Search
Close this search box.

Türkiye’nin Demokratikleşme Ya Da Gericileşme Süreci-III-Mehmet Ali Yılmaz

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Türkiye gibi dünyanın en stratejik bölgelerinden birinde yer alan ve özellikle Sovyetler

Birliği ile uzun bir sınıra sahip olan NATO üyesine ve bu üyenin içişlerine ABD özel bir ilgi gösterecektir. Bu ilgi doğrultusunda ilişkileri ve kontrolü daha da geliştirmek için Bağdat Paktı ABD gözetiminde Türkiye, Pakistan, Irak, İran ve İngiltere tarafından 1955’te kuruldu.

Daha sonra adı CENTO olacak olan bu kuruluşa ABD doğrudan üye olmayarak paktın Amerikan kontrolünde, yönlendirmesi altında olmasını gizlemeye çalışacaktır.

TÜRKİYE’NİN DEMOKRATİKLEŞME YA DA GERİCİLEŞME SÜRECİ-III

1953’de İran’da CIA’nın devirdiği Musaddık

Sol Karşıtlığı Demokrasi ve Özgürlük Karşıtlığıdır

Türkiye’deki sağcılar ve onların arkasındaki güçler, sol-sosyalizm karşıtlığını “demokrasicilik”, “hürriyetçilik” ve bunların türevleri gibi sunarak, gerici-faşist içerikli düşünce ve faaliyetlerinin üstünü örtmeye çalışmışlar ve halkı bu yolla aldatmışlardır. Solculuk-devrimcilik, Amerikan sağcılığının politik ve ideolojik saldırganlığına göre, onların izinden gidilerek yasaklanmış, ezilmeye çalışılmıştır. ABD sağcılarının dönemsel saldırganlıklarına uyum içinde, zamana göre, “McCarthy’cilik” yapılmış ve solculuk “vatan hainliği” ile eş düzeye indirgenerek itibarsızlaştırılmaya çalışılmıştır. Bu arada sağcı iktidarlar faşist uygulamalarını, gerici politikalarını “muhafazakârlık” görüntüsü ile topluma sunarak özellikle dindar halk kesimlerinin bu politikaları desteklemesini sağlamışlardır. Sola yönelik yürütülen ideolojik saldırılar ve haksız karalamalarla halkın önemli bir kısmının sosyalizmi “dinsizlik” olarak algılamasını sağlamışlar ve özellikle komünizm kavramına karşı kafaları bir “küfür” gibi şartlandırmışlardır. Anti-komünizm silahını yüzyıldır ellerinden bırakmayan sağcılar “hürriyetçilik” ve “demokrasicilik” propagandası altında hem halkçılığın ve toplumculuğun hem de gerçek demokrasinin ve bağımsızlıkçılığın gelişme ortamlarını boğmuşlardır. 1920’lerden sonra halk üzerinde kaybetmeye başladıkları gerici hegemonyalarını, 1940’ların sonlarından itibaren küflenmiş ideolojilerine sararak yeniden güçlendirmeye başlamışlar ve böylece her türlü talanlarını rahatlıkla sürdürmenin yeni yöntemlerini uygulamaya koymuşlardır.

Bu gerici diktatorya, “toprak reformu” gibi Ortaçağ düzeninin dayanaklarını ve kalıntılarını etkisizleştirecek ve demokrasinin alt yapısını kuracak bir girişimi bile toplum üzerindeki hegemonik etkileri çözülecek diye engellemişler ve bu reformu savunanları komünistlikle itham etmişlerdir. Bu gerici zihniyetin sahipleri, Köy Enstitüsü gibi eğitim alanındaki ilerici bir atılımı akamete uğratarak cehalete karşı savaş açmış olan Hasan Ali Yücel gibi aydınlanmacıları “komünistlik” suçlaması(!) ile, gerektiğinde yargıyı da kullanarak, etkisizleştirmişlerdir. Sabahattin Ali’yi katlederken; Nazım Hikmet’i hapisten çıkmasına rağmen kaçırıncaya kadar takibat ve faşist saldırganlıkla sindirmeye ve hatta yok etmeye uğraşmışlardır.

1950’lerde de, 60 ve 70’lerde de, daha sonraki yıllarda da ve günümüzde de sağcı iktidar sahipleri, halkı dinciliğin ve irticaının karanlığında ama mutlaka soygun ve sömürü düzeninin pençesinde yaşatabilmek için solu ezmişler, demokrasiyi ise amaçlarına ulaşmanın aracı olarak görmüşlerdir. Bu arada kendileri ve yakınları olağanüstü düzeyde zenginleşmiş (istisnası çok azdır), çoğunlukla kürsülerde aleyhinde atıp tuttukları Batı’nın- sosyetenin yaşam tarzını benimsemekten de geri kalmamışlardır. Halkın önünde en koyusundan dindarlık görüntüsü yaratırlarken; israfın her türlüsünden geri kalmamışlardır. Halkın-devletin parasını har vurup harman savurmada birbirleriyle yarışmışlar, özellikle özelleştirmelerde, ihalelerde ve imar düzenlemelerinde yapılan yolsuzluklarla olağan üstü düzeylerde zenginleşmişlerdir. Halka çocuklarını okutmaları için İmam Hatipleri gösterirlerken kendi çocuklarını yabancı ülkelerde (bazıları zenginlerin paraları ile) okutmaktan geri durmamışlardır. Özellikle çocuklarının Amerikan (Batı)kültürü ile yetiştirilmesine özel bir önem vermişlerdir.

