Search
Close this search box.

KOP MU DOP MU?

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Giriş

Çoğu kişi gibi ben de “tarihî değil, coğrafî” diyerek, Erdoğan’ın 12 Temmuz 2025 tarihli konuşmasının tarihî niteliğini ıskalamıştım doğrusu. Bu konuda okuduğum; konuşmanın tarihi önemine vurgu yapan birkaç yazarın değerlendirmesi beni uyandırdı. Gördüm ki konuşmadaki ısrarlı Türk-Arap-Kürt vurgusu, ona “tarihî” bir nitelik kazandırmıştır. İşte Erdoğan’ın konuşmasından karakteristik birkaç cümle: “Biz tarih sahnesine dün çıkmış bir millet değiliz. Uzun bir yürüyüş gerçekleştiriyoruz. Açın tarihin sayfalarına bakın. Kılıçlarımızın, tekbirlerimizin önünde hiç kimse duramadı. Biz yani Türkler, Kürtler, Araplar, ittifak yaptığında Çin Denizi’nden Adriyatik’e atlarımız serin esintiler yaydı. Türk-Kürt-Arap bir arada ise beraberse işte o zaman Türk vardır, Kürt vardır, Arap vardır. Uzaklaştıklarında ise mağlubiyet vardır. Haçlılar İslam beldelerine saldırdı, çünkü Türk-Kürt-Arap birbirinden kopmuştu. Ne zaman ayrıldık yenildik… Sadece Kürt vatandaşlarımızın değil, Irak ve Suriye’deki Kürt kardeşimin meselesi de bizim meselemizdir. Onlarla bu süreci görüşüyoruz, onlar da çok mutlu.” Erdoğan konuşmasında, Türk, Kürt ve Arap arasında Müslümanlık ortak paydasına dikkat çekerek, bunların birlikte olduklarında önlerinde kimsenin duramadığına, birbirlerinden uzaklaştıklarında ise mağlup olduklarını ifade etmiştir.  ABD’nin Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack, 29 Haziran 2025’te haberlere düşen İzmir’deki konuşmasında, “Osmanlı İmparatorluğundaki ‘millet sistemi’ yüzlerce yıl farklı grupların merkezi sistemde varlıklarını sürdürmelerine imkân verdi. Benim için İzmir, Yahudilerin, Müslümanların, Hıristiyanların bir arada yaşadığı, bu toplulukların harmanlandığı bir örnek. Bu tüm dünyada ve Orta Doğu’da olması gereken bir durumdur. Bence Türkiye, tüm bunların merkez noktası olabilir, Suriye’de gördüğünüz üzere. Suriye’de olanların büyük bir kısmı, Türkiye ve liderliği sayesinde gerçekleşiyor. diyerek Türkiye için en uygun modelin “Osmanlı Millet Sistemi” olduğunu ifade etmiştir. Erdoğan’ın ifade ettiği Türk, Kürt, Arap birliği ve Barrack’ın önerdiği Osmanlı Millet Sistemi birlikte göz önüne alındığında,  Türkler, Kürtler ve Araplar arasında, Müslümanlık ortak paydası temelinde olmakla, ancak coğrafi kapsamı ve siyasi içeriği henüz net olmamakla birlikte, Türkiye, Suriye ve Irak’ı kapsayan, konfederasyon şeklinde bir siyasi birlik düşünüldüğü anlaşılmaktadır. Hali hazırda Suriye’nin fiili ve Irak’ın hukuki etnik siyasi yapılanmasını göz önüne alarak, Birliğin konfederasyon şeklinde tasarlandığını tahmin ediyorum.

Peki, böyle bir siyasi birlik, hangi ihtiyaçtan kaynaklanmıştır?

  1. Neden Türk Kürt Arap Birliği?

Türk, Kürt, Arap siyasi birliğini iki şahsiyet; Erdoğan ve Barrack dile getirmişlerdir. Erdoğan, Türkler, Kürtler ve Arapların ittifak yaptıklarında Adriyatik’ten Çin Denizi’ne serin esintiler yaydıklarını (“zaferden zafere koştuklarını” diye de okuyabiliriz); uzaklaştıklarında ise mağlup olduklarını ifade etmiştir. Erdoğan’ın bu ve diğer ifadelerinde, Türkler, Kürtler ve Arapların birlik olduklarında kimlere karşı, hangi zaferleri kazanacaklarına; birlik olmazlarsa kimlere mağlup olacaklarına ilişkin bir açıklık yoktur. Öte yandan, ABD’nin görüşünü ifade eden Barrack ise İzmir örneğinde olduğu gibi, Osmanlı Millet Sisteminde, farklı grupların, yüzyıllarca varlıklarını sürdürme olanağı bulduğunu, bunun dünyada ve Orta Doğu’da olması gereken bir durum olduğunu, Türkiye’nin, tüm bunların merkez noktası olabileceğini söylemiştir. Erdoğan ve Barrack’ın söylediklerini birleştirdiğimizde, Türk, Kürt ve Arap birliğinin merkezinde Türkiye’nin olacağı, farklı grupların bu birlik içinde kendi etnik ve mezhepsel kimliklerini koruyarak yer alacağı, ortak ve birleştirici kimliğin Müslümanlık olacağı, birliğin istikrarının Türkiye’nin liderliği ile sağlanacağı, konfederasyon şeklinde bir siyasi oluşumun düşünüldüğü anlaşılmaktadır. Birgün yazarlarından Hayri Kozanoğlu, coğrafi kapsamının nispi darlığı nedeniyle, söz konusu birliği, Küçük Osmanlı Projesi (kısaca KOP) olarak adlandırmıştır. Anlamına cuk oturduğunu düşündüğüm için, bu adlandırmayı ben de kullanacağım.

Böyle bir siyasi birlik, hangi ihtiyaçtan kaynaklanmıştır?” sorusuna dönecek olur isek: Gerek Erdoğan’ın gerekse Barrack’ın sözlerinde, bu sorunun cevabını alabileceğimiz bir açıklama yoktur. Bu nedenle söz konusu sorunun cevabını, Dünya siyasetinin, Ortadoğu odağındaki ilişki ve etkileşimleri içinde aramak gerekir. Demokrat dış politika yazarları, Ortadoğu’da İsrail’in varlığının yanı sıra, ABD-İngiltere (tabii ki İsrail ile de) uyumlu ve Türkiye liderliğinde hayata geçirilecek KOP’un da emperyalist Batı’nın bölgedeki çıkarlarını korumada daha ileri bir adım olacağında hemfikirdirler. Bu yazarlara göre, KOP sadece emperyalist Batı’nın bölgesel çıkarlarına değil; İran’a ve İran üzerinden Rusya ve Çin’e karşı da bir kuşak, bir set işlevi görerek onların küresel çıkarlarına da hizmet edecektir. Ben de bu görüşleri paylaşıyorum.

Öte yandan, Türk, Kürt ve Arap birliğinin mümkün olabilmesi için, sadece emperyalist Batı’nın bölgesel ve küresel çıkarlarına değil, birlik bileşenlerinin çıkarlarına da hizmet etmesi gerekir.  KOP’un liderliğinin ve merkezinin Türkiye olarak düşünülüyor olmasının, KOP’un Türk siyasi sahipleri tarafından “tarih yazıp tarihe geçme fırsatı” olarak; Türk sermaye çevreleri tarafından “genişleyecek iş olanakları” olarak; halkın bir kesimi tarafından da “İslamiyet’in ve Türklüğün övünç kaynağı” olarak değerlendirileceğinden kuşku yok. Kürtler ise böyle bir birlik içinde yer almaları durumunda, bölgedeki ırkdaşlarıyla olarak daha sıkı ilişki ve etkileşimler içinde olabileceklerini, böylece Büyük Kürdistan’a giden yolda önemli bir olanak elde edeceklerini düşünerek, KOP’u benimseyeceklerdir. Ayrıca, KOP’u ortaya atanlar, Kürtlerin KOP bünyesinde birleşmiş olarak ve kendi kimlikleri ile yer alacakları için, KOP’un hayata geçmesiyle Türkiye, Suriye ve Irak’taki Kürt Sorununun kalıcı olarak çözümleneceğini umuyor olmalıdır. Araplara gelince: KOP’un siyasi sahipleri, birleşerek genişleyip güçlenmiş bir Müslüman topluluğuna aidiyetin ve birliğin sağlayacağı ekonomik, toplumsal avantajların da Arapları birliğe cezbedeceği varsaymış olmalıdır.

Acaba KOP’un hayata geçmesi hangi siyasi koşullarla mümkündür?

  1. KOP’un Uygulanmasının Siyasi Olanakları Var mı?

Bazı yazarlar, konuyu, KOP’un Türkiye ile sınırlı olduğu varsayımıyla değerlendirmektedirler.  Ancak Erdoğan’ın ve Barrack’ın yukarıya alıntılayıp değerlendirdiğim ifadeleri, KOP’un Türkiye ile sınırlı olmayıp, şimdilik Suriye ve Irak’ı (en azından Kuzey Irak’ı) kapsadığını göstermektedir. Şimdilik diyorum, çünkü KOP’un kapsamını genişletip, İran hariç, Azerbaycan’a, Afganistan’a, Körfez ülkelerine, Suudi Arabistan’a ve Mısır’a kadar uzatan yazarlar da vardır. Kısacası çoğunluk, KOP’un Türkiye ile sınırlı olmadığını düşünmektedir. Ben de bu çoğunluğun içindeyim. Ancak ortak paydaları Müslümanlık olsa da, Azerbaycan’a, Afganistan’a, Körfez ülkelerine, Suudi Arabistan’a ve Mısır’a kadar uzanan ülkeleri içine alacak birliği mümkün kılacak siyasi denklemi kurup, çözümünü bulmada Newton’un, Einstein’ın hatta ChatGPT’nin bile yetersiz kalacak olması karşısında, genişletilmiş KOP’u (GKOP), siyasi bir hayal ötesi, bir siyasi uçukluk olarak değerlendiriyorum. Bu nedenle KOP’un uygulanmasının siyasi olanaklarını ve Türkiye’ye etkilerini, Türkiye, Suriye ve Irak ile sınırlı olarak ele alacağım.

Barrack’ın yukarıya aldığımız sözlerinden anlaşılacağı ve BOP’un “ılımlı İslam” ile işbirliği üzerine kurulu olmasından bilineceği üzere; ABD-İngiltere, Ortadoğu’da kendileriyle barışık siyasi oluşumları destekleyegelmiştir. Bu nedenle, ABD-İngiltere, bir ılımlı İslam girişimi olan KOP’a siyasi destek vereceklerdir. Ayrıca KOP, farklı etnisite ve mezhepleri esas alan bir birlik olacak olmasından kaynaklanabilecek çatışmalar potansiyeli taşıyacaktır. Bu potansiyel, farklı etnik unsurlardan ve mezheplerden oluşan ancak bu farklılığı siyaseten ve hukuken “Türk ulusu” potasında eritmiş olan Türkiye içine de yayılabilecektir. Irk ve mezhep çatışmaları potansiyeli taşıması nedeniyle KOP güçlü ve istikrarlı bir birlik olamayacak; olsa bile ırk ve mezhep farklılıklarını kaşımak suretiyle kolayca zayıflatılabilecektir. Irk ve mezhep farklılığından kaynaklanan zafiyetinden dolayı,  KOP, ABD-İngiltere tarafından desteklenecektir.  Öte yandan, etnik ve mezhepsel çatışma potansiyeli taşıyan ve ABD-İngiltere desteğine sahip bir KOP, bölgenin “kilit” aktörlerinden İsrail tarafından da tercih edilecektir. Nitekim Tom Barrack’ın, 21 Temmuz 2025’te haberlere yansıyan “Güçlü ulus devletler İsrail için bir tehdittir.” sözü, KOP’un emperyalistler ve onların maşası İsrail tarafından neden destekleneceğini “veciz” bir şekilde ifade etmektedir.

Kuşkusuz KOP, Osmanlı’nın yaptığı gibi; Türkiye’nin Suriye ve Irak’ı zapt edip egemenliği altına alması suretiyle uygulanamaz. Çünkü milletlerin, kavimlerin, hanedanların başka toplumların ülkelerini fethedip, imparatorluk kurmaları, eski zamanlarda kalmış olup, şimdi artık gayrimeşrudur. O halde KOP, Türkiye, Suriye ve Irak arasında yapılacak ve başını ABD-İngiltere’nin (tabii ki İsrail’in de) çektiği emperyalistlerin, bölgesel ve küresel çıkarları nedeniyle destek, hatta ön ayak olacağı ve KOP bileşenlerinin de çıkarının gözetileceği bir dizi düzenleme ve anlaşma ile uygulanabilecektir.

“Bir dizi” diyorum çünkü Müslümanlık ortak paydası bu üç ülke arasında, “hemen şimdi” bir Türk, Kürt, Arap birliği kurulmasına yetmemekte; Kürtlerin gerek bu ülkeler içindeki konumlarının, gerekse bu üç ülke Kürtlerinin kendi aralarındaki ilişkilerinin bir statüye getirilmesi gerekmektedir. Türkiye Kürtlerinin Türkiye içindeki statüsüne ilişkin düşüncelerimi, aşağıda KOP’un Türkiye’ye etkilerini değerlendireceğim bölümün içinde ele alacağım. Suriye Kürtlerinin statüsünün ne olacağı belirsizliğini korumaktadır. Kürtler içinde, statüsü en net olan Irak Kürtleridir. Ancak Irak Kürtlerinde birliğe katılma iradesi belirmemiştir. Irak Kürtlerinde böyle bir irade belirse bile,  Irak merkezi yönetiminin KOP’a katılması kuşkuludur.

Kürtlerin bölgesel durumu böyleyken, Suriye ve Irak Arapları arasında Müslümanlık temelinde Türkiye ile birlik oluşturma iradesinin varlığını gösteren bir belirti görülmemektedir.

Öte yandan, KOP, ülkesindeki Kürt varlığından dolayı İran’ı da ilgilendirmektedir. Kürtlerin Türkiye liderliğinde bir birliğe katılma girişimi, İran Kürtlerini de etkileyeceğinden, KOP İran’ın tepkisini çekecek, İran bu girişimi engellemek için elinden gelen her şeyi yapacaktır. Ayrıca KOP, bir İran’ı kuşatma projesi olduğu ve İran da Rusya’nın ve Çin’in Basra Körfezi’ne açılan kapısı olduğu için, Rusya ve Çin de KOP’u engellemek için çaba gösterecektir.

KOP, üç etnik grubun; Türklerin, Kürtlerin ve Arapların birliği olarak kurulacağı için, etnik farklılıklardan kaynaklanabilecek grupsal çıkar çatışmaları olabilecektir. KOP içi etnik gruplar arası çıkar çatışmalarının önlenmesi için, Müslümanlık ortak paydasının öne çıkarılması gerekecektir.  Bunun için birliğin kamusal ve özel hukukunun laik değil İslam, hatta Sünni İslam şeriatı esaslarına dayandırılması gerekecektir. Ancak Türkiye’deki yüz yıllık laik yaşam deneyimi yanında, Suriye ve Irak’taki hatırı sayılır sayıda laik yaşam anlayışına sahip Kürt ve Arap nüfusuna ve Alevi, Şii Türk, Kürt ve Araplara, Sünni İslami şeriat hukuku nasıl benimsetilebilecektir?

Özetlemek gerekirse,  KOP siyaseten;

Kürtlerin Türkiye ve Suriye’deki statülerinin netleşmesine ve Irak ve İran Kürtleri ile birlikte ortak bir birlik iradesi ortaya çıkarmalarına; merkezi Irak yönetiminin bunu uygun görmesine veya tüm Irak olarak KOP’a katılma iradesi ortaya koymasına,

İran’ın, ülkesindeki Kürt unsurların KOP’a katılmasına rıza göstermesine,

İran’ı kuşatarak İran üzerinden Basra Körfezine açılmaları engellenecek olan Rusya ve Çin’in, bu duruma kayıtsız kalmalarına,

KOP’un içinde Türk, Kürt ve Arap unsurları arasında etnik çıkar çatışmasını ortaya çıkması kuvvetle muhtemeldir. Bunu önlemek için Müslümanlık ortak paydasının bir Sünni İslam şeriatı olarak hukuki (kamusal ve özel) ve kültürel boyutlarıyla KOP ülkelerinde yaygınlaştırılıp derinleştirilmesi gerekir. Ancak bu, laik yaşamı benimsemiş Türk, Kürt ve Arap unsurların, Şiiler/Aleviler ve başka dinlerin mensuplarının Sünni İslam şeriatına uygun yaşam tarzını benimsenmelerine bağlı olarak mümkün olabilir.

Bir ılımlı İslam birliği olacak olması yanında; etnik ve mezhepsel farklılıklardan dolayı taşıdığı iç çatışma potansiyeli nedeniyle zaaf içinde olacak olan KOP, ABD ve İngiltere tarafından desteklenecek, İsrail de böyle bir KOP’u tercih edecektir.

Görüldüğü üzere, ABD-İngiltere tarafından siyasi destek verilmesi ve İsrail tarafından tercih edilecek olması muhtemel olmakla birlikte, ana çizgileriyle ortaya koyduğumuz siyasi koşullar, KOP’un uygulanmasının oldukça güç olduğunu göstermektedir.  Ancak, Erdoğan KOP’u tarihi bir proje olarak ortaya atmıştır. KOP, AKP’nin ideolojik çizgisinin Türkiye içine ve dışına doğru bir uzantısı olup, 23 yıllık iktidarı boyunca ideolojisini adım adım hayata geçirme yolunda ilerlemiştir. Bugüne kadar Erdoğan’ın liderliğinde izlediği çizgi, AKP’nin KOP’u hayata geçirmek için çaba harcayacağını göstermektedir. Bu durumda acaba KOP’un hayata geçmesi Türkiye’nin siyasi yapılanmasını nasıl etkileyebilir?

  1. KOP Türkiye’nin Siyasi Yapısını Nasıl Etkileyebilir?

Yukarıda, KOP’un siyasi olanaklarını gözden geçirirken, Türkiye ve Suriye Kürtlerinin bu ülkelerdeki statülerinin netleşmesi; KOP bileşenleri arasında çıkması muhtemel etnik grup çıkar çatışmalarının önlenmesi için, Türkiye, Suriye ve Irak’ta Sünni İslam şeriatının hukuk ve kültür olarak yaygınlaştırılıp, derinleştirilmesi gerektiğini söylemiştim. Birincisini “Kürt Sorunu”, ikincisini “Sünni İslam Şeriatı Sorunu” olarak adlandırıyorum. KOP’un Türkiye’nin siyasi yapılanmasını nasıl etkileyebileceğini, bu iki sorun üzerinden ele alacağım.

Kürt Sorununu, arka planındaki siyasi gelişmeler zemininde ortaya koyacağım

3.1 Kürt Sorunu

3.1.1 Osmanlı’dan Türkiye’ye Siyasi Arka Plan Zemininde Kürt Sorunu

Kürt Sorununun kökeni, Osmanlı İmparatorluğu’nun son zamanlarına kadar uzanır. Batı Avrupa’da kapitalizmin yükselişiyle birlikte yaygınlaşan meta ticareti, aynı dili konuşan insanlar arasında daha sıkı toplumsal dokular dokunmasına yol açıyordu. Böylece piyasa sistemi genişledikçe, feodal siyasi otoritecikler arasındaki izolasyon ortadan kalkıyor, ortak coğrafi mekân üzerinde, ortak tarihi geçmişi olan ve aynı dili konuşan insanların, ekonomik ilişkiler ağı ile de birbirine bağlanmasıyla, ulus-toplumlar şekilleniyordu. Böylece ortaya çıkan uluslaşma akımı, Fransız İhtilalinden sonra peş peşe ulus devletlerin kurulmasıyla gelişti. Uluslaşma, Osmanlı İmparatorluğu bünyesindeki milliyetleri de etkiledi ve bu bağlamda Osmanlı’nın Kürt unsurları arasında da yayıldı. Bu süreç içinde birtakım örgütler kuruldu. İlk Kürt örgütü “Osmanlı-Kürt İttihat ve Terakki Cemiyeti” olup, 1908’de kuruldu. Aynı yıl “Kürt Teavün ve Terakki Cemiyeti” kuruldu. 30 Aralık 1918’de kurulan Kürdistan Teali Cemiyeti, Kürt örgütlerinin en etkilisiydi. ABD Başkanı Wilson’ın, 1. Dünya Savaşından sonraki dünya düzenine ilişkin 08 Ocak 1918 tarihli “On Dört İlke” adlı bildirisinin 12. maddesindeki, “Osmanlı İmparatorluğu‘nda Türk yönetimindeki uluslara, yaşam güvenliği ve özerk gelişmeleri için tam bir özgürlük sağlanmalıdır” ifadesi, Kürdistan Teali Cemiyeti’nin kurulmasında etkili olmuş olmalıdır. Kürdistan Teali Cemiyeti içinde, bağımsız bir Kürt devleti kurmayı amaç edinenler olduğu gibi, özerklik yandaşları da vardı. Cemiyet ağırlıkla İstanbul’da faaliyet gösterirken, Kürtlerin yoğun yaşadığı Anadolu illerinde faaliyetleri İstanbul’ nispeten daha azdı.

Kürdistan Teali Cemiyeti faaliyetini sürdürürken, Osmanlı Devleti savaşta yenildi ve 30 Ekim 1918’de İtilaf Devletleri ile Mondros Ateşkes Anlaşmasını imzalandı. Bu anlaşmaya dayanarak, savaştan sonra Osmanlı’nın elinde kalan toprakların büyük kısmı İtilaf Devletleri tarafından işgal edildi. Bu işgale karşı, Anadolu ve Trakya’da hızla yerel Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri kuruldu. 1919 başlarında, Kürdistan Teali Cemiyetine, Doğu İlleri Müdafaa-i Hukuk Cemiyetine katılması önerilmiş, ancak reddedilmiştir. Bu arada Mustafa Kemal Atatürk, Amasya Genelgesi ile vatanın bütünlüğünün, milletin istiklalinin tehlikede olduğunu, milletin bağımsızlığını, yine milletin azim ve kararının kurtaracağını vurgulayarak; milletin içinde bulunduğu durum ve şartların gereğini yerine getirmek ve haklarını gür sesle cihana duyurmak için, her türlü baskı ve kontrolden uzak millî bir heyetin varlığının zaruri olduğunu, bu amaçla Sivas’ta hemen millî bir kongre toplanmasının kararlaştırıldığını, 22 Haziran 1919’da tüm mülki amir ve askeri komutanlara bildirmiştir. Genelgede ayrıca, 10 Temmuz’da Doğu İlleri Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Erzurum Şubesinin girişimi ile toplanacak olan Erzurum Kongresi delegelerinin de Sivas’a katılması bildirilmiştir. Erzurum Kongresinde işgale karşı topyekûn direniş kararı alınmış ve Sivas Kongresine katılmak üzere bir temsil heyeti seçilmiştir. Sivas Kongresinde, Erzurum’da bölge çapında alınan kararlar tüm ülkeye teşmil edilerek güncellenmiştir. Kongre’de ayrıca kongre kararlarını yürütmek üzere bir temsil heyeti seçilmiş ve müdafaa-i hukuk adı taşıyan yerel cemiyetler, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adı altında birleştirilmiştir. İşgale karşı direnişi yönetmek üzere, Ankara’da 23 Nisan’da Büyük Millet Meclisi açılmıştır.

İşgale karşı direniş ya da Kurtuluş Savaşı, Misak-ı Milli ilkeleri temelinde yürütüldü. Misak-ı Milli ilkeleri Erzurum ve Sivas Kongreleri içinde şekillendi. Sivas Kongresinden sonra Padişah iradesiyle Kasım 1919’da Meclis-i Mebusan seçimleri yapılmış ve tüm üyelikleri Müdafaa-i Hukuk adayları kazanmıştır. Ocak 1920’de çalışmaya başlayan Meclis, 28 Ocak 1920 tarihli oturumunda, Ankara’da sekiz madde olarak hazırlanıp İstanbul’a iletilen metni altı maddeye indirerek, 17 Şubat 1920’de Misak-ı Milli adıyla ilan etmiştir.  Misakı Millide dile getirilen ve müdafaa edilmesi için örgütlenilip mücadele bayrağı açılan “hukuk” neydi?

Misakı Millinin sınırı, Osmanlı ordularının savaşarak çekildiği ve Mondros Ateşkes Antlaşmasının yapıldığı tarihte bulunduğu çizgi idi? Misakı Millinin 1. maddesi; İmparatorluğun, Mondros Ateşkes çizgisi dışında kalan ve Arap çoğunluğun yerleşik olduğu yerlerin geleceğinin, burada yaşayan halkların serbestçe açıklayacakları oylarla belirlenmesi gerektiğini; söz konusu çizgi içinde, din, soy ve amaç birliği bakımlarından birbirine bağlı olan Osmanlı-İslam çoğunluğunun yerleşmiş bulunduğu kesimlerin tümünün, ister bir eylem, ister bir hükümle olsun, hiç bir nedenle, birbirinden ayrılamayacak bir bütün olduğu ifade edilmişti. İşte cemiyetler kurulup, bölgesel (Erzurum) ve genel (Sivas) kongreler toplanıp, TBMM açılıp, gerekirse savaşılarak müdafaa edilmek üzere siyaseten örgütlenmenin dayandığı hukuk buydu. TBMM’de somutlaşan siyasi irade şöyle demek istemiştir: Ey İtilaf Devletleri! 1. Dünya Savaşı boyunca, sizinle çeşitli cephelerde savaştık. Savaşa savaşa bir çizgiye kadar gerileyip, topraklarımızın bir kısmını sizin işgalinize terk edip, yenildiğimizi kabul ederek ateşkes istedik. 30 Ekim 1918’de sizinle bir ateşkes antlaşması imzaladık. İşgalinize terk ettiğimiz bölgenin geleceğini, o bölge halkının belirlemesini temenni ederiz. Ancak Ateşkes sırasında ordularımızın bulunduğu çizgilerin sınırladığı alanın içindeki kesim, bizim vatanımız olup, toprağı ve halkıyla birbirinden ayrılamayacak bir bütündür. Bu nedenle, Ateşkes çizgisiyle sınırlanmış alandaki işgaliniz hukuksuzdur. İşgalinize son vererek bu hukuksuzluğu ortadan kaldırmak amacıyla, Misakı Milli sınırları içindeki halk olarak, size karşı savaşmayı da göze alarak siyaseten organize olduk. Topyekûn siyasi irademiz TBMM olarak tecelli etmiştir.” Bu siyaset temelinde 19 Mayıs 1919’da Samsun’da başlayan Kurtuluş Savaşı, 30 Ağustos 1922’deki Büyük Zafer ile fiilen sona ermiştir.

Bu arada bir dizi hazırlık konferansından sonra, 22 Nisan 1920’de Paris’te başlayan konferansta, İtilaf Devletleri ile Osmanlı arasında yapılacak barış koşulları görüşülmüş ve barış anlaşması 10 Ağustos 1920’de Paris’in banliyösü olan Sevr’de imzalandığı için Sevr Anlaşması adını almıştır.  Sevr’e göre Osmanlı, Arap toprakları üzerindeki bütün haklarını kaybedecek; Anadolu’nun önemli bölümü ve Trakya İtilaf Devletleri ve Yunanistan arasında paylaşılacak; Boğazları ve Marmara’yı, Osmanlı’nın olmayacağı on ülkelik bir komisyon yönetecek;  İngiliz, Fransız ve İtalyan temsilcilerinden oluşan bir komisyon Fırat’ın doğusundaki Kürt vilayetlerinde bir yerel yönetim düzeni kuracak, bir yıl sonra Kürtler dilerse Milletler Cemiyeti’ne bağımsızlık için başvurabilecekti. TBMM, antlaşmayı sert bir bildiri ile kınadı ve imzalayanlar ile Saltanat Şurası’nda olumlu oy kullananları 19 Ağustos 1920 tarihinde vatan haini ilan etti.

19 Mayıs 1919-30 Ağustos 1922 arasındaki Kurtuluş Savaşı, Misakı Milli sınırları içindeki halkın TBMM’de tecelli eden bütüncül siyasi iradesiyle, bir ölüm kalım savaşı olduğu bilinciyle canını malını, varını yoğunu seferber etmesiyle kazanılmış ve bu halk egemen bir ulus ve bağımsız bir devlet olarak hukukunu Lozan’da tescil ettirmiştir.

Kurtuluş Savaşı sırasında, Kürdistan Teali Cemiyeti bağımsız Kürdistan kurma faaliyetini Türkiye içinde ve dışında yürütmüştür. Özellikle Paris Konferansı sırasında, Cemiyet başkanı Seyit Abdülkadir, Osmanlı delegeleri Ermeni Bogos Nubar Paşa ile Mehmed Şerif Paşa bağımsız bir Ermeni ve Kürt devleti konusunda anlaşıp çaba harcamışlardır. Yine Kurtuluş Savaşı sırasında, en büyüğü Koçgiri olan (Mart 1921) irili ufaklı Kürt isyanları çıkmıştır. İsyanlar Cumhuriyet’ten sonra da sürmüş olup; 1925’teki Şeyh Sait ve 1937’deki Dersim İsyanı ve 1984’te başlayan PKK İsyanı bunların en büyüklerindendir. PKK İsyanı, gerek süresi gerek şiddeti gerekse etkileri bakımından diğerleriyle kıyaslanamayacak kadar büyüktür. PKK, başlangıçta bağımsız Kürt devleti kurma amacıyla ortaya çıkmış; zamanla bağımsız devlet amacını bir yana bırakıp sırasıyla federasyon, idari ve kültürel özerklik amaçlarını benimsemiştir. PKK, 2025 yılında ise şiddetsiz siyaset yoluyla mücadeleye yöneleceğini açıklayarak yeni bir aşamaya geçmiştir.

3.1.2 PKK’nın Feshi ve Kürt Sorununda Yeni Aşama

Bu aşama Devlet Bahçeli’nin 22 Ekim 2024’te, PKK’nın feshi karşılığında Öcalan’a “umut hakkı” vaadi ile başlamıştır. Bunun üzerine, 27 Şubat 2025 tarihinde okunan Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı adlı metninde, Öcalan, PKK’ya kendini feshederek silah bırakma çağrısı yapmıştır. Öcalan söz konusu metinde ve 09 Temmuz 2025 tarihli video konuşmasında özetle; aşırı milliyetçi savruluşun zorunlu sonucu olan; ayrı ulus-devlet, federasyon, idari özerklik ve kültüralist çözümlerin tarihsel toplum sosyolojisine cevap olamadığını; Kürt varlığının tanınmasıyla ana amaç gerçekleştiği için, varlık inkârına dayalı ve ayrı devlet amaçlı PKK hareketi ve dayandığı ulusal kurtuluş savaş stratejisinin miadını doldurduğunu ifade ederek, “Bu perspektifi ortaya koyarken şüphesiz pratikte silahların bırakılması ve PKK’nin kendini feshi, demokratik siyaset ve hukuki boyutun tanınmasını gerektirir” demiştir. PKK’nın 12 Mayıs 2025 tarihli fesih bildirgesinde şunlar ifade edilmiştir: “Önder Apo Kürt-Türk ilişkilerinin sorunsallaştığı Lozan Antlaşmasının ve 1924 Anayasasının öncesini referans alarak, ortak vatan ve Kürt-Türk halklarının kurucu öğe olduğu Demokratik Türkiye Cumhuriyeti perspektifini ve Demokratik Ulus anlayışını Kürt sorununun çözüm çerçevesi olarak benimsedi…” PKK’nın 11 Temmuz 2025 tarihindeki silah imha töreninde okunan bildiride şunlar ifade edilmiştir: “… Barış ve Demokratik Toplum sürecinin pratik başarısı için bir iyi niyet ve kararlılık adımı olarak ve bundan sonra özgürlük, demokrasi ve sosyalizm mücadelemizi, demokratik siyaset ve hukuk yöntemiyle yürütmek amacıyla ve demokratik entegrasyon yasalarının çıkarılması temelinde sizlerin huzurunda silahlarımızı özgür irademizle imha ediyoruz…”

Yukarıdaki ifadelerden anlaşılacağı üzere;  Öcalan’a ve PKK’ya göre, Kürt Sorunun kaynağında, Lozan Antlaşmasının Kürtleri bölmesi ve 1924 Anayasasında Kürt varlığının inkârı vardır. Bu durumda Öcalan ve PKK’ya göre, Kürt Sorununun çözüm çerçevesi, Lozan ve 1924 öncesinin referans alındığı, ortak vatan ve Türkler ile Kürtlerin kurucu öge olduğu Demokratik Türkiye Cumhuriyeti perspektifi ile Demokratik Ulus anlayışıdır. Öcalan, bu perspektif ve anlayışla yürütülecek siyaset için gerekli hukuki boyuta vurgu yaparak, PKK’ya fesih ve silah bırakma çağrısı yapmış; PKK da mücadelelerini, demokratik siyaset ve hukuk yöntemiyle yürütmek amacıyla ve demokratik entegrasyon yasalarının çıkarılması temelinde kendini feshettiğini ve silahlarını imha ettiğini bildirmiştir. Öte yandan, İmralı, Kuzey Irak ve Suriye’ye gidip görüşme, PKK’nın kendini feshettiğini açıklama, siyasi partilerle görüşme ve TBMM’de komisyon oluşturma sürecinde oynadığı aktif rolün gösterdiği gibi, DEM Parti de Kürt Sorununa yaklaşımda,  Öcalan ve PKK ile aynı çizgidedir.

Buna karşılık devlet yetkilileri, Kürt siyasetçilerinin bu açıklamaları karşısında bir görüş ortaya koymamakta, PKK ile bir pazarlık içinde olmadıklarını, amaçlarının anaların ağlamayacağı “terörsüz Türkiye” olduğunu ifade etmişlerdir. Bununla birlikte, Barrack’ın Türkiye için en iyisinin “Osmanlı Millet Sistemi” olduğunu söylemesi, Erdoğan’ın da Türk-Kürt-Arap birliğini (KOP) dile getirmesi, yine Barrack’ın Ortadoğu’da güçlü ulus-devletlerin bir tehdit olduğunu söylemesi, Kürt Sorununun Ortadoğu çerçevesinde ele alınıp, Türkiye boyutunun da bu çerçeve içinde çözümünün düşünüldüğü anlaşılmaktadır. KOP’taki Türk, Kürt, Arap vurgusu, Barrrack’ın Osmanlı Millet Sistemi görüşü ve PKK’nın fesih bildirgesindeki “Türk-Kürt kurucu öge” ifadesi ile Lozan ve 1924 Anayasası öncesine gönderme yapılması, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkelerinde köklü değişiklikler tasarlandığını göstermektedir. Tasarlandığını düşündüğümüz değişiklikleri aşağıda değerlendireceğim.

3.1.3 Türkler ve Kürtler İki Kurucu Öge mi?

Bilindiği ve yukarıda ana çizgileriyle ortaya koyduğum üzere; Kurtuluş Savaşı, Mondros Ateşkesi sırasındaki sınırların içinde yaşayan halkın hukukunu korumak için, İtilaf Devletlerinin işgaline son vermek amacıyla yapılmıştır. Kurtuluş Savaşı’nın siyaseti, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri örgütlenmesi içinde ve Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde; Kürtlerin yoğun yaşadığı Doğu Anadolu illerinin temsilcileriyle yapılan Erzurum Kongresi (23 Temmuz-07 Ağustos 1919), tüm Türkiye temsilcileriyle yapılan Sivas Kongresi (04-11 Eylül 1919) ve 23 Nisan 1920’de açılan tüm illerin vekillerinden oluşan TBMM’de, oluşturulmuştur. Kurtuluş Savaşı’nın temel belgesi olan Misakı Milli, Ankara’nın önerisi üzerine, tamamı seçilmiş Müdafaa-i Hukukçu mebuslardan oluşan Osmanlı Meclisi Mebusanında kabul edilmiştir. Gerek kongre delegelerinin gerekse Meclisi Mebusan ve TBMM üyelerinin belirlenmesinde, etnik gruplar değil, Misakı Milli sınırları içindeki bütün bir halk esas alınmıştır. Yani Türkler, Kürtler, Lazlar, Çerkezler vs. etnik gruplar, ayrı ayrı örgütlenip, aralarında anlaşmalar yaparak Kurtuluş Savaşı siyasetini belirlemiş değillerdir. Hatta Kürdistan Teali Cemiyetine, Doğu İlleri Müdafaa-i Hukuk Cemiyetine katılması önerilmiş, ancak reddedilmiştir. Bu nedenle Türkler ve Kürtlerin cumhuriyetin iki kurucu ögesi olduğu fikrinin bir geçerliliği yoktur; Misakı Milli sınırları içindeki tüm halk, bir bütün olarak Kurtuluş Savaşı’na katılmıştır. Kurtuluş Savaşı’nın çetin koşulları ve TBMM’de tecelli eden bütüncül siyaset, Misakı Milli sınırları içindeki halkı kaynaştırmış; Savaş’ın zaferle sonuçlanıp Lozan ile taçlandırılmasından sonra, yeni bir ulus olarak “dünya milletleri ailesine” katılmıştır. Kurucu önderler, bu ulusun adını “Türk Ulusu” olarak koymuşlardır. Ulusun bu adı bir etnik grup değil, bütüncül Kurtuluş Savaşı siyasetinin birleştirip, kaynaştırdığı bir halk anlamındadır. Bu konudaki görüşlerimi, aşağıdaki “Kürtlerin Varlığı İnkâr Edildi mi?” başlıklı bölümde ayrıntılı olarak anlatacağım.

Şimdi Lozan’ın Kürtleri böldüğü iddiasına geliyorum.

3.1.4 Lozan Kürtleri Böldü mü?

Lozan’ın Kürtleri böldüğü iddiasını, Türkiye Cumhuriyeti’nin oluşumunda birbiriyle bağlantılı üç metin; Mondros Ateşkes Antlaşması, Misakı Milli, Sevr Antlaşması ve Lozan Antlaşması üzerinden değerlendireceğim.

Osmanlı, 1. Dünya Savaşında İtilaf Devletlerine karşı, İttifak Devletleri safında yer almıştı. 1914-1918 arasındaki savaş boyunca,  Osmanlı Devleti, elinde kalan toprakları İtilaf Devletlerine karşı savundu. 1918 sonuna doğru İttifak Devletleri savaşı kaybetti ve İtilaf Devletleriyle peş peşe ve ayrı ayrı ateşkes antlaşmaları imzaladılar. Osmanlı Devleti de İtilaf Devletleri ile 30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkes Antlaşmasını imzaladı. Ateşkes ile birlikte, Irak’ın Musul dışındaki bölgesi ve Suriye toprakları İngiliz ve Fransız kuvvetleri tarafından, işgal edildiği için, buralar Lozan’dan çok önce Osmanlı toprağı olmaktan fiilen çıkıp, İngiliz ve Fransız işgaline uğramıştı.  İran Kürtleri ise Kasrı Şirin Anlaşmasından beri (17 Mayıs 1639) İran topraklarında yaşıyordu. Sevr Antlaşması ile de Osmanlı Devleti, Arap toprakları üzerindeki bütün haklarını kaybetmiş, Fırat’ın doğusundaki Kürt vilayetlerinde de İngiliz, Fransız ve İtalyan temsilcilerinden oluşacak bir komisyon tarafından, bir yerel yönetim düzeni kurulması hükme bağlanmıştı. İlaveten, Kürtler bir yıl sonra bağımsızlık için Milletler Cemiyeti’ne başvurabilecekti.

Öte yandan, yukarıda anlattığım gibi; Mondros Ateşkes Antlaşmasına dayanarak, İtilaf Devletleri ve Yunanistan, Ateşkes sınırları içindeki Osmanlı topraklarını işgal edince, Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde Kurtuluş Savaşı başlatıldı. Kurtuluş Savaşı, Ankara’nın önerisi üzerine Meclisi Mebusan tarafından kabul ve ilan edilen Misakı Milli adlı belge zemininde yürütüldü. Misakı Millide Osmanlı ordularının 30 Ekim 1918 tarihi itibariyle bulundukları çizgi esas alarak; bu çizginin dışında kalan Osmanlı topraklarında yaşayan halkın geleceğini kendi oylarıyla belirlemesi gerektiği; Ateşkes çizgisinin içinde kalan alan ve halkın ise bir bütün olup bölünemeyeceği ifade edildi. Böylece, Sevr uyarınca, Fırat’ın doğusundaki Kürtlere, kendi iradeleri dışında yerel yönetim düzeni kurulması ve bir yıl sonra da bağımsızlık başvurusu yapma hakkı vaat edilirken; Misakı Milli ile Ateşkes sınırları içindeki Kürtler de dâhil tüm halkın, bir bütün olarak bağımsızlığı ilan ediliyordu. Sonuçta Türkiye Kürtleri, Sevr’in öngördüğü ne idüğü belirsiz bir “yerel yönetim” ve Milletler Cemiyeti iradesine bağlı olarak verilecek bir “bağımsızlık” sahibi olmak yerine; Lozan ile egemen ve bağımsız bir ülkenin eşit yurttaşları oldular. Buna karşılık Suriye Kürtleri Fransız, Irak Kürtleri ise İngiliz manda yönetiminin tebaası oldular. İran Kürtleri de zaten monarşik İran yönetiminin tebaasıydı.

Görüldüğü üzere, Kürtler, dört parçaya Lozan Antlaşması ile bölünmüş değildir. 1. Dünya Savaşı sonunda Ortadoğu’daki askeri-fiili durum, Mondros Ateşkes Antlaşması ve yukarıdaki bölümlerde anlattığım; Ateşkes ve sonrasındaki siyasi, askeri ve hukuki gelişmeler, Osmanlı Kürtlerinin üç ayrı ülke sınırları içinde kalması ile sonuçlanmıştır. Burada Misakı Millinin tüm Kürtleri neden kapsamadığı sorulabilir. Yukarıda anlattığım gibi bunun nedeni, gerçekçi bir reel politika tercihi ile Misakı Millinin, Osmanlı ordularının Ateşkes itibariyle bulundukları çizgiyi esas almasıdır. Bilindiği üzere, Misakı Milli içinde olmasına rağmen, Türkiye Musul’daki haklarından vaz geçmek zorunda kalmıştır. Esasen, kapitalizmin gelişme dönemlerindeki uluslaşma sürecini ve ulus topraklarının sınırını,  aynı coğrafyada, aynı dili konuşan insanlar arasında kurulan ekonomik ilişkiler ağı belirlerken; kapitalizmin kolonyalizm ve emperyalizm dönemlerinde, işgale uğramış alanın ve bu alanda yaşayan halkın kurtuluşu için yapılan kurtuluş savaşını yöneten siyasetin kapsadığı alan ve halk belirlemiştir. Örneğin İngiliz kolonyalizmine karşı yapılan bağımsızlık savaşı sonucunda kurulan ABD’nin sınırlarını, savaşa katılan kolonilerin birleşik sınırları oluşturmuştur. ABD’yi örnek alarak İspanyol ve Portekiz kolonyalizmine karşı verilen bağımsızlık savaşları sonucunda Orta ve Latin Amerika’da oluşan çok sayıda bağımsız devletin sınırlarını da Orta ve Latin Amerika’daki bağımsızlık savaşı siyasetlerinin şekillenmesi belirlemiştir. Keza emperyalizm çağındaki Hindistan, Batı ve Doğu Pakistan (sonradan Bangladeş) sınırları da üzerinde Hindistan ve Pakistan’ın bulunduğu tüm Hint Yarımadasını kapsayan İngiliz sömürgeciliğine karşı verilen bağımsızlık savaşı siyasetinin yapılanmasıyla şekillenmiştir. Keza birçok farklı dil konuşan etnik gruplardan oluşan Çin ulusunun sınırlarını da Mao’nun önderliğinde emperyalizme karşı yapılan ulusal kurtuluş savaşı siyasetinin yayılıp, kapsadığı alan belirlemiştir. Bu çerçevede, yukarıdaki bölümlerde açıkladığım üzere; kurucuların Türk Ulusu olarak adlandırdığı ulusu da Misakı Milli alanını savunmak için TBMM olarak somutlaşan bütüncül siyasi iradeye katılan her etnik grup, din ve mezhepten halk oluşturmuştur.  Bu ulusun vatanının sınırları, Mondros Ateşkesi sırasında Osmanlı ordularının bulunduğu çizgi içinde kalan alanda yaşayan tüm halkın hukukunu korumak için yapılan Kurtuluş Savaşı sonucunda fiilen, Lozan’da hukuken çizilmiştir. Öte yandan, dünyada bölünmüş etnik gruplar Kürtlerden ibaret değildir. İran ve Azerbaycan arasında bölünmüş Azeriler; Akdeniz’den Çin’e sekiz ayrı devlete bölünmüş Türkler;  birçok devlete bölünmüş İspanyolca konuşan Latin Amerikalılar ve daha pek çokları…

Bu açıklamalardan sonra,  Kürt Sorunu çerçevesinde bir başka iddiaya; Türklerin Kürdistanı işgal edip, sömürgeleştirdiği iddiasına ilişkin görüşlerimi ifade etmek istiyorum.

3.1.5 Türkler Kürdistan’ı İşgal mi Ettiler?

Türkiye Cumhuriyeti, Misakı Milli sınırları içindeki alanı işgalden arındırıp, burada yaşayan halkın bağımsızlığını ve egemenliğini sağlamak amacıyla, tüm ülke halkının bağımsız ve egemen olma iradesini temsil eden TBMM yönetiminde yapılan Kurtuluş Savaşı sonunda kurulmuştur. TBMM’de tecelli eden iradenin bileşiminde Kürtlerin yoğun yaşadığı yerlerin temsilcileri de vardır. Bu nedenle, Türkiye Cumhuriyetinin oluşumunda, etnisite temelinde bir bölgesel ayırım olmayıp, tüm ülke tüm TC vatandaşlarına aittir. Bu çerçevede, Edirnelinin Diyarbakır’da hakkı olduğu kadar, Hakkârilinin de İzmir’de hakkı vardır. Anayasal ve yasal olarak, tüm TC vatandaşları birbirine eşit olup, Türklerin hâkim, Kürtlerin ve diğer etnik grupların tâbi olduğu bir hukuk Türkiye cumhuriyetinde hiç mevcut olmamıştır. Cumhuriyetin kuruluşunda, Osmanlı’dan kalan insanların eşitliği ile bağdaşmayan mevzuat ortadan kaldırılarak,  zamanın en ileri hukuk metinleri tercüme edilip, toplumumuza adapte edilerek yürürlüğe konulmuş; kadınlar da dâhil herkese seçme ve seçilme hakkı tanınmıştır. Hiçbir zaman, ne hukuken ne de fiilen, Kürtlerin yoğun yaşadığı yerlere sömürge ve Kürtlere de ikinci sınıf insan, tâbi halk gözüyle bakılmamıştır. Kısacası, bazılarının iddia ettiği “Kürdistan’ı Türkler istila etti, bu nedenle Kürdistan Türkiye’nin sömürgesidir” iddiasının gerçekle hiçbir ilgisi yoktur.

Kürt Sorunu çerçevesinde ileri sürülen en yaygın bir görüş de Cumhuriyet tarihi boyunca Kürtlerin varlığının inkâr edildiğidir.

3.1.6 Kürtlerin Varlığı İnkâr Edildi mi?

Kürt siyasetçilerinin çoğunluğu, anayasalardaki vatandaş tanımlarında geçen “Türk” ibaresine dayanarak, Türkiye’de Kürtlerin yok sayılarak, varlıklarının inkâr edildiğini öne sürmektedirler. Bu konuyu, TBMM’nin açılışından günümüze yürürlükte olmuş anayasalardaki ulusa atıf yapan ifadeler üzerinden ele alıp, değerlendireceğim.

Türkiye Cumhuriyeti devletinin temel kuruluşu, örgütlenişi ve işleyişi ile devlet ve vatandaşlar arasındaki ilişkiler, yürürlükte oldukları sürede çeşitli değişikliklere uğramış, sonraki öncekini yürürlükten kaldırmış dört anayasa ile düzenlenmiştir: Bunlar 1921, 1924, 1961 ve 1982 Anayasalarıdır.

1921 Anayasasının 1. maddesi şöyledir: “Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur.  Yönetim usulü, halkın kaderini bizzat ve fiilen yönetmesine dayanır.” Anayasa’nın bu ve diğer maddelerde “ulus” ve “halk”ın kapsamına ilişkin bir açıklama bulunmamaktadır. Ayrıca bu ve diğer maddelerde bir etnik grup adı da zikredilmemektedir. Kurtuluş Savaşı siyasetinin zemininin Misakı Milli olduğu göz önüne alındığında, halk ile kast edilen şeyin, etnik aidiyetine bakılmaksızın, Misakı Milli sınırları içinde yaşayan tüm insanlar; ulus ile kast edilen şeyin de kurtuluş savaşı siyaseti ortak paydasında birleşmiş halk olduğu anlaşılmaktadır. Diğer anayasalarda olduğu gibi, ulusun adının Türk olduğuna ilişkin bir ibare yer almadığı ve illere ve nahiyelere idari özerklik tanındığı için, Kürt siyasetçilerinin 1921 Anayasasına yönelik bir karşı görüşleri yoktur. [1]

1924 Anayasası’na gelince;  “Türklerin Kamu Hukuku“ başlıklı bölümdeki 68. maddenin 1. fıkrası  “Her Türk hür doğar, hür yaşar.” hükmündedir. Aynı bölümdeki 69. madde ise “Türkler kanun karşısında eşit ve istisnasız kanuna uymakla yükümlüdürler. Her türlü zümre, sınıf, aile ve birey imtiyazları ortadan kaldırılmıştır ve yasaktır.” hükmündedir. Görüldüğü üzere; 1921 Anayasasından farklı olarak, 1924’te ulusun adı “Türk” olarak belirlenmiştir.  Ayrıca 1924 Anayasası, illere tanınan idari özerkliğe son vermiştir. 1961 Anayasasının 54. maddesinde “Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.” denmek suretiyle, ulusun Türk olarak adlandırılması sürdürülmüştür. Aynı hüküm, 1982 Anayasasının 66. maddesinde de yer almıştır.

1924, 1961 ve 1982 Anayasalarında ulusun adının Türk Ulusu olarak belirlenmiş olması,  Kürt siyasetçilerinin çoğunluğu tarafından, Kürtlerin varlığının inkârı olarak değerlendirilmiştir. Ancak, çokça dile getirildiği üzere; söz konusu anayasalarda, sadece Kürtlerin değil, ulusu oluşturan diğer etnik grupların da adı geçmemektedir. Anayasalardaki Türk ibaresi, bir etnik grubun hâkimiyetini, diğerlerinin tabiiyetini değil, Türk adı altında siyasi-hukuki bir birliği temsil eder. Bu durum, Kürtlerin ve diğer etnik grupların yok sayıldığı anlamına gelmez. Durum böyleyken, Kürtler de dâhil diğer etnik grupların da siyasi gruplar olarak anayasada yer almasının talep edilmesi, ulusun bütüncül doğasına aykırı olup, böyle bir hukuki düzenleme, ulusun etnik gruplara bölünerek, çatışma ortamının oluşmasına, ulusun zayıflamasına yol açar. Bu konuda Yugoslavya’da ve Lübnan’da yaşanan etnik çatışmaları hatırlatmakla yetiniyorum. İlaveten, elli yıla yaklaşan PKK İsyanı boyunca, ciddi bir Türk-Kürt çatışması yaşanmamış olmasının temel nedeni, Kurtuluş Savaşı’nın bütüncül siyasetinin tüm Türkiye halkını siyaseten kaynaştırmış olmasıdır. Bununla birlikte, ulusun özdeki bütünlüğüne halel getirmeden, Kürtlerin ve diğer etnik grupların duyarlılığını karşılayan bir ulus tanımı formüle etmenin, kurucuların iradelerine aykırı olmayacağını düşünüyorum. Kurtuluş Savaşı sırasında Türkiye halkı olarak gösterilen özveri ortamının oluşturduğu ve bütün anayasalarda ifade edilmiş olan insanların eşitliği ilkesi, söz konusu formülasyon için temel siyasi olanaktır. Bu olanağın varlığına rağmen, kim(ler) ki ulusun bütüncül yapısını bölüp bozmaya kalkışır ve bunda ısrar eder, bilinmeli ki o(nlar), değil sadece Türkiye halkının insanlığın da dostu değildir…

Öte yandan, özellikle Dersim İsyanının bastırılmasından sonra Kürt dili, kıyafetleri, folkloru ve Kürtçe isimlerin kullanımı yasaklandı. Kürt yerleşim bölgeleri 1946’ya kadar sıkıyönetim altında kaldı. ‘Kürtler’, ‘Kürdistan’ veya ‘Kürtçe’ kelimeleri Türk hükûmeti tarafından yasaklandı. 1980 askeri darbesinin ardından Kürtçe resmi ve özel hayatta yasaklandı. Kürtçe konuşan, yayın yapan veya şarkı söyleyen birçok kişi tutuklandı ve hapsedildi.” (Kaynak: Vikipedi, Türkiye’de Kürtlere Yönelik İnsan Hakları İhlalleri) Bu tablo kuşkusuz, Türkiye’deki Kürt varlığının inkârıdır, yok sayılmasıdır.  Şimdi, yukarıdaki inkâr tablosu geniş ölçüde değişmiş; “Kürt realitesi” tanınmış, yasal, meşru siyaset yapma olanakları genişlemiş, Kürtçe konuşma yasağı kalkmıştır. İnsan hakları bakımından varsa başka eksiklikler, eşitlik ilkesi çerçevesinde onlar da kalkacaktır. Böylece, Türkiye, etnik grup, din ve mezhep farklılıklarının aşılarak, insan ilişkilerinin bağımsız ve eşit birey ilkesine dayandığı; böylece ırk,  din ve mezhep çatışmaların geride bırakıldığı, bu haliyle Ortadoğu’ya ve dünyaya örnek, model bir ülke olacaktır. Türkiye’nin örnek, model bir ülke olması konusunu,  aşağıdaki “Demokratik Ortadoğu Birliği (DOP)” başlıklı bölümde, daha geniş olarak ele alacağım.

Kürt Sorunu başlığı altında yukarıda anlattıklarımızdan sonra, “KOP Türkiye’nin Siyasi Yapısını Nasıl Etkileyebilir?” sorusunu, Kürt Sorunu bağlamında ele alacak olursak: KOP, etnik farklılıkları aşarak, eşit yurttaşlar olarak kaynaşmış bir ulus anlayışını esas alan Türkiye Cumhuriyeti yerine, etnik ayrımları öne çıkaran bir anlayışı ve bu anlayışa dayanan bir hukuk getirmeyi amaçlamaktadır. Uygulanması halinde, etnik farklılık Türk, Kürt ve Araplardan ibaret kalamaz; diğer etnik grupların da etnisite bilinçlerini kışkırtarak, ulusun etnik gruplara ayrışmasını derinleştirir. Etnik ayrışma, etnik çıkar bilincini uyandırarak, çatışma potansiyeli oluşturur. Etnik ayrışmayı da dinsel ve mezhepsel ayrışma izleyerek, çatışma potansiyelini yükseltir, ulusun parçalanarak zayıflamasını hızlandırır. Böylece, farklı etnik kimlikleri ön plana çıkarıp barışı sağlayalım derken, Türkiye’yi ve bölgeyi, geri dönülemez ve nereye varacağı belli olmayan bir çatışmalar silsilesinin kaosu ile karşı karşıya kalabiliriz. Durumu böyle ortaya koyunca, Tom Barrack’ın, 21 Temmuz 2025’te haberlere yansıyan “Güçlü ulus devletler İsrail için bir tehdittir.” sözünün anlamı daha belirginleşiyor. Kısacası, KOP’un, etnik farklılıklar üzerine kurulu bir birlik olarak uygulanma potansiyeli nedeniyle, Türkiye halkını kaynaştırmış, bölge ve dünya halklarını da kaynaştırabilecek çok daha ileri bir toplum modeli yerine, Türkiye’yi ve bölgeyi etnik, dini ve mezhepsel olarak ayrıştırıcı, bu nedenle geri bir toplum modeline götürebilecektir.

KOP’un Türkiye’nin siyasi yapısına etkisi bağlamında Kürt Sorununu böylece ortaya koyduktan sonra, şimdi aynı bağlamda Sünni İslam Şeriatı Sorununu ele alacağım.

3.2 Sünni İslam Şeriatı Sorunu

Erdoğan, KOP fikrini açıkladığı konuşmasında, Türkler, Kürtler ve Arapların birleştiklerinde daha güçlü olduklarını ifade ederken, birleştirici ortak payda olarak İslamiyet’i varsayıyordu kuşkusuz. İslamiyet KOP unsurlarının birleştirici ortak paydası olması yanında, bileşenler arasında çıkması muhtemel etnik grup çıkar çatışmalarını önleyici bağ doku olarak da varsayılmış olmalıdır. Birleştirici ortak payda ve bağ doku işlevi görebilmesi için, KOP bileşenlerinde İslam şeriatının bir hukuk ve kültür olarak yaygınlaşıp derinleşmesi gerekir. Ancak bu durum, aşılması oldukça güç sorunlara yol açabilecektir. Bu bölümde konumuz KOP’un Türkiye’ye olası etkileri olduğu için, olası sorunları Türkiye bazında ele alacağım, diğer bileşenlere de değinmekle yetineceğim.

Bilindiği üzere, Türkiye’de İslam dininin iki ana mezhebi vardır: Sünnilik ve Alevilik. Bu durumda Türkiye’de hangi İslam şeriatı uygulanacaktır? Yoksa her mezhep kendi hukukunu kurup, kendi kültürünü mü yaşayacaktır? O zaman kültürel farklılıklar bir tarafa, ulus, hukuken Türk Sünni ve Alevi, Kürt Sünni ve Alevi, Arap Sünni ve Alevi olmak üzere altı gruba bölünmeyecek mi? Bunlara bir de Hristiyan ve Musevi vatandaşlarımızın hukuki bölünmesini ekleyin… Aynı sorun, KOP’un Türkiye benzeri dinsel ve mezhepsel farklılıkları barındıran Irak ve Suriye bileşenlerinde de ortaya çıkabilecektir.

Öte yandan, Türkiye’de Cumhuriyet ile birlikte, Şer’i hukuk tamamen terk edilerek, çağın en ileri anlayışının esas alındığı, laik bir hukuk düzeni kurulmuş olup, dindar olsun olmasın Türkiye halkının çok büyük çoğunluğu laik hukuk düzenini benimseyip, içselleştirmiştir. Şimdi hiçbir kadını, erkek kardeşinin yarısı kadar miras payı almaya ve mahkemede iki kadının tanıklığının bir erkeğe eşit olmasına ikna edemezsiniz. Durum böyleyken, KOP’un bağ dokusu olacak diye İslam Şeriat hukukunu nasıl yürürlüğe koyup nasıl uygulayacaksınız? Kendi ülkenizde İslamiyet’i hukuk ve kültür olarak yaygınlaştıramazsanız, diğer ülkeleri İslamiyet esaslı bir birliğe nasıl davet edebileceksiniz? Kaldı ki Suriye ve Irak’ta da laik hukuk ve kültürü içselleştirmiş hatırı sayılır bir kitle varken, o ülkelerde de Sünni İslami şeriatı nasıl yaygınlaştırılabilecektir?

KOP’un Türkiye’nin siyasi yapısına etkisini, Sünni İslam şeriatı bağlamında değerlendirecek olursak: KOP’un birleştirici ortak paydası, bağ dokusu olarak İslam hukuku ve kültürünün yaygınlaştırılması, diğer din ve mezhepler hariç, ulusu en az altı Müslüman gruba ayırabilecek; bunun yanında,  bağımsız ve eşit birey üzerine kurulu çağdaş hukuk yerine, insanları, özellikle kadın hukuku ve ceza hukuku bakımından çağdışı bir hukuk düzeninde yaşamaya zorlayabilecektir.

KOP’un Türkiye’nin siyasi yapısına etkilerini özetleyecek olur isek:

3.3 KOP’un Türkiye’nin Siyasi Yapısına Etkileri

Yukarıdaki “Kürt Sorunu” ve “Sünni İslam Şeriatı Sorunu”  başlıklı bölümlerde ortaya koyduğum üzere; KOP, Misakı Milli sınırları içindeki halkın, bütüncül bir siyasetin yönettiği bir kurtuluş savaşı içinde kaynaşmasıyla oluşmuş bir ulusa aidiyet yerine, Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Arap vs. etnik gruplara ve/veya Sünniliğe, Aleviliğe ya da başka bir dine aidiyeti ikame etmekle, etnik, dinsel, mezhepsel çatışmalara yol açarak ulusu zayıflatma potansiyeli taşımaktadır. Aynı çatışma ve zayıflama potansiyeli KOP’un diğer bileşenleri için de söz konusudur.

KOP’un İslamiyet odaklı bir birlik olarak mümkün olabilmesi gereğinin sonucu, Sünni İslam Şeriatının hukuk ve kültür olarak yaygınlaştırılıp derinleştirilmesi olacaktır. Bunun da sonucu Türkiye’nin bağımsız ve eşit bireyi esas almış çağdaş hukuk düzeninin kaldırılıp, çağdışı bir hukuk düzeninin getirilip, çağdışı bir yaşam tarzına mahkûm edilmesidir. Benzeri bir hukuk üzeni ve yaşam tarzı KOP’un diğer bileşenleri için de söz konusudur.

Sonuç olarak, KOP ile bölgeye arzu edilen barış gelmeyeceği gibi, bölge, Türkiye’yi de içine çekmiş etnik, dinsel ve mezhepsel çatışmalarla zayıflamış, çağ dışı bir hukuk ve kültürle yaşamaya mahkûm edilmiş bir dizi halkın perişanlıklar içinde yaşadığı bir manzara arz edecektir. Böyle bir Ortadoğu düzeni Tom Barrack’ın “sâfiyetle” ifade ettiği gibi; güçlü ulus devletleri sevmeyen İsrail’in sevdiği bir ortam olacaktır.

Buraya kadar, bölge barışının KOP ile neden mümkün olamayacağını ortaya koymuş bulunuyorum. Önemli olan barışın KOP ile neden mümkün olamayacağını değil, başka türlü nasıl mümkün olabileceğini ortaya koymaktır. Aslında yazımızın akışı içinde Türkiye’de, Ortadoğu’da (hatta dünyada) barışı mümkün kılacak temel ilkenin ne olabileceğini de ortaya koymuş bulunuyorum: etnik, dinsel, mezhepsel ayrımı ve ayrışmaları aşan “bağımsız ve eşit birey ilkesi”. Bu ilke temelinde bir siyaset bizi Demokratik Ortadoğu Projesine (DOP) götürür.

  1. Demokratik Ortadoğu Birliği Projesi (DOP)

4.1 Bağımsız ve Eşit Birey İlkesinin Oluşumu

Yukarıdaki “Lozan Kürtleri Böldü mü?” başlıklı bölümde şöyle yazmıştım: “… kapitalizmin gelişme dönemlerindeki uluslaşma sürecini ve ulus topraklarının sınırını, aynı coğrafyada, aynı dili konuşan insanlar arasında kurulan ekonomik ilişkiler ağı belirlerken; kapitalizmin kolonyalizm ve emperyalizm dönemlerinde, işgale uğramış alanın ve bu alanda yaşayan halkın kurtuluşu için yapılan kurtuluş savaşını yöneten siyasetin kapsadığı alan ve halk belirlemiştir.” Halkların uluslaşma süreci, aynı zamanda bağımsız ve eşit birey ilkesinin oluşup, hayata geçme sürecidir.

Kolonyalist ve emperyalist işgale karşı verilen ulusal kurtuluş savaşlarının, ölüm de dâhil her türlü özverinin paylaşıldığı sıcak ortamı, halkı kenetleyip, kaynaştırıp uluslaştırırken, halkın bireylerini de eşitlemiştir.  Demokrasinin temelleri, sıcak savaş ortamında atılmıştır. Mustafa Kemal Atatürk, ölümün de paylaşılacağı büyük özverinin, ancak halkın siyasi desteği ile mümkün olabileceği düşüncesiyle olsa gerektir ki işe bir dizi kongre toplayarak başlamış ve Kurtuluş Savaşının, ulusal iradenin tecelli ettiği TBMM eliyle yürütülmesini uygun görmüştür. Atatürk Savaş sürecinde demokrasinin adım adım nasıl geliştiğini Nutuk’ta şöyle anlatmıştır: “… Beliren milli mücadelenin tek amacı vatanı yabancı işgalinden kurtarmak olduğu halde, bu mücadelenin, başarıya ulaştıkça, milli iradeye dayalı yönetimin bütün ilkelerini ve biçimlerini evre evre bugünkü döneme kadar gerçekleştirmesi, doğal ve kaçınılmaz bir tarih süreci idi. Bu kaçınılmaz tarih sürecini, geleneksel alışkanlığıyla hemen sezinleyen hükümdarlık hanedanı, ilk andan itibaren milli mücadelenin amansız bir düşmanı oldu. Bu kaçınılmaz tarih sürecini, ben de gördüm ve sezinledim …”

Özetle, Kurtuluş Savaşı içinde paylaşılan özveriler ve bütüncül siyaset, Türkiye halkını kaynaştırıp uluslaştırırken, bireyleri de eşitlemiştir. Böylece TC, bağımsız ve eşit birey ilkesi üzerine kurulmuş olup, eşitlik ilkesi 1924, 1961 ve 1982 Anayasalarında ifadesini bulmuştur. Kuşkusuz geçen yüz yılı aşkın zamana rağmen, TC’nin temelindeki bağımsız ve eşit birey ilkesi, tam anlamıyla hayata geçip, toplumun gözeneklerine kadar sinmiş, demokrasi sonuna kadar gelişmiş değildir. En yaygın olarak işçi sınıfının kapitaliste bağımlılığı, yer yer süren feodal bağımlılıklar, Türkiye’de demokrasi mücadelesi yolunda demokratların yapacağı daha çok şey, alacağı daha çok mesafe olduğunu gösteriyor.

Esasen Kürt Sorunu da TC’nin temelindeki bağımsız ve eşit birey ilkesinin ihlaliyle, Kürtlerin iradelerine aykırı olarak; dillerinin, kültürlerinin yasaklanması suretiyle, etnik kimliklerinin yok sayılmasından kaynaklanmıştır. Şimdi tarihi eşeleyip, sebeplerini ve karşılıklı sorumlularını arama zamanı değil; geçen yüz yılı aşkın zaman boyunca ve özellikle de PKK İsyanı döneminde çok can acılarına ve çok maddi kayıplara yol açmış bu sorunu çözme ve böylece Türkiye’nin demokratikleşmesini daha ileri götürme zamanıdır. Kürt Sorununun çözümünde TC’nin temelindeki bağımsız ve eşit birey ilkesi, en önemli meşru siyasi olanağımızdır. Bağımsız ve eşit birey ilkesi, çağ dışı ve istikrarsız KOP’a kıyasen, Ortadoğu’da çağdaş, demokratik ve barışçı bir birlik oluşturulmak suretiyle, Kürt Sorununun sadece Türkiye boyutunda değil, Ortadoğu boyutunda çözümünde de kullanılabilecek bir siyasi olanaktır. Bağımsız ve eşit birey ilkesi temelinde Ortadoğu’da bir birlik oluşturma fikrimi, “Demokratik Ortadoğu Birliği Projesi (DOP)” olarak adlandırıyorum.

  1. 2 Demokratik Ortadoğu Birliği Projesi (DOP)

DOP’un ana fikri ve ideali, bağımsız ve eşit birey ilkesinin sonuna kadar hayata geçerek, insanların barış ve dostluk ilişkileri ile örülmüş bir toplumsal yaşam ortamında, refah ve huzurla yaşayacakları, demokratik bir Ortadoğu’dur.

Bağımsız ve eşit birey ilkesinin sonuna kadar hayata geçmesi için, hukuki, biçimsel eşitlik yetmez; insanın insana bağımlılığını doğurup besleyen toplumsal-ekonomik koşulların da değişip, ekonomik bağımlılık ilişkilerinin de tasfiye edilmesi gerekir. Bunun için akla ilk olarak, bağımlılıkların kaynağı olarak görülen özel mülkiyetin tasfiye edilerek, tüm üretim araçları ve üretim konularının kamu adına devlete ait olduğu sosyalizm geliyor. Ancak 1920’li yıllardan 1990’lı yıllara kadar, başta Sovyetler Birliği olmak üzere, birçok ülkede uygulanan, özel mülkiyetin olmadığı sosyalizmde, insanın insana bağımlılığı ortadan kalkmakla birlikte, insanların üretime yabancılaşması nedeniyle, sistem zaman içinde dejenere ve deforme olarak içten içe zayıfladı ve 1990’ların başında pratikten tasfiye oldu. Bu sosyalizm pratiğinden çıkan en önemli dersin, hem insanın insana bağımlılığını hem sömürüyü ortadan kaldıracak hem de insanların üretime yabancılaşmasını önleyecek bir işletme modeli geliştirmek olduğunu düşünüyorum. Bu öyle bir model olmalıydı ki hem özel hem de kolektif mülkiyet özelliğini bir arada taşımalıydı. Böyle bir model var olup, başarıyla uygulanmıştır: Mondragon Kooperatifi. İspanya’nın Bask bölgesindeki Mondragon kasabasında, 1950’lerde kurulan Mondragon Kooperatifi, kuruluşundan itibaren sürekli gelişip büyüyerek binlerce çalışanı olan dev bir işletmeler topluluğu haline gelmiştir. Alışılmış kooperatiften farklı olduğu için, bu modeli “kolektif” olarak adlandırdım. Monragon’u kolektif olarak nitelememin temel nedeni, çalışanların aynı zamanda ortak olması ve kolektifteki pay oranı ne olursa olsun, herkesin yönetime eşit oyla katılmasıdır. Kolektif, hem özel hem de kolektif mülkiyeti içermekte olmasının sonucu olarak, üretilen artı-değer kolektife ait olduğu için, sömürü de ortadan kalkacaktır.[2] Bu nedenle demokratların gündeminde sadece biçimsel bağımsızlık ve eşitlik değil, bağımlılık ilişkilerini tamamen ortadan kaldıracak olan kolektifleri (veya aynı amacı sağlayacak başka türlü işletme modellerini) yaygınlaştırmak da yer almalıdır.

Kuşkusuz kolektif işletme modeline bir anda geçilemez; kolektifler yayılırken kapitalist işletme modeli de zayıflayarak da olsa yaşamaya devam eder. Kapitalist işletmelerin varlığının sürmesi demek,  işçi sınıfının kapitaliste bağımlılığının ve sömürüsünün de devamı demektir. Bu durumda demokratların bağımsız ve eşit birey ilkesi çerçevesinde yapması gereken şey; işçi sınıfının sendikal örgütlenmesine siyasi destek vererek, onların kapitalistler karşısında daha güçlü durmasını sağlayarak, sömürüyü hafifletmektir.

Demek oluyor ki DOP’un nihai hedefi, bağımsız ve eşit birey ilkesini sonuna kadar hayata geçirmek için kolektiflerin (veya benzeri işletme modellerinin) topluma egemen olmasını, o zamana kadar işçi sınıfının güçlü kalmasını sağlamak için siyaset yapan bir demokrat siyasetin öncülüğünde,  insanların barış ve dostluk ilişkileri ile örülmüş bir toplumsal yaşam ortamında, refah ve huzurla yaşayacakları, Türkiye’den S. Arabistan’a, Mısır’dan İsrail’den İran’a kadar bütünleşmiş, demokratik bir Ortadoğu’dur. Ancak gerek genelde gerekse ülkeler itibariyle baktığımızda, DOP’un uygulanmasının siyasi olanaklarının epeyce dar olduğunu görüyoruz. Ancak siyasi olanaklarının dar olması, DOP’un imkânsızlığı anlamına gelmez.  DOP’un hayata geçme olasılığı, KOP’tan daha az değildir.  Her şeyden önce DOP’un bir demokratik siyasi inisiyatif olarak ortaya çıkması gerekir. DOP’un ulusal çıkar çatışmaları ile zayıflamaması için Avrupa Birliği’nden farklı olarak, ulus-odaklı değil, hangi ulustan olursa olsun birey-odaklı olmalıdır. Bütüncül ulus ve bağımsız ve eşit birey temelinde Kürt Sorununu çözerek, demokratikleşme yolunda büyük bir adım atmış olan Türkiye, DOP için inisiyatif alarak, Kürtlerin yoğun yaşadığı ülkeler başta olmak üzere, tüm Ortadoğu ülkelerine birlik için çağrıda bulunabilir. Bu çağrı, çağdaş hukuka göre oluşmuş, barış ve dostluk ilişkileri ile örülerek bölgeye yayılmış bir toplumsal yaşamın sağlayacağı insanca ve daha ileri yaşam olanakları nedeniyle, bitip tükenmez siyasi entrikalardan, çatışmalardan, savaşlardan, göçlerden, sefaletten bıkıp usanmış geniş kitlelerden olumlu karşılık bulacaktır. Bunun yanında, bölgenin demokratik birliğe meyletmesi, on yıllardır bölgeyi etnik, dinsel, mezhepsel bölünme ve çatışma halinde tutarak çıkar sağlayan emperyalistleri, birlik eğilimini sabote edip zayıflatmaya yöneltecektir. Ancak birlik çalışmaları kararlılıkla sürdürülüp, yol alındıkça, sabote ederek bir yere varamayacaklarını anlayan emperyalistler, bu kez birlik ile anlaşma zemini arayacaklardır. Böylece yolları açılan DOP’çular, önlerine çıkan siyasi sorunları, ellerindeki siyasi olanaklarla çözerek birlik yolunda adım adım ilerleyeceklerdir. Kuşkusuz DOP’un başarısı bütün dünyaya örnek olacak, Ortadoğu ötesinde tüm dünya toplumlarının bütünleşmesi idealini; “Demokratik Dünya” fikrini doğurup besleyecektir.

Öyleyse başlıktaki soruya dönersek: KOP mu DOP mu?

 

[1]Vilayetler kendi başına bir devlet değildir. Amerika hükümeti müttehidesi gibi değildir. Her vilayetin haiz olduğu muhtariyet, mahalli işlere münhasırdır. O işler ki yalnız vilayeti alakadar eder, o işler o vilayetin işleridir.” (TBMM’de 1921 Anayasası Görüşmeleri, 18 Kasım 1920), Sinan Meydan,  Cumhuriyet, 21 Mayıs 2025

[2] Kolektifler hakkındaki daha ayrıntılı görüşlerimi incelemek için, konuyla ilgili yazıma şu bağlantıdan ulaşılabilir: https://www.anafikir.gen.tr/kolektifler-kapitalizmin-pabucunu-dama-atacak/

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir