasında yer aldıkları belirtilmiştir. Diğer taraftan, konu ile ilgili olarak Alexis Savvides’in “Late Byzan tine and Western Historiographers on Turkish Mercenaries in Greek and Latin Armies: Tize Turcoples/Tourkopouloi” başlıklı çalışmasında Tourkopouloi kelimesinin Türklerin oluşturduğu askeri birliği ifade ettiği belirtilirken bu birliğin temel özelliğinin Türk kökenli ve Müslümanken Hıristiyanlaşan Bizans ve doğulu Frank kuvvetlerinde paralı askerlik yapan kişiler ve bunların Grek kadınlarla evlilikleri sonucu dünyaya gelen çocuklarından oluşan askeri birlik olduğu vurgulanmaktadır. Burada belirtilen bilgilere göre Türkopol birlikleri önce Müslümanken sonra Hıristiyan olan Türklerden oluşmaktadır. Bu durumda önce Müslüman olan ifadesiyle büyük bir ihtimalle Peçenek, Uz ve Kuman gibi Karadeniz’in kuzeyinden geçerek Balkanlar’a inen ve böylece Bizans ile sınır komşusu olan Türk boylarının dışında bir Türk varlığı söz konusudur. Dolayısıyla, önce Müslümanken sonra Hıristiyan olan Türkopollerden kastedilen kişilerin imparatorluğun doğusunda sınır komşusu olan Türklerin, yani Selçukluların olabileceği anlaşılmaktadır. Burada diğer Türklerin yani Peçenek, Uz ve Kumanların bu birliklerden ayrı tutulup tutulmadığı konusunda Savvides’in şu ifadeleri ilgi çekicidir:
“Hıristiyanlaşmış Türkopoller doğrudan Selçuk ve Türkmen paralı askerlerinin soyundandır. Bunlar 11 .yy’ın son dönemi ile 12.yy.’da Komnenoi ve Angeloi dönemlerinde Hıristiyan kadınlarla evlenen ve Bizans kuvvetlerinde savaşan kişilerdir. Asken yetenekleri yönünden de Selçuk ve Türkmen savaşçılarının sahip olduğu neredeyse aynı sistemde savaş taktikleri, vardır. 13.ve 1 4.yy’larda. Bizans ordusunun standart, birlikleri haline gelmişlerdir. Ok ve yay kullanmada ustadırlar ve Türk savaş taktiklerini kullanmaktaydılar”. (Anzerlioğlu)
Gelişmelerin sonucu Bölge adı Diyar’ı Rum’dur.
Hıristiyanlık uzunca süre Ortodokslar tarafından temsil edilir.
Katolik Papalığın Roma sonrası Avrupa’da düzeni yeniden inşa etme eylemliliği uzunca süre sonra meyvesini verir. Yeni bir Hıristiyan odak ortaya çıkar. Bu güç Haçlı seferleri ile ilk kez tarih sahnesinde yer alır. Müslümanlar kadar Ortodokslar da nasibini alır bu yağmacı seferlerden.
Türklerin Anadolu’da görünmesi ve Doğu Roma’nın giderek erimesi sonucunda Ortodokslar, Türkler mi/Katolikler mi ikileminde tercihlerini çoğunlukla Türklerden yana yaparlar.
Üç etnik unsura, Türk, Rum, Ermeni, dayanan İmparatorluk Eski doğu Roma topraklarında hızla egemen olur.
Kurulan bu işbirliği 19 yy’a kadar devam eder.
Anadolu’nun doğu sınırlarında beliren Selçuklu Türkleri engel tanımadan ilerlediler, ‘Arapların önceki 300 yıl içinde başaramadıklarını 10 yıl içinde başardılar. Bibliyografyada Selçuklu Türkleri ile Bizanslılar arasında cereyan eden önemli bir savaştan söz edilmemektedir. Bu olay, Anadolu topluluklarının istilacılara karşı neredeyse hiç direniş göstermediklerine işaret etmektedir. Anadoluluların Selçuklu istilacılarına karşı hiçbir askerî direniş göstermemeleri, önceki Bizans döneminde yönetenler ile yönetilenler arasındaki ilişkilerin çok düşük bir düzeyde oluşuna bağlanmaktadır. Bilinen bir olay, Makedon Hanedanının hüküm sürdüğü yıllarda derebeylerin, imparatorların da katkısıyla, küçük toprak sahiplerini tam anlamıyla ezdikleri ve onları toprak kölelerine dönüştürdükleridir. Makedon Hanedanı yıllarında Anadolu Bizans toplumunda mülkiyet ilişkilerindeki değişiklik şu yolla gerçekleşmişti: Büyük çiftliklerde ve Kilise topraklarında yapılan üretim her çeşit vergiden muaf tutulurken, küçük üreticilere %90’lara varan çok ağır vergiler konuyordu. Bu ezici vergilendirme yüzünden özgür üreticiler kendi başlarına var olmayı sürdüremiyor ve topraklarını gönüllü olarak derebeylerine bağışlayıp, geçinebilmek için toprak kölesi olmayı yeğliyorlardı. Derebeyleri ise, boyun eğmeyen az sayıdaki özgür rençperleri, “sopalılar” diye adlandırılan adamlarının yardımıyla ikna ediyorlardı. Çimiskes’ler, Phokas’lar, Bardas’lar gibi imparatorlar veren Bizans aristokrasisinin bu toplumsal politikası, Anadolu’nun en büyük bölümünde Bizans yönetiminin sona erişine de damgasını vurdu. Bizanslı yazar Khionates’in anlattıklarını Fotiadis şöyle yorumlar: “…böylelikle sonunda Hellen kentleri tümüyle barbar sömürgeleri olmayı yeğliyorlardı ve vatanlarını seve seve ödün olarak verdiler ” (Nakracas)
‘Türkler İmparatorluğun(Bizans’ın) yaşadığı ahlaki ve toplumsal bu çifte bunalımdan haberdardı. Türklerin iyi ahlaklılığı 15. yüzyılın ikinci yarısındaki yabancı gezginlerce de aktarılmıştı. Öyle ki, Türk adı “toplumsal adalete önem veren erdemli kişi” anlamını karşılar olmuştu. Sonuçta Osmanlı fethi, Türkler tarafından olduğu kadar, Yunanlılar tarafından da Tanrı’dan istenen bir olay haline gelmişti.’ (Nakracas)
‘Hıristiyanları zorla İslâmlaştırma istisnaî bir olaydı; böylesi bir İslâmlaştırma, Komana ve Horum kentlerinde, bu kentler Danişmendliler tarafından fethedildikten sonra uygulandı.’ (Nakracas)
‘Selçuklu devletinde Yunanca konuşan Hıristiyan nüfusun gittikçe azalması, Hıristiyanların özellikle kendi isteğiyle Müslüman olmalarına bağlanmaktadır. İslamlaşmayı bir yere dek şu etken de kolaylaştırmıştır: Kapadokya Hıristiyanları, büyük ölçüde Ortodoks olmayıp, heretik’tiler; yani Paulusçu, Manişeist, Monofızit v.b., ve İstanbul’daki Ortodoks Bizanslılara karşı büyük bir kin besliyorlardı. Bu tutumları, 1071 Malazgirt savaşında istilacı Selçuklu Türklerine karşı hiçbir askerî direniş göstermemeleriyle de ortaya çıkmıştı.
Kendi isteğiyle Müslüman olan Bizanslılar tarihte Gulâm sıfatıyla bilinir. Onlar çoğunlukla Abdullah adını alıyordu ve artık bu ad “din değiştirmiş kişi” anlamını kazanmıştı. Binlerce Hıristiyanın kendi isteğiyle İslamlaşmasında Mevlevi tarikatı önemli rol oynadı. Mevlevî tarikatının kurucusu Celâleddin Rumî, 18.000 Bizanslıyı İslâmlaştırdığını söylüyordu. 1320’de onun torunu Amir Arif’in cenaze töreninde yeni bir kitlesel İslamlaşma oldu. İsteyerek İslamlaşma, yalnız halk tabakalarına özgü bir olay olarak kalmadı, Bizans ve Ermeni yerel aristokrasilerini de kapsadı. Aristokrasi sınıfı böylelikle hem topraklarını hem de toplum içindeki saygınlığını korudu. Gerek 11. yüzyılda gerekse sonraki 200 yıl içinde birçok Bizanslı asilzadenin ayrıcalıklarını devam ettirmek amacıyla Müslüman olup, tarihe Türk olarak geçtiklerinden söz edilmektedir.’ (Nakracas)