Osmanlının son dönemlerinde gericilerden ve egemenlerden kaynaklanan yenileşmecilik, aydınlanmacılık düşmanlığı; İkinci Yeniden Paylaşım Savaşından sonra ABD emperyalizminin hegemonyası altına girilmeye başlanmasıyla birlikte başta bağımsızlıkçılık hedefe oturtularak, özgürlük ve sosyalizm karşıtlığı şeklinde sürdürülmeye başlandı. Her türlü ilerici-demokrat ve devrimci eğilim, hareket, faaliyet ve örgütlenmeye karşı yeni yeni tedbirler, yasaklamalar ve engeller oluşturulmaya başlanıyordu. Bu Amerikan patentli yeni dönemin bütün baskıcılığı, yolsuzlukları “çok partili hayat” ve “sandık” örtüleriyle kamufle ediliyordu. Özellikle ABD’nin Sovyetler Birliği’ne karşı geliştirdiği stratejik politikalar nedeniyle yeni uluslar arası örgütler kuruluyor, yeni anlaşmalar ve yeni planlar yapılıyordu. Bu girişimler, “demokrasi”, “hürriyet”,”Küçük Amerika olacağız”, “Her mahallede bir milyoner yetiştireceğiz” yaygaraları arasında gerçek demokrasi ve gerçek özgürlüklerin boğulmasını sağlamaya dönüktü ve bunların birçoğu iç ve dış kamuoyundan gizli bir şekilde yapılmaktaydı. 1947’den itibaren içerdeki egemen sınıfların emperyalizm ile oluşturmaya başladığı ittifak ilişkisi esasen bir bağımlılık ilişkisiydi ve atılan stratejik adımlar bu ilişkinin içselleştirilmesine dönüktü. Ülke giderek daha çok yoğunlaşan bir şekilde ABD emperyalizminin ekonomik, politik, askeri ve ideolojik-kültürel hegemonyası altına sokuluyordu. ABD ile yapılan bütün ikili anlaşmalar bu bağımlılığı güçlendiren işbirlikleriydi ve bu adımlar ülkemizde gelişebilecek ilerici-devrimci hareketleri ezmeye dönüktü.

“Dolaylı Saldırı” Anlaşması ve Önemi 

ABD, zaten sona ermiş sayılan İkinci Paylaşım Savaşını bitirmek istediği için değil dünyaya gözdağı vermek için Japonya’ya atom bombasını attı. Tek başına atom bombasına sahip olduğu için bu silahın yaydığı korkuyla dünyaya her istediğini yaptıracağını düşünüyordu. Ama kısa bir süre sonra bu bombaya Sovyetler Birliği’nin de sahip olması Amerika’nın bu planlarını bozdu. Nükleer silahların büyük yıkıcı etkisinden dolayı ABD Genel Savaş stratejisinin yanı sıra, Sınırlı Savaş stratejisini geliştirdi. Böylece ABD, savaşın kendi öz sınırlarının ötesinde, savaşacağı ülkeye yakın, o ülke ile sınırı olan devletlerin topraklarında gerçekleşmesini sağlayarak kendi halkını ve topraklarını savaştan korumuş olacaktı. Daha açığı, baş düşmanı Sovyetler Birliği ile sınırı olan ülkelerde (Türkiye gibi) üsler kurarak, askeri yığınaklar yaparak muhtemel savaşı bu müttefik ülkelerin topraklarında kabul ederek kendi ülkesini koruma altına almayı amaçlıyordu. Diğer yandan başlıca amaçlarından birinin de ulusal kurtuluş hareketlerini ezmek olduğu bilinen ABD’nin ortaya attığı Sınırlı Savaş stratejisinin kapsamının 1960 yılına doğru genişletildiğini görüyoruz.

 “Öyle ki, bu geniş kavram içine hem lokal harpler, hem de konvansiyonel olmayan harpler girmektedir… bu harp stratejisindeki ilk ayırmayı NATO Başkomutanı Lemnitzer yapmıştı.” (M. Fahri, Amerikan Harp Doktrinleri, s.295, Yön Y, 1966)

Amerikan emperyalizminin hegemonyasını yaymak için en fazla çaba harcayan, sömürü ve talanın başarılı şekilde sürmesi yolunda çok çalışan H. Kissinger , “Lokal Savaş” yerine “Lokal Savunma” kavramını kullanarak yeni savaş stratejisinin akıl hocalığını yaparken gerekliliğini de ortaya koyuyordu:

“Eğer hür dünya yavaş, fakat sürekli bir erozyondan kurtulmak istiyorsa, Lokal-Savunma harplerine hazırlanmalı ve bu harpler için gerekli tedbirleri alıp, gerekli orduyu kurmalıdır. Sömürgeciliğe karşı ayaklanma hareketinin hemen her tarafı sardığı bir dönemde, Pentagon’daki bazı otoriteler hala Toptan-Red ve Yıldırma stratejisinde inatla ayak diriyorlar. Bir taraftan, hür dünyanın sosyalist devletlere karşı konvansiyonel kuvvetlerde bir denge kuramayacağını söylerken, diğer yanda Yıldırma stratejisinde ayak diremek, anlaşılmaz bir tutumdur.” (H. Kissinger, aktaran M. Fahri, age, s.295-96)

1970’lerde ABD’nin Dışişleri Bakanlığını yapan H. Kissinger’in bu fikrini Başkan Kennedy’in siyasi danışmanlığını yapan Samuel Huntington sürdürüyordu:

“Önümüzdeki on yıl içinde, doğrudan doğruya saldırılarla devletlerin sınırlarına tecavüz etme imkanları gittikçe azalmaktadır. Bu cinsten saldırıların yerini, devletlerin kendi sınırları içindeki hükümet darbeleri, gerilla hareketleri ve iç harplerin alması imkanları ise artmaktadır. Böyle bir durumda Amerikan silahlı kuvvetlerinin, Amerikan dostu olan hükümetlere veya hareketlere yardım etmek maksadıyla kullanılması ister istemez bu devletlerin iç işlerine karışma ve müdahale etme sonucunu verecektir. Bu kaçınılmaz zorunlu müdahaleler, kullanılacak silahlı kuvvetlerle, diplomatik amaçların iyice incelenmesini, değerlendirilmesini ve bunlar arasındaki sıkı ilişkilerin daima göz önünde tutulmasını gerektirmektedir. Bu bakımdan yeni bir stratejik kavrama ihtiyaç vardır. Kullanılacak silah ve taktiklerden, yapılacak siyasi ve askeri işbirliği için gerekli olan araçlara kadar her şeyi hesaplayan bir stratejinin tespiti zorunlu olmuştur.” (Samuel P. Huntington’dan aktaran M. Fahri, age, s.296-97)

1977-78 yıllarında ABD Başkanı J. Carter döneminde Beyaz Saray Güvenlik Planlama Koordinatörü olan Huntinton, 1993’de ortaya attığı “Medeniyetler Çatışması” teziyle daha fazla tanınmaktadır. Kissinger ve Huntinton’dan yaptığımız yukarıdaki alıntılarla, Amerikan’nın derin stratejistlerinin, önemli araştırmacılarının ve politikacılarının bütün amaçlarının Amerikan sömürüsünün, hegemonyasının sürdürülmesi için dünyadaki yeni gelişmelere göre yeni politikalar ve stratejiler üretmeyi esas aldıkları anlaşılmaktadır. Türkiye’yi de yakından ilgilendirecek bu yeni stratejik kavram hakkında Amerika’nın en yukarıdaki yöneticilerini yönlendiren tekellerin önde gelenlerinden Rockefeller grubunun hazırladığı raporda, ABD’nin dünyanın birçok yerinde ortaya çıkan muhalif ve silahlı hareketlerle baş etmesinin güçlüğünden hareketle yeni taktikler, stratejiler öneriliyordu. Bu tespitler yapılırken kullandıkları bazı ifadelere dikkat etmek gerekir. Bu raporu okuyanın üzerinde Amerika’nın Vietnam’da, güney Amerika ülkelerinde, Ortadoğu’da sanki saldırıya uğrayan ülkeymiş gibi bir etki bırakılmaya çalışılmaktadır. Raporda kullanılan dil ve kavramlar öyle bir kanı yaratmaya dönüktür. Sanki Amerika, emperyal amaçları olan ülke değil de “güvenliği” tehlikeye düşmüş, “tehdit” ve “saldırı” altında olan bir ülke gibi gösterilmektedir. Bu da emperyalizmin propaganda dilidir. Gerçeği gizlemek için bu yanıltmayı hep yaparlar, bunu bir kural haline getirdiklerini birçok rapor ve yayınlarında görürüz.

“Bizim güvenliğimizi sadece açık saldırılar tehdit etmiyor. Bu açık saldırıların yanında, ondan daha tehlikeli, fakat saldırı görünüşünde olmayan başka cins tehditler de vardır. Bu tehditler, içerden yapılmak istenen değiştirme ve dönüşümlerdir. Bu maskeli saldırılar, bazen iç harp şeklinde, bazen ihtilalci hareket şeklinde, bazen demokratik akımlar ve reform hareketi biçimlerinde karşımıza çıkmaktadır. Bu alanda Yunanistan bize birinci örneği, Vietnam ikinci örneği ve nihayet Ortadoğu olayları üçüncü örneği verdi.

“Bizim amacımız, bu ve buna benzer akımları önlemek olmalıdır. Bu akımlar, dikkatleri üzerine çekecek dereceye geldiklerinde, o vakit bizim izlememiz gereken iki yol vardır. Gerek bizim, gerekse komünist olmayan diğer dünya devletlerinin güvenliğini sağlamak için, mahalli kuvvetler ve akımlar tarafından sıkışık durumda bırakılmış olan dost hükümet ve rejimlere silahlı yardımlar yapmak zorunluluğunu duymalıyız. Bu zorunlulukla yapılacak askeri müdahale, ne klasik askeri stratejiye uymakta, ne de geleneksel diplomatik müdahaleye benzemektedir. Bu askeri müdahalenin kendine özgü bir biçimi ve niteliği vardır.(Prospects of Amerika. The Rockefeller Panel Reports, aktaran M. Fahri, s.297-98, abç.)

Rockefeller grubunun bu raporu herhangi bir firmanın görüşleri değildir. Özellikle Cumhuriyetçi Parti bu grubun özel partisi gibidir. Başkan Eisenhower’ı ve yönetimini komünizme ve bağımsız ülkelere karşı yönlendiren dinci Dışişleri Bakanı Foster Dulles’ın bu grubun çok yakın bir adamı olduğunu da biliyoruz. Alman faşistleriyle de iş yapmış olan Dulles ailesinin bir diğer üyesi olan Allen Dulles’ın da CIA başkanlığı yaptığını hatırlatalım.

“Bu maskeli saldırılar, bazen iç harp şeklinde, bazen ihtilalci hareket şeklinde, bazen demokratik akımlar ve reform hareketi biçimlerinde karşımıza çıkmaktadır.” diyen bu raporun ABD yönetimini işbirlikçi iktidarları korumaya ve kurtuluşçu, bağımsızlıkçı hareketleri de ezmeye yöneltmek istediği açık.  Demokratik ve reformcu hareketlere dahi tahammülü olmayan bir “Hür Dünya” anlayışı ile karşı karşıyayız. İşte 1960 ve 70’lerde karşı karşıya kaldığımız faşist baskı ve saldırıların arkasındaki Amerikancı politikaların altında yatan yaklaşım budur. 1961 Anayasasıyla elde edilen demokratik hakları ve örgütlenmeleri kullanmaya, geliştirmeye yönelen ilerici-devrimci güçleri sindirmek için kurulan askeri ve para-militer güçlerin fikri temelini bu ve benzer raporların, yönlendirilmesini de CIA ve Pentagon gibi merkezlerin yaptığının altını çizelim ve devam edelim.

 Raporda “yeni tip askeri müdahalenin kendilerine özgü biçimi ve niteliği” olacağını belirtirken kast edilen yeni tip savaş stratejilerine başvurulabileceğidir. 1950’lerde ABD’nin savaş stratejisinin ağırlığının genel savaştan-sınırlı savaşa, sınırlı savaşla birlikte “dolaylı saldırı”ya karşı savaşa doğru dönüştürüldüğü görülmektedir. Eisenhower Doktrini ile ABD’nin dış politikası olarak ilan edilen temel yaklaşımın yanına, komünizmin silah kullanmadan da dolaylı olarak saldırıya geçebileceği tespiti yerleştirilerek gerçekte mazlum halklara karşı yeni bir emperyal saldırı alanı açılıyordu. 

“Bu nedenledir ki, Birleşik Devletler, genel savaş ve sınırlı savaşın yanı sıra ve bunlardan ayrı olarak, ‘dolaylı saldırı’ya karşı, başka devletlerin içişlerine müdahale etme politikasını geliştirmeye başlamış ve dünyanın stratejik bakımdan en önemli bölgeleriyle bu açıdan ilişkilerin geliştirilmesine özel bir önem vermiştir… Orta ve Yakın Doğuda, ikili anlaşmalar yoluyla, ‘dolaylı saldırı’ya karşı, Birleşik Devletler, ülkenin içişlerine müdahale etme olanağını elde etmeye çalışacaktır.” (M. İlhan Erdost, age, s.94, abç.)

Türkiye gibi dünyanın en stratejik bölgelerinden birinde yer alan ve özellikle Sovyetler Birliği ile uzun bir sınıra sahip olan NATO üyesine ve bu üyenin içişlerine ABD özel bir ilgi gösterecektir. Bu ilgi doğrultusunda ilişkileri ve kontrolü daha da geliştirmek için Bağdat Paktı ABD gözetiminde Türkiye, Pakistan, Irak, İran ve İngiltere tarafından 1955’te kuruldu.  Daha sonra adı CENTO olacak olan bu kuruluşa ABD doğrudan üye olmayarak paktın Amerikan kontrolünde, yönlendirmesi altında olmasını gizlemeye çalışacaktır.

“Pentagon’un ‘Dolaylı-Saldırı’ adı verilen savaş taktiklerinin uzmanı Glenn Snyder… şu öğütleri vermektedir Washington ve Pentagon’a:

‘Dolaylı-saldırıları önlemek için, politik, ekonomik ve askeri bir sıra yardımlar yapılmalıdır. Askeri yardımların ilk hedefi, mahalli silahlı kuvvetlerin eğitimi ve silah donatımı olmalı… Mahalli kuvvetlerin eğitimi, partizan savaş ve taktikleriyle, karşıt savaş taktiklerinin öğretilmesi esasına oturtulmalı. Bununla beraber, pratikte görüldüğü gibi, sadece mahalli kuvvetlere bel bağlanamaz… Mahalli kuvvetlerin bütün komuta ve idare organları Amerikan uzmanları tarafından kontrol edilmeli. Fakat bu kontrol işleri o ülke kamuoyundan gizli tutulmalıYapılacak müdahale hareketlerine diğer devletlerin, örneğin Asya bölgesinde SEATO üyelerinin iştirakini sağlamaya çalışmalı…’ (G. Snyder, Deterence and Defense, s.231-238, aktaran: M. Fahri, age, s.310-311,abç.).”

Görüldüğü gibi ekonomik, askeri ve politik yardımlar karşılıksız yapılmıyor. Yapılan askeri yardımların ilk hedefi neymiş, yardım yapılan ülkenin silahlı kuvvetlerini kontrol altına almak. Yerel kuvvetlere (işbirlikçi kuvvetler kastediliyor) bağımsızlıkçı, solcu güçlere karşı kontrgerilla eğitimi verilmesinin önemine yapılan vurguyu da kaydedelim.  Militer veya paramiliter güçlerin eğitimi de yetmez deniyor, bunların bizzat ABD’li uzmanlar tarafından kontrol edilmeleri, daha açığı yönetilmeleri gerektiği belirtiliyor. Fakat bunlar yapılırken kamuoyundan gizlemenin önemine verilen ağırlık dikkat çekici. Çünkü yapılan iş aslında işbirliği yapılan ülkelerin içişlerine müdahale olduğu gibi başka ülkelere operasyonlar düzenlemeye de yöneliktir.

Bu eşkıyalık düzeninin devamını sağlamak için kullanılabileceklerini belirttikleri adı geçen SEATO (Güneydoğu Asya Teşkilatı), başta Çin olmak üzere komünizme karşı ABD tarafından Filipinler, Tayland, Avustralya, Yeni Zelanda, Pakistan, İngiltere ve Fransa’yla 1954’te kurulmuştu. ABD kontrolünde Güneydoğu Asya’da SEATO, Ortadoğu’da CENTO; ikisi de Amerikan çıkarlarını koruyan kuruluşlardı.

Ortadoğu’yu Sovyetler Birliği’ne karşı tahkim etmek için kurulan Bağdat Paktı’nın doğrudan üyesi olmadığı halde ABD, bu kuruluşun ekonomi, askeri ve yıkıcı faaliyetlerle mücadele komisyonlarının çalışmalarında aktif olarak yer alarak bu komisyonları yönlendiriyordu.

14 Temmuz 1958’de Irak’ta meydana gelen ihtilalden bir süre sonra bu ülke Bağdat Paktından ayrılıyordu. 28 Temmuz 1958’de Londra’da toplanan pakt üyeleri ABD’nin Pakta katılmasını resmen bir kez daha istedikleri halde bu devlet bir kez daha ret cevabı verdi. Ama burada yapılan görüşmelerden sonra yayınlanan deklarasyon ile 5 Mart 1959’da Ankara’da ABD ile Türkiye arasında imzalanan anlaşmanın “önsözünde yer alan bilvasıta tecavüz’ deyimi” yukarıda anlatmaya çalıştığımız tezin temelini oluşturuyordu. İmzalanmasıyla birlikte yürürlüğe sokulan bu anlaşma aylar sonra TBMM’ne getirildi ve bu “bilvasıta tecavüz” ya da “dolaylı saldırı” deyimi üzerinde tartışmalar meydana geldi. TBMM Dışişleri Komisyonunda Dışişleri Bakanlığı temsilcisi, bu anlaşma gereğince doğrudan doğruya veya dolaylı tecavüz halinde dahi ABD’nin silahlı yardımının sağlanacağı, hatta gizli ve yıkıcı faaliyetlerin vukuunda aynı garantinin” işleyeceğini belirtiyordu. (Olaylarla Türk Dış Politikası, M.Gönlübol, Haluk Ülman… s.309.)

CHP adına Dışişleri Komisyonunda konuşan Bülent Ecevit, bu kavramın belirsiz olduğunu, açıklığa kavuşturulmadan Mecliste onaylanmasının doğru olmayacağını söyleyerek şunları ifade ediyordu:

Lübnan örneği hatırlardadır. Lübnan olayları sırasında Devlet Başkanı… karşısındaki muhalefeti kendi gücüyle bertaraf edemeyeceğini anlayınca bu muhalefet hareketini beynelmilel komünizmin sızması, ‘bilvasıta bir tecavüz’ olarak göstermek istemiş ve bu gerçeği kullanarak Amerikan askeri kuvvetlerini Lübnan’ın içişlerine müdahaleye çağırmıştır. (M. Gönlübol, H. Ülman… age, s.309, abç.)

Ana Muhalefetin “dolaylı saldırı” deyiminin içeriğine ve kapsamına yönelik itirazlarına Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu şu şekilde itiraz ediyordu:

“Mütecavizler bilinmeyen ve beklenmeyen tecavüz usulleri bulmaktadırlar. Bu itibarla, tecavüzün kat’i ve dar bir tarifine saplanmak doğru değildir” diyordu.

Muhalefetin karşı çıkışına rağmen, 1960 ve 70’lerde Türkiye’de sol ve devrimci hareketlerin karşısına, CIA ve Pentagon gibi ABD kuruluşlarının örgütledikleri kaşı-devrimci örgütlerin çıkarılmasının ve ilerici-demokratlara, sosyalistlere karşı düzenlenecek çok yönlü saldırıların alt yapısını oluşturan bu anlaşma 9 Mayıs 1960’da, DP oylarıyla, TBMM tarafından onaylanmıştır.

Bu anlaşmanın anlamını ve önemini 27 Mayıs ihtilalcileri harekât öncesinde fark ediyorlar ve buna göre taktik belirliyorlar. İhtilalcilerin 18 Mayıs 1960’da Ankara’da yaptıkları toplantıda, Orhan Kabibay harekâtı Menderes yurt içindeyken yapmak gerektiğini belirtiyor. Buna neden olarak da Menderes yurt dışında iken ihtilal yapılırsa bu ikili anlaşma gereğince başbakanın ABD’den askeri müdahalede bulunmasını isteyebileceğini, böyle bir gelişmenin ise üçüncü dünya savaşına yol açabileceğini belirtiyor.

“20 Mayıs’ta Nehru gelecek… O burada iken yapmak doğru olmaz. Nehru’nun ziyaretinden sonra Menderes ayın 26’sında Atina’ya gidecek. İhtilalı behemehâl Menderes burada iken yapmalıyız. Zira o Atina’da iken bir teşebbüste bulunursak, Amerika’ya başvurup ikili anlaşmayı harekete geçirebilir. Ve Amerika müdahalede bulunmayı kabul ederse Üçüncü Cihan Harbine bile sebep olabiliriz…” (Bakınız, Abdi İpekçi-Ömer Sami Coşar, İhtilalin İçyüzü, Cilt I, S.166, Uygun Y. 1965.abç.)

Menderes’in ve Dışişleri Bakanının Yunanistan gezisinin ertelemesi üzerine ihtilal 26 Mayıs’tan sonra yapılıyordu. Burada önemli olan bu ikili anlaşmanın ne kadar önemli stratejik sonuçlar yaratma potansiyeline sahip olmasıdır. Sonraki yıllarda bu tehlikeli potansiyelin kinetik enerjiye dönüştürüldüğünü sayısız kez göreceğiz, yaşayacağız.

Bu tehlikeli anlaşma hakkında Şevket Süreyya Aydemir  “İkinci Adam” isimli eserinde çok çarpıcı açıklamalar yapar:

Hulasa bu anlaşmada neyin tecavüz, neyin komünist tahriki, neyin Amerikan müdahalesini davet edebileceği veya edemeyeceği, fiilen sınırlanmış değildi… Anayasanın 26. Maddesine ve şekillere rağmen, anlaşma Millet Meclisince tastik olunduktan sonra değil, imzalanır imzalanmaz yürürlükte sayılmış ve bu suretle sanki Büyük Millet Meclisinden kaçırılmıştı. Tıpkı Kore harbine katılma kararı gibi. Bu acelecilik, bu telaş, bu olup bitticilik niçindi? Bu taahhütler, bu angajmanlar kimden ve niçin kaçırılıyordu?… Ve nihayet dedikodular artınca, fakat üzerinden tam 14 ay geçtikten sonra Ana Anlaşma Büyük Millet Meclisine getirildiği zaman ise (Şubat 1960) artık atı alan Üsküdar’ı geçmişti. Türkiye nice taahhütlerle bağlanmış, nice üsler ve tesislerle örülmüştü. Ancak o safhada Hariciye Vekâleti Temsilcisi ‘Amerika’nın silahlı yardım veya müdahalesinin’ doğrudan doğruya veya bilvasıta tecavüz halinde yürüyeceğini, hatta ‘Yıkıcı faaliyetlerin vukuunda dahi aynı garantinin bahis konusu olacağını’ açıkça ifade etmiştir ki, ne bu dolayısıyla tecavüzün, ne bu yıkıcı faaliyetin mana, mefhum ve sınırları katiyen belli değildi. Yani Türkiye, D.P. Liderleri tarafından, Amerika’nın her istediği vakit müdahalesine açık bir memleket haline getirilmişti.” (Ş.S. Aydemir, İkinci Adam, C.3, s.331-32, Remzi K. 1968, abç)

Bu bağımlılık anlaşmasının yaratabileceği sonuçlarla ABD’nin Vietnam’a saldırısı arasında bağlantı kuran Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF), 7 Temmuz 1968–4 Ocak 1969 Üçüncü Dönem Çalışma Raporunda şu görüşleri savunuyordu:

“İnancımız odur ki, tarihte ilk Milli Kurtuluş Savaşı’nı vermiş ama bugün yine emperyalizmin ağına düşmüş Türkiye, Vietnam halkının kurtuluş mücadelesini desteklemelidir.

Kukla Diem hükümetinin davetlisi olarak Vietnam’a müdahale eden Amerika’nın 1959 yılında Türkiye ile imzaladığı ve ‘Dolaylı Tecavüz’ hareketi belirdiği takdirde Türkiye’ye müdahale hakkı tanıyan bir anlaşmanın varlığını bilen biz sosyalist gençler, kendi bağımsızlığımızın da bir gün Amerikan silahlı saldırısına uğrayabileceğini düşünerek ve de emperyalizme karşı düşman olduğumuzdan, kesinlikle kahraman Vietnam halkının yanında, onun destekçisi olacağımıza buradan duyurmayı bir görev sayarız.” (Turhan Feyizoğlu, FKF Demokrasi Mücadelesinde Sosyalist Bir Öğrenci Hareketi, s. 715, Ozan Y. 2004, abç.)

ABD ile ilişkilerimizin yarı-gizli ajandası gibi ele alabileceğimiz bu anlaşmadan sonra Türkiye’de kurulacak iktidarların Amerika’ya rağmen demokrasi ve özgürleşme yönünde adım atması, reformist politikaları hayata geçirmeye kalkışması bile zor görünüyordu. Bu anlaşmadan sonra, demokrasi mücadelesi verecek kesimler, reformculuğu savunacak kuruluşlar bile Amerika’nın çeşitli baskıları, tehditleri ve operasyonel müdahaleleriyle karşı karşıya kalabilecekti. Nitekim 1960’lı yıllardan itibaren bütün devrimci gençlik ve işçi hareketleri, öğretmen hareketleri gibi ilerici-demokrat girişimlerin karşısına çıkarılan sağcı, ülkücü örgütlenmeler ve diğer para-militer güçler ABD tarafından  bu anlaşmaya dayanılarak örgütlendirilip desteklenmiş kuruluşlardır. Türkiye’deki bütün ilerici-devrimci halk hareketleri ve kuruluşları, ABD çıkarları için tehdit oluşturduğu için, “dolaylı saldırı”nın unsurları olarak görülmüşler ve her çareye başvurularak ezilmeye çalışılmışlardır. 1968 ve sonrasındaki devrimci hareketlere, halkın demokratik ve ekonomik hak taleplerine hep bu gözle bakılmış ve yok etmek için her yola başvurulmuştur. Bu süreçte reformcu iktidarlar düşürülmüş, darbeler yaptırılmış ve daha da ileri gidilerek halkı depolitize etmek ve solu etkisizleştirmek için kitle katliamları düzenlettirilmiştir. Böylece Türkiye’deki sistem ABD’nin Ortadoğu bölgesindeki çıkarlarını esas alan politikalara göre şekillendirilmeye çalışılmıştır.

Bu ve önceki yazılarda emperyalizmin politikalarından, ülkeye ve halka yönelik operasyonlarından söz ediyor oluşumuz bu güçlerin hiçbir direnişle karşılaşmadığı, hakim güçlerin her şeye kadir oldukları gibi bir sonuç çıkarılmasına neden olmamalıdır. Şüphesiz emperyalizmin bu sindirme, teslim alma politikasına karşı direnen güçlerin varlığı bu politikaları zaman zaman aksatmış, egemenleri zora sokmuştur. Bu konunun ayrıca incelenmesi gerekir.

ABD Emperyalizmi Türkiye’nin Siyasi, Toplumsal, Kültürel Haritasını Çıkarıyor

1961 Anayasası ile sistem kısmen demokratik yönde değiştirilmeye çalışılmış olsa da çeşitli Amerikan ve NATO müdahaleleriyle, egemen çevrelerin-işbirlikçilerin ekonomik, politik ve askeri faaliyetlerinin yanı sıra ideolojik-kültürel çalışmalarıyla bu yönelim baskı altına alınarak süreç içinde etkisizleştirildi.

İkinci Yeniden Paylaşım Savaşı’ndan sonra Sovyetler Birliği’nin uzay çalışmalarında ve toplumsal kalkınma programlarında öne geçmesiyle birlikte sömürgelikten kurtulan birçok ülke Doğu Blok’una yakınlaşmaya başladı. Bu savaştan sonra emperyalizmin liderliğini ele geçiren ABD ise sömürü ve talanın sürmesi için hegemonyasını güçlendirmek zorundaydı. ABD, 19. yy’dan itibaren misyonerler aracılığıyla, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu birçok ülkede okullar açmış, kendi dünya görüşlerini, din ve uygarlık-kültürel anlayışlarını kendilerinden daha düşük düzeyde gördükleri bu topluluklara aşılamaya çalışmışlardı. İkinci Yeniden paylaşım Savaşı’ndan sonra bu “misyon”larına ayrıca geri kalmış ülkeleri Sovyet tehlikesinden koruma (!) görevini de ekliyorlardı.

Bu korumayı sağlamanın çeşitli yolları ve yöntemleri vardı. Bunlardan birisi de Amerikan ideolojisinin yayılmasını sağlayarak yeni-sömürge ülkelerin halklarını kültürel olarak etki altına almak ve böylece kitlelerin sosyalist düşünceye yönelmelerini önlemekti. Amerika’nın “büyük gücünün”, “üstün teknolojisinin”, “zenginliğinin”, “demokrasisinin”  vb propagandasını yaparak halkları etkilemeyi ve yandaşı haline getirerek dünyadaki etkinliğini güçlendirmeyi amaçlıyordu.

ABD başkanı Kennedy ülkesinin dünya siyasetinde yeniden güçlü biçimde etkin olabilmesi için 1961 yılında ABD Kongresi‘nden geçirttiği bir kanunla Barış Gönüllüleri örgütünü kurdu. Buna göre Amerikalılar geri kalmış ülkelere giderek orada ABD’nin “barış ve kültür” elçileri olacaklar, dillerini de öğrendikleri yerel halklarla daha iyi ilişkiler kuracaklar, onlara Amerikan değerlerini-ideolojisini aşılayacaklar, böylelikle de Soğuk Savaş‘ta ABD için iyi birer propaganda silahı olacaklardı. Bu yolla ABD’ye karşı geri bıraktırılmış ülkelerde duyulan kuşku ve güvensizlik de giderilmiş olacaktı. Ayrıca bu gönüllüler yapacakları çalışmalar sırasında Amerikan ürünlerini de tanıtmış olacaklardı. 

Başkanlık yaptığı yıllarda halkımıza çok “sevdirilen” J. F. Kennedy başkan seçilmeden önce, Michigan Üniversitesi’nde yaptığı konuşmada Barış Gönüllüleri adlı örgütlenmeyi oluşturacağını belirtir ve bu girişimin ABD için önemini, yararlarını ve fonksiyonunu şu sözlerle açıklar:

“Az gelişmiş ülkelere iktisadi, askeri ve kültürel yardımlar yapıyoruz. Bütçemizden büyük paralar harcıyoruz. Buna rağmen, dost ve müttefik ülkelerdeki halklar, Amerikalıları sevmiyor. Bunda, şüphesiz, milletimizi oralarda temsil eden, sivil-asker görevlilerin davranışlarının büyük etkisi olmaktadır. Çok kez, bu görevliler, bu ülkeler ve insanları hakkında, önceden hazırlanmadıkları, doğru ve sağlam bilgi sahibi bulunmadıkları için, yerli halkla aralarında çabucak çatışmalar oluyor. İnsanların dilleri, dinleri, gelenekleri, kültürleri bizlerinkinden farklıdır. Onlara saygılı olmak, bu farklılıkları öğrenmek, aslında Amerika’nın faydasınadır. Düşününüz, SSCB hem bizim kadar para harcamıyor, yardım yapmıyor, hem de ilişki kurduğu ülkeler gençleri arasında bizden fazla sempati topluyor. Bu engeli yenmek, yardım ettiğimiz halklarda Amerikan halkına sevgi toplamak için, yeni bir yaklaşıma ihtiyacımız vardır. Kuracağımız yeni bir örgüt ile bu görevi, kolej ve üniversiteli gençlerimize vermek istiyoruz. Bu, ayni zamanda, sizlere yeni bir iş kapısının açılması demektir.” (M.Şükrü Koç, Emperyalizm ve Eğitimde Yabancılaşma, s.157, 1970)

Barış Gönüllülerinin önemli görevlerinden biri de gittikleri ülkelerin sosyal, kültürel ve demografik yapıları hakkında bilgiler toplamak, ileride uygulanacak toplum mühendisliğinin hazırlığını yapmaktı.  Bu gönüllülerin topladıkları bilgilerin CIA’nın daha sonraki yıllarda bu ülkelerde yürüteceği operasyonlar için önemli veriler olduğu tartışma götürmez.

 1961 yılından sonra dünyanın 139 ülkesinde 200.000’den fazla Amerikalı Barış Gönüllüsü olarak çalışmıştır. 27 Ağustos 1962 tarihinde ABD yapılan ikili anlaşma ile Türkiye’ye gelmeye başlayan Barış Gönüllüleri’nin ülkemizdeki faaliyetleri 1970’li yıllara kadar devam etmiş ve bu süre içinde Türkiye’de 1460 Barış Gönüllüsü görev almıştır. Ağırlıklı olarak eğitim alanında yer alan gönüllülerin yüzde 67’si İngilizce öğretim programlarında görev yapmıştır. Bunların önemli bir bölümü de 1975 yılına kadar eğitim vermiş olan Maarif Bakanlığı Kolejleri‘nde çalışmıştır. Bu gönüllülerinin dörtte birinden fazlası Başkent Ankara’da görev alırlarken, başta Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesine gönderilmeyecekleri belirtilmesine rağmen, Barış Gönüllülerinin yüzde 10’u bu kritik bölgelerde görev yürütmüştür. Barış Gönüllüleri eğitimden sonra, o kadar yoğun olmamakla birlikte sağlık, sosyal hizmetler ve turizm gibi alanlarda da çalışmalar yapmıştır.

Barış Gönüllülerinin Türkiye’ye ve halkımıza bakışlarını, nasıl da sömürgeci memuru gibi davrandıklarını ve ülkemizde yürüttükleri faaliyetlerle ilgili değerlendirmelerini daha somut bir şekilde anlayabilmek için bazı gelişmeleri M. Şükrü Koç’un kitabından aktarmamızda yarar var.

Samsun’da bir lisede İngilizce öğretmenliği yapan bir Barış Gönüllüsü’nün derslerini okul müdürü denetlemek ister. Amerikalı müdürün dersi denetlemesine izin vermek istemez ve şöyle çıkışır:

-“Ben sizin Milli Eğitim Bakanlığınızın memuru değilim, beni kontrole yetkiniz yoktur” der.

Müdür:

-“Seni Bakanlığa şikayet ederim” deyince, Amerikalı küstah bir kahkaha atarak:

-“Ben Washington’da Başkan Johnson’a karşı sorumluyum. Sizin Bakanlığınızın açacağı bir soruşturmaya cevap vermek zorunda değilim” demiştir.

Yine Muğla’nın Köyceğiz ilçesinin bir köyünde faaliyet yürüten bir Barış Gönüllüsünden haftalık çalışma programı isteyen Halk Eğitim Müdürünün karşı karşıya kaldığı cevap ilginçtir:

-“Benim size program verme zorunluluğum yoktur. Ben buraya, kendi bildiğim gibi çalışmaya, daha doğrusu, kendi dinimin, kendi ekonomik düzenimin üstünlüklerini anlatmaya geldim…” demiştir.

Aslında bir tür casusluk görevi yapmış olan bu gönüllüler ya da görevlilerin verdikleri raporlar ABD plancıları ve stratejistlerinin çok işine yaramış olmalıdır. Türkiye’nin toplumsal, kültürel, dini-mezhepsel, etnik, siyasi vb gen haritası çıkarılmış ve bu bilgilere göre yeni politikalar üretilmiş, planlamalar yapılmıştır.

1960’lı yıllarda Türkiye halkına benimsettirilen Kennedy’in projesinin nasıl bir casusluk faaliyeti olduğunu M. Şükrü Koç şöyle anlatmaktadır.

“1966 yılında, bazı Amerikan gazete ve dergilerinde, özellikle Ramparts’da açıklanan CIA faaliyetleriyle ilgili raporlarda, birçok Barış Gönüllüsünün, gerçekte, CIA emrinde çalışan birer casus olduğu yazılmıştır… bu gençler, hazırlık kursundayken, CIA…memurları, kendilerini özel olarak davet edip, gidecekleri ülkelerde, kendileri hesabına çalışmaları ve karşılığında büyük menfaatler göreceklerini söylemekte, aralarında özel anlaşma imzalamaktaydılar.” (M.Ş.Koç, age, s.160)

1960’lı yılların sonlarına doğru Türkiye’de anti-Amerikancı hareket yükselmeye başlayınca bu Barış Gönüllüleri artık eskisi kadar rahat bir çalışma ortamı bulamamaya başlamışlardır. Örneğin okullarda derslere girmelerine TÖS üyesi öğretmenler ve devrimci gençler karşı çıkmaya başlamışlardır.

Emperyalizm yeni sömürgeleştirdiği ülkeler üzerinde kurduğu hegemonyasını sürdürebilmek için ekonomik, siyasi, askeri ve ideolojik-kültürel yöntemler kullanır. Bunların içinde en kalıcı etkiler sağlayanı ideolojik-kültürel biçimlerde yürütülen faaliyetlerdir. Bu faaliyetler, hedef ülkeye ihraç edildiği gibi bu ülkenin vatandaşlarının metropol ülkede eğitilmesi vb. yoluyla da yürütülür.

Mehmet Ali Yılmaz

Devam edecek…

 

NOT: Bu tarihsel-politik yazıları yazarken hangi kitaplardan yararlandığımı alıntıların sonuna parantez içinde koyuyorum. Dönemi daha kapsamlı bir şekilde kavramak için şu kitapların okunması çok yararlıdır:

Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni

M. Fahri, Amerikan Harp Doktrinleri

Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma

Kemal H. Karpat, Türk Demokrasi Tarihi

Şevket Süreyya Aydemir, İkinci Adam

 (Önerilecek başka birçok kitabın olduğu muhakkak.)

***   ***

Bu yazıyı iki ek’le zenginleştirmenin uygun olacağını düşündüm.

EK-1  ulaşmak için bu linki tıklayınız

EK-2  ulaşmak için bu linki tıklayınız

 

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir