12 Eylül iddianamesine ilişkin-Av.Mehdi Bektaş

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Bu yargılamanın, 12 Eylül öncesi ve sonrası süreci aklayacağı endişesini duyuyor,

müdahil olunarak buna yardımcı olunmasını yanlış buluyorum.

mbektas@anafikir.gen.tr

 12 EYLÜL İDDİANAMESİNE İLİŞKİN BİLGİ/SAPTAMA/DEĞERLENDİRME 

I. BİLGİ

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, 03.01.2012 tarih, 2011/646 Soruşturma, 2012/2 Esas, 2012/2 iddianame No’su ile CMK’nun 250 Maddesi ile yetkili ve görevli ağır ceza mahkemesine (ÖGM)  12 Eylül Darbesini gerçekleştirenlerden Ali Tahsin ŞAHİNKAYA ile Ahmet Kenan EVREN hakkında, “….CMK’nun 250-252 maddeleri uyarınca yargılamalarının yapılarak 765 sayılı Türk Ceza Kanununun 146,80,31 ve 33 maddeleri uyarınca ayrı ayrı cezalandırılmaları, ….CMK’nun 109. maddesinde sayılan adli tedbirlerden birine karar verilmesi istemiyle” kamu davası açmıştır.

Basına yansıdığı kadarıyla, özel yetkili ve görevli Ankara 12.Ağır Ceza Mahkemesi, 2012/1 ön inceleme sayısıyla iddianameyi incelemiş ve kabul etmiş, tensiple sanıkların yurtdışına çıkışını yasaklamış, sanıkların sorgusunu yapmak üzere 4 Nisan 2012 tarihine duruşma günü vermiştir.   

Böylece, 12 Eylül harekâtını emir komuta zinciri içerisinde gerçekleştiren Türk Silahlı Kuvvetlerinin yaşamakta olan dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Ahmet Kenan EVREN, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Ali Tahsin ŞAHİNKAYA hakkında 765 Sayılı TCK’nun 146. maddesinde yer alan, “Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının tamamını veya bir kısmını değiştirme, bozma veya ortadan kaldırmaya ve Anayasa ile teşekkül etmiş olan Büyük Millet Meclisini ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasına engel olmaya cebren teşebbüs etmekten” dava açılmış; dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Nurettin ERSİN, Deniz Kuvvetleri Komutanı Mehmet Nejat TÜMER, Jandarma Genel Komutanı Osman Sedat CELESUN hakkında ise ölmüş olmaları nedeniyle takipsizlik kararı verilmiştir. 

İddianame kabul edilerek, duruşma günü verilerek, sanıkların yurtdışına çıkışı yasaklanarak bir yargılama süreci başlatıldığına göre, iddianamede yer alan hukuki ve siyasi saptamaları tartışmak, değerlendirmek olanaklıdır.

İddianamenin değerlendirilmesini sağlıklı bir düzleme oturtabilmek için millet, devlet,  egemenlik ve kuvvet (erk)  kavramlarına kısaca bakmakta yarar vardır.   

 

Devlet/Millet

Devletler hukukuna göre bir devletten söz edebilmek için, önce bir halk (ahali/toplum/millet) olacak, sonra da bu halkın yaşadığı bir toprak (ülke) bulunacak. Bu da yetmez, bunların yanında, millet/halk/sınıf/toplum çoğunluğunun kabul ettiği (rızasına dayanan) hükmetme gücünü (otorite/egemenlik) elinde tutan bir örgütlenme olacak…

Devletin olmazsa olmaz koşullarından olan milleti (halkı/ahali), yalnızca insan topluluğu olarak düşünmemek gerekir. Milleti tanımlamada biri nesnel (objektif) diğeri öznel (sübjektif) iki görüş vardır.

Birincisi görüş (nesnel) milleti, dil, din, soy, kültür birliği olarak görür. Bu özelliklerden bir kaçının bir araya gelmesiyle milletin oluştuğu savındadır.

İkinci görüş (öznel) ise,  milleti bir fenomen (olgu, görüngü) olarak ele alır. Toplumu oluşturan insanların ortak duygusunun (hissin/ruh halinin) milletin oluşuşumu için yeterli olduğu kanısındadır.  

Öznel ve nesnel görüşleri birleştirerek millet (ulus), bir ülkede yaşayan insanların, dil, din, kültür, soy gibi unsurların, faktörlerin birkaçının veya hepsinin etkisi altında, ayrı ve farklı bir toplum olduklarına inanılmasıyla oluşan topluluktur. (1)

Millet (Ulus) kavramının, sınırları belirlenmiş bir coğrafyada yaşayan insanların bütününü içine alan, geçmişi (ezeli) ve geleceği (ebedi /istikbali) olan, toplum üstü bir içerik taşıdığı da söylenir. 

Basit anlamıyla topluluk günceldir; millet/halk ise, hem güncel hem de tarihseldir… 

Bazılarının sandığı ya da göstermek istediği gibi millet (ulus),  yalnızca bir ırk (etnik grup) değil, ırkı ve ırkları aşan, “aynı milli karakter ortaklığı şeklinde beliren sosyolojik bir olgudur.(2) 

Bu saptama, Alman ırkının en üstün ırk olduğunu ileri sürerek, milyonlarca insanı savaş alanlarında kıran, gaz odalarında boğan Nazizmin (Alman ırkçılığı) yenildiği İkinci Dünya Savaşı sonrası Birleşmiş Milletlerin oluşturduğu Bilimciler Komisyonu’nca hazırlanan, “Irk Sorunlarına İlişkin Bildiri”deki görüşle uyumludur.(3)

Böylece devlet, belirli bir ülkede yaşayan ve bir üstün iktidara (kudrete/egemenliğe/ otoriteye) tabi olan insan topluluğunun oluşturduğu, tüzel kişiliğe sahip, siyasi bir varlıktır. (4)

Bir ülkedeki topluluğa hükmetme gücüne (iktidar, otorite), devlet kudreti de denir. Kudret ise egemenliktir; egemenlik ise, devletin bir niteliğidir. Devlet kudreti (egemenlik) ülke içinde devletin üstün emretme ayrıcalığına (imtiyazı) sahip olma,  ülke dışında başka devletlerle eşit ve bağımsız bulunma durumudur.(5)   

Devleti yapısal özelliklerine göre tüm yapılı (tek/üniter) karma yapılı (federasyon/konfederasyon/birleşik/federal) devlet; devlet iktidarını kullanacakların belirleniş biçimine göre de bireyci (fertçi), toplumcu devlet tanımlamaları vardır.

Devlet iktidarının hükmediliş biçimine (egemenliğin kullanılış) göre de çeşitli sınıflamalar yapılır:

İlk sınıflama, eski Yunan’da, Plato’nda görülür. Platon dört tip devlet biçimini ortaya koyar: Timokrasi, Oligarşi, Demokrasi, Tiran. Daha sonra Aristo, Monarşi,  Aristokrasi, Poletia diye bir ayrım yapar.

Montesquieu ise, cumhuriyet, monarşi, despotizm diye üç devlet biçimi sayar.  Monarşiyi, “Tek kimsenin sabit ve değişmez kanunlarla hükmetmesi”; despotizmi, “Tek kimsenin kanunsuz ve kuralsız, her şeyi iradesi ve hevesleriyle” yönetmesi; cumhuriyeti ise, bütünüyle ya da bir kısmıyla halkın üstün kudreti (egemenliği) elinde tutması olarak belirtir.

Sonraki dönemlerde de bu konuya ilişkin değerlendirmeler, tartışmalar sürer; oligarşik ve demokratik ayrımla, anayasal kabulleniş, ekonomik düzen, toplaşma (bir araya gelme) ve egemenlik durumuna göre çeşitli ayrımlar vardır. (6) 

Devletin ekonomik sistemine, üretim ilişkisine (üretim araçlarıyla insanlar arasındaki mülkiyet ilişkisi) bakarak, köleci (köle sahiplerinin), feodal (toprak sahiplerinin), kapitalist (finans/kapital-burjuvazi), sosyalist/komünist (emekçi-işçi/proleter) devlet olarak niteleyenler;  egemenlik hakkını kişinin (firavun/han/kral/padişah/imparator/başbuğ/führer), zümrenin (aristokrasi/tiran/oligarşi/cunta), halkın bir kısmen ya da tamamının kullanmasıyla (meşrutiyet/cumhuriyet); dinin devletle olan ilişkisi bağlamında teokratik (dinci) devlet (peygamber/imam/halife/papaz), laik devlet (başkan, cumhurbaşkanı) ayrımı da yapılır.

Devletin örgütlenmesinde, yapılanmasında, iktidar gücünün (egemenliğin) ortaya çıkmasında,  toplumu örgütleyen, yönlendiren, yöneten sınıf anlayışının (egemen sınıf) belirleyiciliği gözden ırak tutulamaz,  bu,  bilimsel bir gerçekliktir.

Bir devlette sınıf yapısı (köleci, feodal, burjuva, proleter), egemenlik hakkının kullanılmasıyla ortaya çıkar, sınırların çizilmesinde, yöntemin (usulünü) belirlenmesinde somutlaşır…

Burjuvazi ve proletarya, egemenlik hakkını, ya doğrudan doğruya ya temsilcileri aracılığıyla ya da karma biçimde kullanır.

Çağımızda egemenlik hakkının, millet/ halk adına, sınıfsal  (emek /sermaye), siyasal (parti/hareket), ekonomik (özel /kamusal), sosyal (kooperatif/sandık/dernek), toplumsal ve kültürel alanlarda örgütlü baskı gruplarının genel olarak etkilemesi ve yönlendirmesi altında,  yasama, yürütme ve yargı organınca kullanıldığı; egemenlik hakkına, sınıflar üstü bir nitelik ve içerik kazandırıldığı görülür. 

Halkın egemenliği kullanışını esas alan devlet biçimine, cumhuriyet (halkın yönetimi) denir. 

Halkı oluşturan bireylerin, egemenlik iradesini (hakkını) hukuka uygun bir ortamda eşit ve özgür olarak kullanması; düşüncelerin açıkça ve korkusuzca tek tek ya da toplu olarak ortaya koyması; ekonomik, siyasi, toplumsal, kültürel vb. alanlarda örgütlenmesi; toplantı, gösteri ve yürüyüş yapabilmesi; aykırı düşünce, eğilim ve inançlara hoşgörüyle bakılabilmesi;  şiddetin yadsınması, devlet yapılanmasının özüdür (niteliği) ki buna demokrasi adı da verilmektedir. 

Böylece demokrasi cumhuriyetin özünü; cumhuriyet ise, demokrasinin olmasa olmazı olan devlet biçimini oluşturur… 

Yurttaşların cumhuriyetten yana olması, demokrasiyi içselleştirmesi, kulluktan kurtulup, düşünen, irdeleyen, eşit ve özgür yurttaş olmasıyla ilintilidir.  Bu ise, ancak, “bilimin inançtan, düşüncenin doğmadan kurtulması”nı gerçekleştirebilecek, “laik, bilimsel eğitim ve öğretim”le olasıdır…

Adında cumhur (halk) sözcüğünün geçtiği, din kurallarına göre toplumun biçimlendirilerek yönlendirilip, yönetildiği teokratik (dinci)  devletti (örneğin İran İslam Cumhuriyeti’ni, vahşice öldürülen Kaddafi’nin Libya’sını, Irak’ı, Sudan’ı), meclisinin bulunması, yöneticilerin seçimle belirleniyor olması, bunların birer cumhuriyet olduğu anlamına gelmez. Bu rejimleri cumhuriyet saymak cumhuriyetin anlamına ve bilimsel akla aykırıdır. 

Kutsal dini değerlerin tutsağı olmuş insanların, inancın dışına çıkarak, egemenlik hakkını özgürce kullanabilmesi olanaklı değildir. Devlet ve toplum hayatının kutsal din kurallarına göre biçimlendirilmesi, “doğmanın düşünceye egemen kılınması”dır. Doğma,“tez, anti-tez, sentez” düşünce diyalektiğini, algılama, değerlendirme yöntemini yok sayar; iradeyi sakatlar…

Unutulmamalıdır ki, kutsal din kurallarına göre devleti yönetmek ve kitleleri yönlendirmek, çağ dışı kişilerin, yöneticilerin, “yaradılış teorisinin” tutsağı olmuş yönetimlerin, çıkara dayalı, zorunlu ve bilinçli tercihidir…

Gelişmiş kapitalist /emperyalist ülkeler, bu çağdışı ülke yönetimlerine (ör. Suudi Arabistan, Irak, Sudan vb.) arka çıkmakta, halkın yönetimleri değiştirmesini engellemektedir; çünkü çağ dışı kalan, bırakılan ülkelerin soymak, yeraltı ve yerüstü kaynaklarını yağmalamak daha kolay olmaktadır. Teokratik (dinci) devlet, feodal düzene denk düşen bir devlet biçimidir,  dolaysıyla eşitlik ve özgürlük sağlamaları yapıları gereği olanaksızdır; bu devletlerde bilimsel ve özgür düşünceye yaşama hakkı yoktur… 

Bu açıklamalar ışığında, 12 Eylül sonrası darbecilerin denetimiyle hazırlanan ve halkoyu ile kabul edilen 1982 tarihli Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na bakıldığında, 1.maddesinde, devletin şeklinin cumhuriyet olduğu; 2.maddesinde cumhuriyetin niteliklerinin, “…insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devleti” olarak sayıldığı; 3 maddesinde, “Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün” bulunduğu; resmi dilinin “Türkçe”, Bayrağın “ay yıldızlı al bayrak”, Milli marşının “İstiklal Marşı”, Başkentinin “Ankara” kabul edildiği; 4 maddesinde ise, devletin biçimi, niteliği, bölünmezliği, dili, marşı, başkenti belirten bu üç maddenin değiştirilmeyeceği ve değiştirilmesinin teklif edilemeyeceğinin, açık bir dille yazıldığı görülür. 

6. maddesinde; “Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir. Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organlar eliyle kullanır. Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan Devlet yetkisi kullanamaz” denir. 

Türk Milletinin/halkın, egemenlik hakkını hangi yetkili organlar eliyle kullanacağı Anayasa’nın 7,8 ve 9. maddelerinde yazılıdır. Yasama yetkisinin, Türk Milleti adına, “Türkiye Büyük Millet Meclisi”nce (md.7), Yargı yetkisinin, yine Türk Milleti adına, “bağımsız mahkemelerce” (md.9) kullanılacağı; Yürütme yetkisi ve görevinin ise, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulunca,  Anayasaya ve kanunlara uygun olarak yerine getirileceği (md.8) açıklanır.

Böylece, Türkiye Cumhuriyeti Anayasa’sında egemenlik hakkının, yasama, yargı, yürütme erki,  yetkisi/görevi olarak belirlendiği çok net olarak anlaşılır. 

 

Egemenlik/ Kuvvet (erk)

Yasama, yürütme ve yargı erkleri arasındaki ilişkiyi ilk ortaya atanlardan Montesquieu, 1748 yılında yayınladığı “Kanunların Ruhu” adlı eserinde, hükümet teorisi, kuvvetler ayrılığı teorisi ve iklimler teorisi üzerinde durur; İngiltere’de kuvvet kuvveti nasıl doğurmuştur diye sorar, “…üç kuvvet (erk) vardır: kanunları yapan, kanunları yürüten ve hüküm veren kuvvet…”der; “Bir erk’e (kuvvete) sahip olan, onu kötüye kullanmaya meyillidir. Bir takım kayıtlamalara (sınırlamalara) karşılaşıncaya kadar bu erki (kuvveti/yetkiyi) kullanır. … Kudretin kötüye kullanılmaması için, eşyanın mahiyeti icabı (işin doğası gereği), kudretin kudreti tutması lazımdır.” görüşünü ileri sürer.     

 “Aynı kimse veya aynı eşraf, ayan ya da halk, bu üç kuvveti (yasama, yürütme, yargı)  kullanacak olsaydı, her şey mahvolurdu.” “Aynı hükümdarın veya aynı meclisin zorbaca uygulanmak üzere kanunlar yapmasından korkulur.”. “Yargılama kudreti yasama kudretiyle birleşmiş olsaydı vatandaşların hayatı ve hürriyeti üzerindeki iktidar keyfi olmuş olurdu; zira yargıç kanun yapıca haline gelirdi. Yürütücü kuvvetle (hükümetle) birleşmiş olsaydı, yargıç baskı yapanın kuvvetine haiz olabilirdi”. “Şayet, aynı makam her üç iktidarı da kullanacak olursa, bu, bir felaket olur. Eğer yasama kuvveti aynı zamanda kanunu yürütür veya kanunun yürütülmesinden çıkan anlaşmazlıkların yargıcı olursa, hiçbir şey değişmez kanun yok demektir.” “Bir memlekette kuvvetler birbirinden ayrılmış değilse, orada Anayasa yoktur. Siyasi hürriyette mevcut değildir”. diyerek, kuvvetlerin bir elde toplanmasının, toplumsal yaşam, bireylerin hak ve özgürlükleri açısından doğacak sakıncaları ortaya koyar; “..Devlet hayatında düzenleyici ve hürriyeti teminat altında tutucu bir ilke olmak üzere kuvvetler arasında denge bulunmasını” zorunlu sayar. *7

Montesquieu’nun bu açıklamalarından anlaşılacağı gibi, demokratik bir devlette kuvvetler ayrılığı esastır, bir dengede tutulması, devlet, toplum, birey hayatı açısından çok önemli sayılır.

Demokrasinin tüm kurallarıyla yerleşemediği, birey ve yöneticilerce içselleştirilemeyen toplumlarda, devletin yürütme erkini elinde bulunduran güç, yasamayı yönlendirmeye, yargıyı baskı altında tutmaya çaba göstermektedir. Bu, “Bir erk’e sahip olanın, onu kötüye kullanmaya meyilli” olduğunun en açık kanıtıdır.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın başlangıç bölümünde, “-Milli iradenin mutlak üstün” olduğu, “egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait” bulunduğu, “Kuvvetler ayrımının, Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli Devlet yetkilerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medeni bir işbölümü ve işbirliği…” olarak belirtildiği görülür  

10 yıldır ülkeyi yöneten AKP iktidarının, ülkede vesayet rejimi var diyerek, laik Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesine, kuruluş ilkelerine, başta Mustafa Kemal olmak üzere kurucularına, savunucularına, orduya, yargıya, üniversitelere, özerk kurumlara ve kişilere karşı, açık ve sinsi bir savaş yürüttüğü yadsınamaz.

AKP bu savaşı, milletvekili çoğunluğu ile Mecliste geçiremediği Anayasa değişikliklerini referandum yoluyla (%57 kabul oyuyla) gerçekleştirmesiyle; referandum sonrası Hâkim ve Savcılar Yüksek Kurulu’nu (HSYK) ve Anayasa Mahkemesi’nin yeniden yapılandırmasıyla; HSYK eliyle Yargıtay, Danıştay ve mahkemelerde yandaş bir anlayışı oluşturmasıyla; hâkim ve savcılar üzerinde yürütmenin denetimini kurmasıyla; cumhurbaşkanının halkoyuyla seçilmesi Anayasa hükmü olmasına karşın, AKP’nin kurucusu, ilk başbakanı ve bakanı Abdullah Gül’ü MHP ve DTP desteği ile parlamentoda cumhurbaşkanı seçtirmesiyle; bürokrasiyi, YÖK’ü, TRT’yi ve Üniversiteleri iktidar yörüngesine sokmasıyla; orduyu ve üniversiteleri susturmasıyla; emekli ve muvazzaf subayları, bazı siyasileri, gazetecileri, yazarları, aydınları “darbe yapacaklardı” savıyla tutuklatıp yargılatmasıyla;  parlamento içindeki CHP, MHP ile birlikte siyasi partilerin sesini kısmasıyla, parlamento dışı muhalefeti baskı altına almasıyla zafere dönüştürmüştür.

 

Bu zafer AKP iktidarına yetmemektedir. Zaferi kalıcı kılmanın yolu, 1923 devriminin ruhunun öldürülmesinde, Anayasa’nın Genel Esaslar başlıklı 1,2,3 maddesinde yer alan hükümlerin değiştirilmesinde, Anayasa’nın 174 maddesinde yazılı devrim kanunlarından kurtulmakta görülmektedir.     

1982 Anayasası’nın henüz değiştirilemeyen kuralları, yetkinin tek elde toplanmasına, despotik bir yönetim kurulmasına karşıdır. Bu nedenle AKP’nin genel başkanı, yasama, yargı, yürütme yetkilerini tek elde toplayabileceği yeni bir Anayasa istemekte, bu anayasa ile ülke yönetilemiyor, yargılama yapılamıyor, hesap sorulamıyor savıyla ortamı germekte; “Yurt Sulh Cihanda Sulh” ilkesini göz ardı ederek, insanlar olmadan devlet ve devlet organlar işleyebilirmiş gibi, “insan laik olmaz, devlet laik olur” diyebilmekte, yeni Osmanlıcılık oynamakta, AB-D emperyalizmiyle uyumlu olarak komşu ülkelere öğütler vermekte, tehditler savurup, savaş nutukları atmaktadır.

Böylece, Montesquieu’nun dediği despotizmi kurmak, “Tek kimsenin kanunsuz ve kuralsız, her şeyi iradesi ve hevesleriyle” ülke yönetmeyi düşlemek, bunu da halkın desteği ve yandaş yargıyla yapılabileceğine hesaplamak. Somut olgulara baktığımızda bunu somut olarak görmek mümkündür.     

 

Devrimci Cumhuriyetin Tasfiyesi  

19 Mayıs 1919’da Mustafa Kemal ATATÜRK’ün Samsun’a çıkışıyla başlayan milli mücadele sürecinde oluşan, Erzurum, Sivas kongreleriyle yapılanan, 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi’nin açılışıyla “millet egemenliği”ne dayanan, 23 Ekim 1923’te resmen kurulan bağımsızlıkçı, devrimci, laik Cumhuriyet, çok partili yaşama geçilmesi, özel girişimci DP’nin 1950 seçimleriyle iktidara gelmesi, petrol kanunu ve ikili anlaşmalar yoluyla AB-D emperyalizmiyle derin ilişkiye girmesi, Adalet Partisi, 12 Mart, 12 Eylül, Anavatan, Refah-Yol dönemlerindeki uygulamalarla paramparça edilmiş, on yıllık AKP iktidarı döneminde de tasfiye sokulmuştur.

AKP iktidarına kim akıl veriyorsa çok iyi hesaplar yapıyor. Toplumun başını ağrıtan tarihsel ve güncel tüm sorunları ortaya atıyor, açılım, tarihle yüzleşme, hesap sorma gibi adlar altında tartıştırıyor, özünden çok biçimiyle uğraştırıyor, kişileri, grupları ve toplumu yorarak bıktırıyor, iktidarını sürdürüyor… 

AKP’nin iktidarı, partilerinin kapatılmaktan kurtulmasından bu yana, “yapardı yapamazdı” tartışmaları arasında, “yapamayana yaparlar, atamayana atarlar” özdeyişlerini doğrular biçimde, darbecilerden, darbe girişimcilerinden hesap soruyoruz adı altında sürdürdüğü kampanyayı, 12 Eylül darbecilerine kadar getirdi.  

Bu kampanya ve gelişim, 12 Eylül mağdurlarını, 12 Eylül’e karşı koyduklarını, muhatap olduklarını savlayanları fikren ve fiilen, beklemedikleri ölçüde yoracak gibi görünüyor, davaya müdahil olalım olmayalım tartışması bile bunun ipuçlarını veriyor…    

Bu davaların nasıl açılabildiğini, iktidarın etkinsi, ince hesabını anlayabilmek için,  yargıç ve savcıların seçimine, yetiştirilmesine, atanmasına, yükselmesine, disiplin işlerine bakmak gerekir.  

Bilindiği gibi yargıç, savcı ve avukat olabilmek için öncelikle hukuk fakültesi mezunu olmak gerekir. İstisnai olarak idare mahkemelerinde, Anayasa Mahkemesinde, hukuk fakültesi mezunu olmayan, siyasal bilgiler, iktisat, işletme ve vb fakülte mezunu olanlardan hâkim sıfatıyla görev yapanlar da vardır.   

Okullar, milli eğitimin; üniversiteler, YÖK’ün denetim ve gözetimindedir. 12 Eylül sonrası özel okul ve üniversiteler hızla yaygınlaşmış, devlet okulları ve üniversiteleri, vakıf okulları ve üniversiteleri olarak ayrışmıştır.  

 

Siyasi iktidarın “yaradılış teorisine” dayalı eğitim ve öğretim anlayışı, Milli Eğitim Bakanlığınca okullarda, YÖK’ün yeniden yapılandırılması ve rektör, dekan atamalarıyla üniversitelerde etkinlik kurmuştur. Vakıf okullarını, üniversitelerini, tarikatların, cemaatlerin,  sermaye gruplarının kurduğu, eğitim ve öğretimde etkin olduğu sır değildir.

Yeni kuşağın (neslin) okullarda, üniversitelerde, evrim teorisine uygun laik ve bilimsel eğitim ve öğretime göre değil de siyasi iktidarın yaradılış teorisini öne çıkaran anti-laik anlayışına uygun yetiştirildiği, başbakanın “Dindar gençlik yetiştireceğiz” sözüyle de doğrulanmıştır. Dindar gençlik demek, dindar memur, öğretmen, müdür, hâkim, savcı, vali, kaymakam, milletvekili, bakan, başbakan, cumhurbaşkanı demektir.   

Anayasa Mahkemesi’nin karar ile “laiklik karşıtı eylemlerin odağı” olduğu saptanan siyasi iktidar, cumhuriyetin kuruluşundan bu yana laik ve bilimsel eğitime karşı çıkan dinci, ırkçı çevrelerin yürüttüğü savaşımla yoğrulmuş, biçimlenmiş, sağcı, muhafazakâr, tarikatçı, cemaatçi kadroları, üniter, laik, halkçı, devrimci Türkiye Cumhuriyetin kilit noktalarına yerleştirmiş; karar alıcı ve uygulayıcısı konumuna getirerek, devleti ve toplumu dönüştürmeye hız vermiş,  karşı devrimi inşaya yönelmiştir.

 

  Yandaş Yargı

Son seçimlerde aldığı %50’lik oy oranıyla kitle desteğine kavuşan AKP iktidarı, toplumu özgürleştiriyorum diyerek, referandumla cumhuriyetin siyasi ve hukuki yapısına en ağır darbeyi vurmaya başlamış, yargıya operasyon üzerine operasyon çekmiştir ve çekmektedir. Siyasi iktidara yakın kadrolar yargı organın kilit noktalarına yerleştirilmiş, siyasi iktidara tabi yandaş bir yargı oluşturulmuştur.

Bunda, düşünen, tartışan, eleştiren bir kuşak yetiştirilmesine olanak tanınmayan okulların, üniversitelerin, fakültelerinin katkıları kuşkusuz vardır; ancak, bundan daha elim ve vahim olanı cumhuriyetin Milli Eğitim Bakanlığının, Adalet Bakanlığının, Türkiye Adalet Akademisi’nin, HSYK’nın işlevleri, konumları ve tutumlarıdır. Laik eğitim politikasını rayından çıkaran Milli Eğitim Bakanlığı, partizanlığı, tarikatçı kadrolaşmayı yargıya sokan Adalet Bakanlığı; hâkim ve savcı yetiştiren Türkiye Adalet Akademisi, atamaları,  yükselmeleri, yer değiştirmeleri, disiplin soruşturmalarını yapan, disiplin cezaları veren HSYK’nın sorumluluğu yadsınamaz.   

Hukuk fakültelerini bitirenlerden hâkim, savcı olmak isteyenler, Adalet Bakanlığınca açılan ve ÖSYM tarafından yapılan sınava girerler; belirlenen puan barajını aşabilenler Adalet Bakanlığınca oluşturulan kurulca mülakata (sözlü sınava) alınır.

Mülakatın iktidarın siyasi anlayışına uygun olarak yapıldığı, inanç çağrışımlı sorularla adayların düşünsel, inançsal, yaşamsal eğilimlerinin belirlendiği ve buna göre seçim yapıldığı, kamuoyunca bilinen, basına yansımış inkâr edilemeyen gerçeklerdir. Bunu anlamak için yalnızca mülakata katılan bayanlardan yüzde kaçının mülakatta başarılı olduğunu araştırmak ve geçmişle kıyaslamak bile yeter… Laik hukukun, kadın-erkek eşitliğinin savunucusunun ve güvencesin başta kadınlar olduğu biliniyor. Erkek egemen anlayışlarıyla kadınları iş ve toplum hayatından dışlamaya, hâkim ve savcı olmalarını engellemeye özel çaba gösteriyorlar.

Bu anlayışla mülakatla belirlenen adaylar, Adalet Bakanlığına bağlı Türkiye Adalet Akademisi’nde iki yıl süren staja tabi tutuluyor. Siyasi iktidarın belirleyip atadığı kadrolarca hâkim ve savcı olarak yetiştiriliyor, teorik ve pratik mesleki bilgiler veriliyor. Siyasi iktidarın anlayışına uygun seçilmiş ve biçimlendirilmiş bu adaylar,  HSYK tarafından mesleğe atanıyor, Adalet Bakanlığının belirlediği yerlere kurayla gönderiliyor.  

Hâkim ve savcıların atanmasına, yer değiştirmelerine, yükselmelerine, disiplin soruşturulmasına bakan HSYK’da Adalet Bakanı ve Müsteşar doğal üyedir; yargıç ve savcıların atanmasında, yüksek yargı üyelerinin belirlenmesinde etkinlikleri tartışmasızdır. Bu etkinlik, HSYK’nın oluşumunda, yüksek yargı organlarının başkan seçimlerinde kullanılan blok oyla açığa çıkmıştır. Yargıç ve savcıların mesleki liyakatten (mesleki başarı) öte inanışlarına, tarikatlarına ve iktidara bağlılıklarına göre seçildiği, yargının kilit noktalarına getirildiği, ciddi tartışma konusudur. Yargıç ve savcıların bağımsız olduklarını,  vicdanlarına göre rahat ve özgürce karar verdiklerini söyleyebilmek olanaklı değildir.

Kaldı ki, siyasi iktidarın yönlendirmesi altındaki eğitim ve öğretim, okulların, üniversitelerin içine sokulduğu durum, bakanlığın, akademinin ve HSYK’nın tutumu, bilimi esas alan, nesnel düşünebilen hukukçular yetiştirilmesine engel oluşturduğu yadsınamaz. Laik devleti değil, dinci iktidarı koruyan, kollayan bir yargının oluşturulduğu ciddi tartışma konusudur.  

Adalet Bakanının savcıya emir verebilmesi, istediği soruşturmayı açtırma yetkisi kaldırılmıştır, ancak siyasi davalarda iktidarın etkisini göz ardı edemeyiz; hele İçişleri Bakanlığına bağlı kolluğun hazırlık soruşturmasındaki etkin konumu, sorgulama, kanıt toplamadaki sınırsız özgürlüğü, bu etkiyi daha da güçlendirir.  Kimi emniyet müdürlerin, valilerin, olaylara ilişkin bilgi vermenin ötesinde, görev ve yetkileri olmadığı halde, hukuki değerlendirme yapmaları bu etkinliğin dışa vurumudur…   

12 Eylül darbecileri hakkındaki davanın, siyasi iktidarın isteklerine uygun açıldığının söylemek, yürütme erkinin yargı erkini yönlendirdiğini savlamak yanlış değildir; iddianamede ortaya konan anlayış ve saptamalar bunu açıkça göstermektedir.     

 

II. SAPTAMA

12 Eylül Harekâtını gerçekleştirenlerden emekli Orgeneral Ali Tahsin ŞAHİNKAYA ile emekli Orgeneral Ahmet Kenan EVREN hakkında açılan davanın iddianamesi yaklaşık 80 sayfadır, on (X) bölümden oluşmaktadır.

I.Bölümde, 1.Soruşturmanın Başlaması, 2.Demokrasi, 3.Tanım, Çoğulcu Demokrasi başlıkları altında açıklamalarda bulunulup, değerlendirmeler yapılmıştır.  

Soruşturmanın başlaması, 12 Eylül 2010’da yapılan referandumla 15.maddenin kaldırılması ardından savcılıklara yapılan şikâyetlere bağlanmıştır. Savcılığın resen (kendiliğinden) bir soruşturma başlatmadığı ve dolaysıyla siyasi iktidarın bir çabasının olmadığı izlenimi doğmaktadır.     

Demokrasi başlıklı kısımda, Demokrasinin yönetim şekilleri arasında en iyi yönetim biçimi olduğu, 2500 yıl önce tartışılmaya başlandığı, Antik dönemde Yunanistan’da ortaya çıktığı, geldiği aşama itibariyle, göreceli olarak insanlığın var olduğu her yere yayıldığı, baskıcı rejimlerin yıkılarak demokrasi adına adımlar atıldığı, bu durumun çoğunlukla halkın baskı ve ayaklanması sonucu yönetimlerin zorlanmasıyla gerçekleştiği savlanmaktadır.

Tanım kısmında, Demokrasi Latince bir deyim olup, halk anlamına gelen “demos” ile “egemenlik-iktidar” anlamına gelen “karatos” kelimelerinin birleşmesinden meydana geldiği, halkın kendi kendini yönetmesi anlamında olduğu açıklanmakta; özgürlük, kişinin kendi kendisini yönetmesi, başkası tarafından yönetilmemesi olarak değerlendirilmekte, özgürlük ve demokrasinin birbirini kuşatan ve tamamlayan kavramlar olduğu A.Şeref GÖZÜBÜYÜK’ten yapılan alıntıyla sunulmaktadır.

Çoğulcu Demokrasi kısmında, demokrasi, klasik/çoğulcu, Marksist/sosyalist demokrasi diye ayrılmakta; çoğulcu /klasik demokrasi, ideal özgürlüğe yine özgürlük yoluyla ulaşma olarak sunulmakta, özgürlüğü hem araç hem amaç olarak ele aldığı vurgulanmaktadır. Marksist demokrasinin, özgürlüğü bir araç değil sadece varılması gereken bir amaç gördüğü öne sürülmekte, bu amaca özgürlük kanalı ile değil proletarya diktatörlüğü ile ulaşılacağı savlanmaktadır. Çoğulcu demokrasi dışında birde “çoğunlukçu” demokrasi vardır denilerek, Rousseau’nun genel irade “yanılmaz” yargısına değinilmekte; çoğulcu demokrasinin, demokrasiyi mutlak ve sınırsız bir çoğunluk iradesi kabul etmediği saptaması yapılmaktadır.   

II. Bölümde, 12 Eylül Darbesi öncesi meydana gelen toplumsal olaylara değinilmekte, “Toplumda yasal olarak örgütlenen sivil toplum kuruluşları, ekonomik ve sosyal amaçlardan çok siyasi ve ideolojik amaçları ön plana çıkarmışlardı. Özellikle bireylere eşit hizmet sunması gereken devlet memurları arasındaki siyasi ve ideolojik örgütlenmeler toplumun kamplara bölünmesine yol açtı. Bu anlamda, çalışan sayısı bakımından büyük kitleler oluşturan öğretmenler ve polisler arasında büyük huzursuzluk oluşturuyordu. Sağcı polisler Pol-Bir, solcu polisler Pol-Der adı altında, sağcı öğretmenler Ülkü-Bir, solcu öğretmenler TÖB-Der çatısı altında örgütlenmişti. Diğer meslek gruplarında da benzeri karşıt görüşlü örgütlenmeler oluşmuştu. Toplumdaki bu ideolojik bölünmelere ek olarak, ülkede yaşanan kronikleşmiş ekonomik krizin etkisiyle yoksulluk hat safhaya ulaşmış, ülke borçlarını ödeyemediğinden iflasın eşiğine gelmişti. Ülkede kaos ve kargaşa oluşturarak, darbeye zemin oluşturmak isteyen güçler, bu ekonomik ve sosyal istikrarsızlığı kaçınılmaz bir fırsat olarak değerlendirerek tertipledikleri terör olaylarıyla ülkeyi adım adım askeri darbeye sürüklemişlerdir.  12 Eylül askeri darbesi öncesi ülkede yaşanan terör olaylarında, halkı kışkırtmak ve karşı karşıya getirmek için çoğunlukla aynı argümanları kullanması, olaylarda herkes tarafından görülen asıl faillerin olaylardan sonra bir türlü yakalanamaması, yakalanarak yargılananların ise birbirine karşı kışkırtılarak çatışmaya sürüklenen kişiler olması, olaylara ya hiç müdahale etmeyen ya da geç müdahale eden güçlerin tutum ve davranışları, bazı olaylarda bizzat güvenlik güçlerinin kullanılması, hususları gözetildiğinde, olayların ülke yönetiminin askeri otoritenin eline geçmesini isteyen güçler tarafından çıkarıldığı, şüphelilerin denetiminde bulunan askeri yönetiminse, ülkenin kaosa sürüklenerek darbe şartlarının oluşmasını bekledikleri sonucuna varılmaktadır.” denilmekte:

(1).1 Mayıs 1977 katliamı;

(2) 6 Nisan 1978’de Malatya Belediye Başkanı Hamit Fendioğlu’nun posta ile gönderilen bombalı paketle öldürülmesi

(3) 16 Mart 1978’de bomba ve silah atışla sol görüşlü 7 öğrencinin öldürüldüğü, 50’den fazlasının yaralandığı İstanbul Beyazıt Meydanı katliamı;

(4) 3–4 Eylül 1978’de Solcu ve Alevi 10 kişinin öldürüldüğü,351 işyeri ve 97 meskenin tahrip edildiği Sivas Katliamı;

(5) 19–26 Aralık 1978’de solcu ve Alevi 100 fazla kişinin öldürüldüğü, 150 fazla kişinin öldürüldüğü,  işyerlerin ve konutların yakılıp tahrip edildiği Kahramanmaraş Katliamı,  

(6).1 Şubat 1979’da Abdi İPEKÇİ’nin öldürülmesi,

(7). 4–10 Temmuz 1980’de arasında meydana gelen solcu ve Alevi 33 kişinin öldürüldüğü Çorum Katliamı;

(8). 8 Temmuz 1980’de başlayan Fatsa Operasyonu,

(9). Nisan 1980’de süresi dolan Cumhurbaşkanı yerine yenisin seçimi,

(10). 23 Temmuz 1980’de yapılan Konya Mitingi gibi olaylar tek tek ele alınmakta, değerlendirmekte; olayları, “…ülkeyi kaosa sürükleyerek darbeye zemin hazırlamak isteyen güçlerin” gerçekleştirdiği vurgusu yapılmakta, “TSK komuta kademesinin yapmış olduğu darbe planının akamete uğramaması için, cumhurbaşkanın seçilmesini istemediği, siyasi istikrarsızlığı darbe yapmak için bir fırsat olarak gördüğü, asıl amacın her halükarda darbe yapmak olduğu sonucu…”çıkarılmaktadır. 

III. Bölümde, 12 Eylül öncesi son Ecevit ve Demirel hükümetleri ela almakta, yokluktan, yoksulluktan söz edilmekte, Ecevit’in İMF’nin koşullarını kabul etmediği, uluslararası tefecilere muhtaç duruma düştüğü, Türkiye silolarında bulunan tarım ürünlerini 150.000.000 Dolarlık kredi karşılığı Wels Forga adlı Amerikan bankasına ipotek vermek zorunda kaldığı, DİSK başta olmak üzere sol grupların güvenini yitirdiği, 14 Ekim 1979’da yapılan ara seçimi kaybederek istifa ettiği; yeni hükümeti Demirel’in kurduğu, 25 Kasım 1979’da güvenoyu alan hükümetin kurulduğu süreçte ekonominin çöküş içinde olduğu, terör olaylarının tırmandığı saptaması yapılmaktadır.

IV. Bölümde, 12 Eylül 1980 öncesi Darbe Yönetiminin yaptığı hazırlıklar ve attığı adımlar konu edilmekte, müdahale fikrinin 1979’un Temmuz ayında ordu içinde konuşulmaya başlandığı, Kenan EVREN’in komutanlarla görüşmeler yaptığı, Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Haydar SALTIK başkanlığında bir çalışma grubu oluşturulduğu; bu grubun 11 Eylül 1979’da çalışmaya başladığı; 21 Aralık 1979’da Genelkurmay Başkanı, kuvvet komutanları, Harp Akademileri Komutanı, Ordu ve Kolordu komutanlarının katılımıyla toplantı yapıldığı ve 26 Aralık 1979’da hükümete ve parti liderlerine İç Hizmet Kanunu’nun 35 maddesi de hatırlatılarak uyarı mektubu verildiği; Bayrak Harekat Planının hazırlandığı, darbenin 11 veya 12 Temmuz 1980 günü yapılmasının kararlaştırıldığı, 3 Temmuz’da özel kuryelerle planın komutanlıklara ulaştırıldığı açıklanmakta; Demirel hükümetinin Erbakan’ın fikir değiştirmesi sonucu güvenoyu alması nedeniyle müdahalenin ertelendiği, Ağustos 1980’de yapılan askeri şurada görev süresi dolan Deniz Kuvvetleri Komutanı Bülent ULUSU’nun yerine Nejat TÜMER’in seçildiği, Haydar SALTIK’ın Eğe Ordu Komutanı olduğu, Orgeneral Nejdet ÖZTORUN’un Genekkurmay 2. Başkanlığına getirildiği, Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin ŞAHİNKAYA’nın görev süresinin bir yıl uzatıldığı ve böylece komuta kademesinin şekillendirildiği; 26 Ağustos 1980’de yapılan toplantı da harekatla ilgili son kontrollerin yapıldığı, harekatın 12 Eylül 1980’de gerçekleştirilmesi,  yasama görevinin Genelkurmay Başkanı, kuvvet komutanları ve Jandarma Genel Komutanı’ndan oluşacak Milli Güvenlik Konseyi tarafından yerine getirilmesinin kararlaştırıldığı; MGK’yi Genel Sekreterliğine Haydar SALTIK’ın atandığı, Bayrak Harekat planın 28, 31 Ağustos,1,2,3,4 Eylül 1980 tarihlerinde özel kuryelerle sıkıyönetim ve birlik komutanlıklarına gönderildiği belirtilmektedir.  

V.Bölümde, 12 Eylül darbesi ile sonrası yapılanlar anlatılmakta;  12 Eylül 1980 günü saat 03,59’dan itibaren TRT’de İstiklal ve Harbiye marşlarının çalınması, MGK’nın 1. Nolu bildirisinin okunması, sokağa çıkma yasağının konulması, aynı gün saat 13’te Kenan EVREN’in, Genelkurmay ve MGK başkanı sıfatıyla radyo ve televizyonda konuşması, 2 Nolu bildiriyle sıkıyönetim komutanlarının atanması, 4.Nolu bildiriyle MGK’nın oluşturulduğunun açıklanması, Türkiye Büyük Millet Meclisine, Cumhuriyet Senatosuna ve Cumhurbaşkanına ait yetkilere el konulması, 7 Nolu bildiriyle siyasi parti, sendika, derneklerin kapatılması, 9. Nolu bildiriyle Emniyet Genel Müdürlüğü’nün tüm teşkilatıyla Jandarma Genel Komutanlığı emrine verilmesi ve Emniyet Genel Müdürlüğü’ne Korgeneral Hayrettin TOLUNAY’ın atanması, Türkiye’nin 13 sıkıyönetim bölgesine ayrılması, sansür, Nadir NADİ ve Ruhi SU’ ya yapılanlar dile getirilmektedir.   

VI. Bölümde, Askeri Darbe Yönetimi döneminde Gözaltında ve Cezaevlerinde yaşananlar ve ölümlerden söz edilmekte, 1980 öncesi Ülkü Ocakları ve MHP Gençlik Kolları başkanlığı yapmış Muhsin YAZICIOĞLU’nun,  ülkücü Nimet TANRIKULU’nun, şimdi Demokrat Parti Genel Başkanı olan ülkücü Namık Kemal Zeybek’in, ülkücü İbrahim ÜNAL’ın,  MHP İL başkanı Yaşar YILDIRIM’ın; Devrimci Sol davasından yargılan Celaletin CAN’ın, sol görüşlü Gökhan EREN’in,   MHP milletvekili Yaşar OKUYA’nın,  Halkın Kurtuluşu davasından yargılanan Mustafa YALÇINER’in,  ülkücü Mahir Kadir DAMATLAR’ın,  Devrimci Yol davasının bir numaralı sanığı Oğuzhan MÜFTÜOĞLU’nun, Doğunun Başbuğu olarak nitelenen MHP’li Yılma DURAK’ın, Diyarbakır Cezaevinde yatan Selim DİNDAR’ın, Kürt yazar Orhan MİROĞLU’nun, Adıyamanlı Abdurrahman YÜCEL’in yazılarından, söyleşilerinden,  alıntılar  yapılmakta; darbeciler hakkında şikâyette bulunan sol görüşlüler Mustafa KAYHA’nın, Yılmaz KIZILIRMAK’ın, Yener TURAN’ın,  Reşat KESKİN’in, Metin TERZİ’nin, Cumhur YAVUZ’un ve ülkücü Osman BAŞER’in, Yılma DURAK’ın soruşturma savcısına verdikleri anlatımlar (ifadeler/beyanlar) aktarılmaktadır.  

Milliyet Gazetesi’nden Yener SÜSOYA’un yaptığı söyleşide Orgeneral Bedrettin DEMİREL’in “…12 Eylül’ün geç yapıldığına inanıyorum, arkadaşların çoğu tam olgunlaşsın, millet tarafından tasvip edilsin dediler, bana kalsaydı bir yıl önceden yapardım. Bir yıl çok kan aktı” sözü ile Süleyman DEMİREL’in “siz her şeyden önce kanı durdurun. Çünkü benim ikinci bir ordum yok, kanı durduracak başka güvenlik gücüm de yok. Benden ne isterseniz vereyim. Para isteyin para vereyim, asker isteyin asker vereyim. Hepsini vereyim. Yani benden dört şeyi istemeyin: Dersim Kanunu istemeyin. Takrir-i Sükûn Kanunu istemeyin. Tehcir Kanunu istemeyin. İstiklal Mahkemesi istemeyin. Çünkü bunlar denenmiştir ve bunlar çok ters neticeler vermiştir.”,  “ …13 Eylül gününe kadar kan aktı, ama 13 Eylül sabahı durdu. Sonra söyledim, ’11 Eylül günü akan kan, 13 Eylül günü nasıl durdu?’ dedim. 13 Eylül günü var olan yetki, 11 Eylül günü de vardı. Sıkıyönetimin bütün yetkileri vardı. … yani Evren Çankaya’ya çıksın diye 11 Eylül günü o kanlar akıyordu maalesef, 13 Eylül’de onun için durmuştu” sözlerine yer verilmektedir.

Yine bu bölümde, gözaltı merkezlerinde ve cezaevlerinde uygulanan 30’u aşkın işkence yöntemi gözler önüne serilmekte, Mamak ve Diyarbakır askeri cezaevlerinin işkencenin sistematik yapılan yerler olduğu belirtilmekte, Ankara Emniyet Müdürlüğü’nde DAL (Derin Araştırma Labaratuarı), Adıyaman’da Pirin Palas Hapishanesi, İstanbul’da Gayrettepe işkence merkezi olarak öne çıkarılmakta, Diyarbakır cezaevinde Esat Oktay YILDIRAN’ın, Mamak cezaevinde Raci TETİK’in işkence emri verdiği belirtilerek, Ankara’da polis memurları Zeki KAMAN ve Dürüst OKTAY’ın işkence yaptığı açıklanmakta, 7 Kasım 1982’de yapılan ve %92,7 Evet, %8,6 Hayır oyu ile sonuçlanan halkoylamasıyla kabul edilen Anayasa ile güdümlü demokrasiye dönüldüğü söylenmekte,  yönetimin sivillere devredilmesinden pişmanlık duyulduğu vurgulanmaktadır.  

VII Bölümde, genel bir değerlendirme yapılmakta, “devlet içinde küçük bir devlet gibi örgütlenen ordunun Fatsa ilçesinde, sıkıyönetim ilan edilen bölge olmamasına rağmen… Kenan EVREN’in emriyle operasyon yapılarak müdahale edilmiş olmasını… diğer bir kısım illerdeki terör olaylarına, Sıkıyönetim olmadığı için müdahaleye yetkilerinin olmadığının belirtmiş…”bulunmasını öne çıkararak, “…her halükarda ülke yönetimini cebren ele geçirmek niyetinde oldukları, yapılacak darbenin halkın gözünde meşru görülebilmesi için terör olaylarının üzerine bilerek gitmedikleri, müdahale etmedikleri veya tertiplenen olay amacına ulaştıktan sonra müdahale ettikleri, …darbe yapmak için bir yıl şartların oluşmasını bekledikleri, darbe için fırsat kolladıkları… ” olduğu vurgulanmaktadır.     

VIII Bölümde, şüpheli (iddianame kabul edilmekle sanık)  anlatımlarına yer verilmektedir.

 “…Şüpheli Ahmet Kenan EVREN’in savunmasında;  12 Eylül 1980 tarih öncesi Türkiye’nin ne halde olduğunu detaylı olarak anlatmaya gerek olmadığını, ülkenin o zamanki durumu herkes tarafından bilindiğini, terör olaylarının yoğun şekilde arttığını, özellikle sağ sol kavgalarının yoğunlaştığını, banka soygunlarının arttığını, polisin ikiye bölündüğünü, POL-DER bir tarafta POL-BİR bir tarafta, öğretmenlerin ayrıca bölündüğünü, polisin görev yapamaz hale geldiğini, Kahramanmaraş olaylarında 102 vatandaşımızın, Çorum olaylarında 80’e yakın vatandaşımızın terör olayları nedeniyle can verdiğini, Türkiye sathında her gün 10 ile 15 vatandaşımızın terör olaylarında hayatını kaybeder hale geldiğini, Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanununun 35. maddesinin Türk Silahlı Kuvvetlerine Cumhuriyeti koruma ve kollama görevi verdiğini, bu kanunun Atatürk zamanında çıkarıldığını, ülke yönetimine el koymaya ne kendinin ne de Türk Silahlı Kuvvetleri Komuta kademesinin tek başına karar vermediğini, 12 Eylül öncesi bu terör olayları nedeniyle kuvvet komutanları olarak bir araya geldiklerini, ne yapabiliriz diye değerlendirme yaptıklarını, ülkenin kötü gidişatının engellenmesi amacıyla 27 Aralık 1979 tarihinde Cumhurbaşkanı Fahri KORUTÜRK aracılığıyla siyasi parti başkanlarına uyarı mektubu verdiklerini, Cumhurbaşkanı Fahri KORUTÜRK’ün görev süresinin dolmuş olmasına rağmen Ağustos ayına kadar Cumhurbaşkanı seçilemediğini, o tarihteki kanunlara göre Cumhurbaşkanı seçilebilmesi için meclisin üçte iki çoğunluğunun oyunun gerektiğini, Meclisin çalışamaz hale geldiğini, Meclisin çalışamaması nedeniyle ülkede güvenliğin sağlanabilmesi için Türk Silahlı Kuvvetleri Komutanları ve Sıkıyönetim Komutanları olarak bir kısım kanunların çıkarılmasını istediklerini, ancak bu kanunların çıkarılamadığını… Örneğin polise silah kullanma yetkisin verilmesini istediklerini ancak bunların yapılamadığını,

Anayasal kurumların (Türkiye Büyük Millet Meclisi, Cumhurbaşkanı, Bakanlar Kurulu) görevini yapamaz hale geldiğini, ülkenin felç olduğunu, bu nedenle yönetime el koymak durumunda kaldıklarını, ayrıca meclisin görevini de yönetime el koyduktan sonra oluşturulan Danışma Meclisine verdiklerini, Ülke yönetimine el koymayı istemediklerini, bu nedenle uzun süre beklediklerini, ülkede meclisin çalışamaz hale geldiğini, özellikle polisin silah kullanamadığını, ikiye bölündüğünü, hiçbir yasanın çıkmadığını, bir kısım Sıkıyönetim bölgelerine polis ihtiyacının olmasına rağmen yapılan atamaların engellendiğini, mahkeme kararı ile durdurulduğunu, dolayısı ile sıkıyönetim bölgelerinin polis ihtiyacının giderilemediğini, o zaman ülkenin içinde bulunduğu durumun gözeterek Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmetler kanununun 35. maddesinin ülke yönetimine el koyma yetkisi verdiğini …değerlendirdiklerini, bu yetkinin şartlar itibariyle sahip oldukları kanaatine vardıklarını,… sıkıntıların… Milli Güvenlik Kurulu toplantılarında…  kendisi ve kuvvet komutanları tarafından dile getirildiğini,…bazı yapılan konuşmalardan ve gelişmelerden siyasilerin Türk Silahlı Kuvvetlerinin ülke yönetimine el koyabileceğini tahmin etmeleri gerektiğini, hatta bazı senatörler ve milletvekillerinin kendisiyle görüşerek bu meclisin artık çalışmadığını, ülke yönetimine el koymaktan başka çıkar yol olmadığını söylediklerini,

Ülke yönetimine el koyduktan sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi ve hükümetin feshedildiğini, kesinti olmaması için bu yetkileri kullanacak kurumlara ihtiyaç olduğunu, bu nedenle Türkiye Büyük Millet Meclisi, Senato, Cumhurbaşkanı ve Millet Meclisine ait yetkileri, oluşturulmuş olan Milli Güvenlik Konseyine geçici olarak verdiklerini, ardından oluşturdukları danışma Meclisine görevleri devrettiklerini, parlamenter sistemi esas aldıklarını,

………………

Anarşiyi önlemek İçişleri Bakanlığına bağlı olarak çalışan polislere ait olduğunu, Türk Silahlı Kuvvetleri ve Sıkıyönetim Komutanlıklarının ancak İçişleri Bakanlığı yardım istediği takdirde onlara yardımcı olduğunu, Sıkıyönetim Komutanlıklarının bulunduğu yerlerde suçluların yakalandıklarını…Sıkıyönetim Komutanlıklarının silah kullanma yetkisinin olmadığını,…19 ilde sıkıyönetim ilan edilmiş olmasına rağmen diğer illerde sıkıyönetimin olmadığını, olayların diğer illerde de meydana geldiğini, hapishane yönetimlerinde otorite boşluğunun olduğunu, yönetimin mahkûmların elinde olduğunu,

“11 Eylül 1980’de devam eden terör ve anarşi eylemleri 12 Eylül 1980 tarihinde birden önlenmiş, suçlular yakalanmıştır” iddiasının Süleyman DEMİREL tarafından ileri sürüldüğünü, doğru olmadığını, 12 Eylül günü sokağa çıkma yasağı ilan edildiğini, devam ettiğini, herkesin şaşkınlık yaşadığını, 1 hafta boyunca herhangi önemli olayın olmadığını, ancak ardından olayların tekrar başladığını ve 6 ay kadar devam ettiğini, olayların ancak 6 ay içerisinde kontrol altına alınabildiğini, 12 Eylül 1980 tarihinde ülke yönetimine el koyduktan sonra terör örgütü mensuplarının tümünün adres ve kimliklerinin bilinmediğini, daha sonra Milli İstihbarat Teşkilatı ve Jandarmanın beraber çalışması ile bunların ortaya çıkarılarak yakalandığını,

Bülent ECEVİT’in “Bazı çevreler biz ısrarla ve sistemli olarak sıkıyönetim ilanına zorluyorlardı. Kahramanmaraş olayları CHP’nin kurduğu hükümeti sıkıyönetime zorlamak isteyenlerin tahriklerin sonucuydu. Nitekim zorlanmış olduk. Kahramanmaraş olaylarında hükümetin sorumluluğu olduğunu düşünemem. Bir hayli askeri birlikler yardıma çağrılmıştı. Fakat güvenliğin sağlanmasına doyurucu bir katkıları olmamıştı. Geniş ölçüde pasif kalmışlardı.” diyerek orduyu suçladığı,

Yine dönemin Başbakanı Süleyman DEMİREL’in ise “Efendim sıkıyönetim ilan edilmiş, sıkıyönetim komutanlarına yetkiler verilmiş, hükümet olarak bizim yapacak bir şeyimiz yok ki. Askerler isteselerdi anarşi ve terör önleyebilirlerdi, nitekim 12 Eylül günü bıçakla kesilir gibi kesildi. İdareye el koymaya kararlı oldukları için bilerek anarşinin üzerine gitmediler” şeklindeki  (..suçlamalar sorulduğunda);  

Bu suçlamaları kabul etmediğini, bunların Türk Silahlı Kuvvetlerine siyasiler tarafından atılmış bir iftira olduğunu, siyasilerin tabi ki kabahati üzerlerine almalarının söz konusu olamayacağını, Türk Silahlı Kuvvetlerinin insanların ölümünü bekleyip sonuçta bunu fırsat olarak değerlendirip yönetime el koymasının düşünülemeyeceğini, bunu vicdanlarının kabul etmeyeceğini,….bu iddiaların o zamanın şartlarına göre siyasiler tarafından söylenmiş sözler olduğunu,…Pişman olmadığını…”,

 “Şüpheli (iddianame kabul edilmekle sanık) Ali Tahsin ŞAHİNKAYA, savunmasında, 12 Eylülden evvelki zamanlarda veya 12 Eylül devresi içerisinde Türkiye’nin o acıklı halini yaşamadıktan sonra anlatmak ve anlamanın çok güç olduğunu, mesleğinin tayyarecilik olduğunu, öyle yetiştiğini, bütün gayesinin komutan olarak çocuklarının ölmeden önce uçuşlarını yapmak, silahların iç ve dış tehditlere karşı korumak olduğunu, başka bir düşüncesinin olmadığını, ancak içerisinde bulundukları durumda, memleketin bölünmüş ve ayrılmış, paramparça olduğunu, kardeşin kardeşi öldürdüğünü, sağ sol hareketlerinin hat safhasına geldiğini ve kendilerini halk karşısında mevcudiyeti muhafaza edecek ve yahut da … görevini yapamamış bir insan olarak gördüklerini. Bütün komuta kademesi, yüksek komuta kademesi tugaylara kadar hep beraber buna bir çare bulunması için Genelkurmay Başkanlığı altında ve emir komuta zinciri altında buna bir çözüm bulmak istediklerini, darbe yapmadıklarını, zira darbe yapan insanın 2-3 yıl sonra hükümeti bırakmayacağını, darbe yapmadıklarını ve kanlı olayların önüne geçtiklerini,

İç Hizmet Kanununun 35. maddesinde verilen devleti koruma ve kollama yetkisine dayanarak bu yönetime el koyduklarını, Silahlı Kuvvetlerin her kademesinin bu olayın içerisinde olduğunu,

          ………

O dönemde Meclis diye bir şeyin olmadığını, Milletvekillerinin meclisteki toplantılara dahi iştirak etmediğini, siyasi liderler arasında zıtlaşmanın mevcut olduğunu, seçim yapılmış olmasına rağmen 6 ay boyunca Meclis Başkanı ve Cumhurbaşkanı’nın seçilemediğini, dolayısıyla millet adına bu yetkileri kullanacak bir kurumun olmadığını, yasadışı teşkilatların kol gezmekte olduğunu, devlete meydan okuduğunu, günde 20–30 kişinin öldüğünü, sağ sol çatışmalarını devam etmekte olduğunu,

         ………

         O dönemde CMK ve Terörle Mücadele Kanunlarında değişikli yapılması, Sıkıyönetim Komutanlığının yetkilerinin artırılması hususunda o dönemin hükümetinden taleplerde bulduklarını, ancak siyasi çekişmeler nedeniyle bu isteklerinin kabul görmediğini,… suçluların yakalandığını, yargı karşısına çıkarıldığını, cezaevine girdikten sonra cezaevinin diğer kapısından çıkıp gittiklerini, bu nedenlerle o dönemin Sıkıyönetim Komutanlıkları istenilen şekilde çalışamadığını,

Askeri müdahaleden sonra halkta bir sevinç yaşandığını, bu sevinç ve rehavetten kaynaklanan nedenlerle eylemlerin azaldığını, muhtemelen yasadışı grupların değerlendirme yapmak amacıyla beklediklerini, kısa bir süre sonra takriben 1 ay sona tekrar yeniden hadiselerin başladığını, bu sırada çıkardıkları kanunlarla Sıkıyönetim Komutanlığının yetkilerin artırdıkların, bu komutanlıkların yetkilerini kullandıkça eylemlerde azalma ve kesilme olduğunu, ondan sonra grupların kontrol altına alındığını,

         ……..

( siyasilerin suçlaması sorulduğunda) Bu beyanları çok komik bulduğunu, asker iç ve dış düşmanlara karşı memleketi koruduğunu, ancak bu memleketin aynı zamanda emniyet teşkilatının olduğunu, o dönemde emniyet teşkilatının ikiye üçe dörde bölündüğünü, POLBİR’ler, POLDER’lerin mevcut olduğunu, o dönemin valileri yardım talep ettiğinde Sıkıyönetim Komutanlıklarının yardımcı olduğunu, bu yöndeki iddialara ve değerlendirmelere katılmadığını,

 

Zamanın komutanları olarak yönetime el koymak gibi bir düşüncelerinin olmadığını, zira siyasi kişiler olmadıklarını, asker olduklarını, kesinlikle siyasi istikrarsızlıklardan faydalanmak gibi bir düşüncelerinin olmadığını, asıl amaçlarının TSK’yı bu konulardan tecrit etmek olduğunu,

“Darbe yapmaya çok önce karar verdiğinin, yapılacak askeri darbenin halkın gözünde meşru görülebilmesi için terör ve anarşi olaylarının üzerine TSK’nın komuta kademesi olarak bilerek gidilmediği, darbe için fırsat kollanıldığının” iddiaları için, bu görüşü kabul etmediğini, askeri müdahale yapmak amacıyla terör olaylarının üzerine gidilmemesi diye bir şeyin söz konusu olmadığını,

Amerikalıların kendisini ve eşini Hava Kuvvetleri Komutanı olarak Amerika’ya davet ettiklerini, Amerika’ya gitmeden önce müdahale tarihini 12 Eylül sabahı olarak kararlaştırdıklarını, hatta Kenan EVREN’e Amerika’ya geziye katılmayayım dediğini, bunun üzerine bu gezi programını kısa tutmak amacıyla eşinin rahatsız olduğunu ve bir an önce Türkiye’ye dönmesi gerektiğini ilgililere bildirdiğini, hatta o dönemin Amerika Büyükelçisi olan Şükrü ELEKDAĞ’ın da eşini arayarak Washington’da eşini gördüğünde hayrola nasıl bir rahatsızlığınız var diye soru yönelterek ilgilendiğini, hatta 11 Eylül 1980 günü Türkiye’ye döneceği sırada Amerika Genelkurmay Başkanı ile kahvaltı ettiklerini, bir gün sonra Türkiye’de askeri müdahalenin olduğu kendisine söylendiğinde şaşırarak bir gün önce birlikte kahvaltı ettiklerini ve böyle bir şeyi kendisine söylemediğini beyan etmiş olduğunu, Türk Hava Kuvvetleri Komutanı olarak yabancı bir ülkeden emir ve talimat almayacağını, onların talimatlarıyla hareket etmeyeceğini, 12 Eylül askeri darbesinin Amerika’nın bilgisi ve desteğiyle yapılmış olduğu iddiasına kesinlikle katılmadığını,

                   ……

O dönemin şartlarında gerek fert olarak gerek Kuvvet Komutanı olarak kendisini bu olaylardan soyutlayamayacağını, aksi takdirde kendisini vatan haini görüp utançtan yaşayamayacağını, aynı şartlarda şimdi olsa elinden de imkân gelse böyle bir olaya katılacağını, çünkü milletin acziyetini sürekli gördüğünü, bir annenin yanına gelip ayaklarını öpeyim diyerek gösterdiği minneti hiç unutamadığı …”  biçimindeki anlatımlara yer verilmektedir.  

IX Bölümde Hukuki Değerlendirme var.

İlk değerlendirme, Anayasayı ihlal suçu yönündendir:  ‘Şüpheliler tarafından 12 Eylül 1980 günü daha önce gizlice hazırladıkları “Bayrak Harekat Direktifi” adlı darbe planı çerçevesinde, Türkiye Cumhuriyeti Halkının vergileriyle alınmış ve yurt savunması için kendilerine tevdi edilmiş silahları kullanarak cebren ülke yönetimine bütünüyle el koymuşlardır….Parlamento ve Hükümet feshedilerek ortadan kaldırılmış, Parlamento üyelerinin dokunulmazlığı kaldırılarak bütün yurtta sıkıyönetim ilan edilmiştir. Yurt dışına çıkışlar yasaklanmıştır. Şüpheliler Anayasal düzen ortadan kaldırılmıştır…. Millete ait olan Egemenlik yetkisi, Türkiye Büyük Millet Meclisine ait olan yasama yetkisi ile Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kuruluna ait olan yürütme görevini, silahlı güç kullanılarak ele geçirmişlerdir…Milli Güvenlik Konseyi oluşturmuşlar, meşruiyete dayanmadan çıkardıkları…..Anayasa Düzeni Hakkında Kanunun 2.maddesindeki…. düzenleme ile …Millet Meclisine, Cumhuriyet Senatosuna ve Cumhurbaşkanına ait yetkilere cebren el koymuşlardır….3. maddesindeki …ve  4.maddesindeki düzenleme ile……Anayasa ve Anayasal düzen ortadan kaldırılarak, kişi hak ve özgürlükleri tamamen Milli Güvenlik Konseyinin inisiyatifine terk edilmiştir. Başta yaşam hakkı olmak üzere temel hak ve özgürlükler açısından hiçbir güvence kalmamıştır.

765 sayılı Türk Ceza Kanununun 146. maddesinde “ Anayasanın tamamını, bir kısmını, tağyir ve tebdil veya ilgaya veya Anayasa ile teşekkül etmiş Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni zor kullanarak ortadan kaldırmaya veya vazifesini yapmasını engellemeye teşebbüs edenlerin ağırlaştırılmış müebbet ağır hapis cezasıyla cezalandırılacağının belirtildiği, düzenlemede seçenek olarak sayılan eylemlerin tamamlanmış halinden bahsedilmediği, ancak Anayasa ve Türkiye Büyük Millet Meclisi gibi demokratik düzenin temel unsurlarının ortadan kaldırılmasına veya değiştirilmesine teşebbüsün cezalandırıldığı bir durumda, bu eylemlerin tamamlanmış hallerinin cezalandırılmayacağı düşünülemeyeceğinden şüphelilerin eylemine 765 sayılı Türk Ceza Kanununun 146. maddesinin uygulanması gerekmektedir.” denilmiştir.

İkinci değerlendirme, TSK İç Hizmet Kanunu’nun 35. Maddesi yönündendir: “…211 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu 35. maddesindeki düzenlemenin “Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumak” şeklinde olduğu, Anayasa ile kurulmuş bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nde yasal düzenlemeler arasında bir hiyerarşi olduğu, bunlardan en yukarıda Anayasanın yer aldığı, kanunların ise Anayasanın hiyerarşik olarak altında yer aldığı, dolayısıyla kanunların Anayasaya aykırı olamayacakları temel hukuki kurallardandır. Bu nedenle, kanunlar Anayasaya aykırı olamayacakları gibi, kanunla verilen bir yetkinin Anayasayı ortadan kaldırmak amacıyla kullanılması da mümkün değildir. Dolayısıyla söz konusu hüküm, Anayasal düzeni, Anayasa ile kurulmuş devlet düzeninin temel kurumlarından olan Türkiye Büyük Millet Meclisi ile hükümeti ve tüm hak ve özgürlükleri ortadan kaldırmak amacıyla kullanılamaz.

Her ne kadar Türkiye Cumhuriyeti tarihinde söz konusu İç Hizmet Kanununun 35. maddesi askeri darbe gerekçesi olarak ileri sürülmüş ise de, bu durum hukuka aykırılığa kılıf bulma gayretinden öteye gitmemektedir. Kaldı ki, askeri darbeyi yapan şüpheliler kendilerinin darbe ve sonrası eylemlerinden dolayı yargılanacaklarını ve eylemlerinin suç olduğunu bildiklerinden 1982 Anayasasının geçici 15. maddesindeki “12 Eylül 1980 tarihinden, ilk genel seçimler sonucu toplanacak Türkiye Büyük Millet Meclisinin Başkanlık Divanını oluşturuncaya kadar geçecek süre içinde, yasama ve yürütme yetkilerini Türk milleti adına kullanan, 2356 sayılı Kanunla kurulu Milli Güvenlik Konseyinin, bu Konseyin yönetimi döneminde kurulmuş hükümetlerin, 2485 sayılı Kurucu Meclis Hakkında Kanunla görev ifa eden Danışma Meclisinin her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezai, mali veya hukuki sorumluluk iddiası ileri sürülemez ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamaz.”  düzenlemeyi koyma ihtiyacı hissetmişlerdir.

 Ayrıca, İç Hizmet Kanununun 35. maddesinin askeri darbe yapma yetkisi verdiğinin kabul edilmesi halinde, bu eylemlerin suç olarak düzenlendiği 765 sayılı Türk Ceza Kanununun 146 ve 147. maddelerinin bir anlamı kalmayacaktır. Hatta söz konusu 35. madde hiyerarşik olarak Anayasanın da üzerinde kabul edilmiş olacaktır ki, bu durumun düşünülmesi bile mümkün değildir. Kanunlar Anayasaya uygun olmak zorundadır.

Sonuç olarak, İç Hizmet Kanununun 35. maddesi hiç kimseye demokratik düzeni ortadan kaldırarak, diktatörlük kurmaya yol açacak bir askeri darbe yapma yetkisi vermemektedir.” sonucuna varmıştır.

Üçüncü değerlendirme, zamanaşımı yönündendir: “1982 Anayasasını geçici 15. maddesindeki düzenlemeye bakıldığında düzenlemenin şüpheliler hakkında bir soruşturma ve yargılama engeli ortaya koyduğu anlaşılmaktadır. 765 sayılı Türk Ceza Kanununun 107. maddesinde ‘Hukuku amme davasının ikamesi mezuniyet veya karar alınmasını, yahut diğer bir mercide halli lazım gelen bir meselenin neticesine bağlı bulunduğu takdirde mezuniyet ve kararın alınmasına yahut meselenin halline kadar müruru zaman durur.’ şeklinde, Anayasanın 83/3 maddesinde ise ‘Türkiye Büyük Millet Meclisi üyesi hakkında, seçiminden önce veya sonra verilmiş bir ceza hükmünün yerine getirilmesi, üyelik sıfatının sona ermesine bırakılır; üyelik süresince zamanaşımı işlemez.’ şeklinde, 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 67/1 maddesinde ‘Soruşturma ve kovuşturma yapılmasının, izin veya karar alınması veya diğer bir mercide çözülmesi gereken bir meselenin sonucuna bağlı bulunduğu hallerde; izin veya kararın alınmasına veya meselenin çözümüne veya kanun gereğince hakkında kaçak olduğu hususunda karar verilmiş olan suç faili hakkında bu karar kaldırılıncaya kadar dava zamanaşımı durur.” şeklinde düzenlemelere yer verilmiştir. Gerek Anayasada gerekse Türk Ceza Kanunlarında soruşturma ve yargılama engelinin bulunduğu hallerde zamanaşımının işlemeyeceği kuralı öngörülmüştür. Anayasanın 12 Eylül 2010 tarihinde referandumla kaldırılan geçici 15. maddesi de burada olduğu gibi bir soruşturma ve kovuşturma engelidir. Dolayısıyla şüphelilere atılı bulunan eylemlerde zamanaşımı, eylemlerin gerçekleştiği 02/01/1980 ve 12/09/1980 tarihlerinde işlemeye başlamış ancak 1982 Anayasasının geçici 15. maddesinin yürürlüğe girdiği 09/11/1982 tarihinde durmuştur. Söz konusu suçlarda zamanaşımı süresi 20 yıl olup, 09/11/1982 tarihinde durmuş olan zamanaşımı geçici 15. maddenin kaldırıldığı referandum sonucunun resmi gazetede yayınlandığı 23/09/2010 tarihinden itibaren yeniden işlemeye başlamıştır. Açıklanan nedenlerle İç hukukumuza göre zamanaşımı süresinin dolmadığı anlaşılmaktadır.

Dördüncü değerlendirme Suç Tarihi Yönündendir: “Şüphelilere atılı bulunan 27/12/1979 tarihli muhtıra açısından bir tartışma yoktur. Buradaki Anayasayı ihlal (askeri darbe) suçu muhtıranın Başbakana ulaştığı 02/01/1980 tarihinde işlenmiştir. 12 Eylül 1980 tarihinde işlenmeye başlanan Anayasayı ihlal (askeri darbe) suçu açısından durum değerlendirildiğinde ise, bu suç 12 Eylül 1980 tarihinde işlenip sona ermemiştir. Askeri darbe gerçekleştikten sonra, darbe koşulları devam etmiş, bu koşullar içerisinde şüpheliler topluma büyük mağduriyetler yaşatan eylemlerine devam etmişlerdir. Bu dönemde temel hak ve özgürlükler tamamen güvencesiz bırakılmıştır. Temel hak ve özgürlüklerin güvencesi olan demokratik rejime geçilmesine izin verilmemiştir. Dolayısıyla demokratik rejime geçiş serbest bırakılıncaya kadar, yani TBMM’si görevine başlayıncaya kadar Anayasayı ihlal (askeri darbe) suçu temadi etmiştir. TBMM’si görevine, Başkanlık Divanının oluştuğu 6 Aralık 1983 tarihinde başlamıştır. Buna göre, bu suçun suç tarihi; 12/09/1980 ile 06/12/1983 arasıdır.”                  

Beşinci değerlendirme, Geçici 15. Maddenin Af Niteliğinde Olup Olmadığı yönündendir: “…Anayasa’nın geçici 15.maddesinin bir tür af kanununun olarak değerlendirilmesi mümkün değildir. Yukarıda açıklandığı üzere Anayasayı ihlal (askeri darbe) suçu temadi eden bir suç olup, bu suç TBMM’nin görevine başladığı 06/12/1983 tarihine kadar işlenmeye devam etmiştir. Anayasa’nın 15. maddesi ise 09/11/1982 tarihinde yürürlüğe girmiştir.        

Söz konusu geçici 15. maddede “12 Eylül 1980 tarihinden, ilk genel seçimler sonucu toplanacak Türkiye Büyük Millet Meclisinin Başkanlık Divanını oluşturuncaya kadar geçecek süre içinde, yasama ve yürütme yetkilerini Türk milleti adına kullanan, 2356 sayılı Kanunla kurulu Milli Güvenlik Konseyinin, bu Konseyin yönetimi döneminde kurulmuş hükümetlerin, 2485 sayılı Kurucu Meclis Hakkında Kanunla görev ifa eden Danışma Meclisinin her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezai, mali veya hukuki sorumluluk iddiası ileri sürülemez ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamaz.” düzenlemesinin getirildiği, düzenlemede, TBMM Başkanlık Divanı oluşturuluncaya kadar, yani 06/12/1983 tarihine kadar ilgililer hakkında yargı merciine başvurulamayacağından söz edilmektedir. Bir af kanununun yürürlüğe girdiği tarihten sonra gerçekleşecek eylemler için uygulanacağını kabul etme imkânı bulunmamaktadır. Ayrıca darbe yönetiminin denetimi ve isteğine göre hazırlanmış bir Anayasa’da yer alan madde metninde “af” tabiri kullanılmamışken, gözaltı merkezleri ve cezaevlerinde, insanlık dışı işkence ve kötü muamele gören binlerce mağdurun aleyhine yorum yaparak, düzenlemenin af niteliğinde olduğunu söyleme olanağı yoktur. Bu nedenlerle Anayasa’nın kaldırılan geçici 15. maddesinin af kanunu olarak değerlendirilemeyeceği anlaşılmıştır.” denilmiştir.           

X.Bölümde, Şüpheliler Ahmet Kenan Evren ile Ali Tahsin Şahinkaya’nın CMK’nın 250-252 maddeleri uyarınca yargılamalarının yapılarak 765 Türk Ceza Kanununun 146,80,31 ve 33 maddeleri uyarınca ayrı ayrı CEZALANDIRILMALARI,…atılı bulunan suçun niteği, şüphelilerin ilerlemiş yaşları ve sağlık durumları dikkate alınarak haklarında CMK’nın 109. maddesinde sayılan adli kontrol tedbirlerinden birine karar verilmesi kamu adına talep ve iddia olunmuş, NURETTİN ERSİN, MEHMET NEJAT TÜMER, OSMAN SEDAT CELASUN hakkında Anayasal düzeni zorla değiştirmeye kalkışmak suçundan ek takipsizlik kararı verildiği, 38 Adet Numaralandırılmış Klasörün ek olarak sunulduğu belirtilmiş ve  yararlanılan kaynaklar gösterilmiştir.

 

                            III. DEĞERLENDİRME

1. Sanık Kenan EVREN’in, “Ülke yönetimine el koymaya ne kendinin ne de Türk Silahlı Kuvvetleri Komuta kademesinin tek başına karar vermediğini, 12 Eylül öncesi bu terör olayları nedeniyle kuvvet komutanları olarak bir araya geldiklerini, ne yapabiliriz diye değerlendirme yaptıkları”, Sanık Ali Tahsin ŞAHİNKAYA’nın,İç Hizmet Kanununun 35. maddesinde verilen devleti koruma ve kollama yetkisine dayanarak bu yönetime el koyduklarını, Silahlı Kuvvetlerin her kademesinin bu olayın içerisinde olduğu” yolundaki sözlerinden 12 Eylül’ü harekâtını, yalnızca 5 generalden oluşan komuta kademesinin değil, TSK’nin her kademesinin katılımıyla birlikte gerçekleştirildiği sonucu çıkmaktadır. Yani hem emir komuta zinciri var, hem de gönüllü katılım. 12 Eylül harekâtına Türk Silahlı Kuvvetlerinin harekâtı da denilebilir. 

Yapılan harekât iddianamede suç olarak nitelendiğine göre, soruşturmanın komuta kademesiyle sınırlandırılıp, yaşayan iki generalle dava açılmasına hukuken anlamak mümkün değildir. Bu anlayış bile açılan davanın hukuki olmadığını, siyasi amaçlar taşıdığını göstermektedir. Sanık Kenan EVREN, 1918 doğumludur, 94 yaşındadır; Tahsin ŞAHİNKAYA, 1925 doğumludur, 87 yaşındadır. Bu yaştaki insanlara dava açmak, sonuçsuz bir yargılama yapmaktır. Bu da davanın hukuki değil, siyasi olduğunun somut kanıtıdır. Gerçekleşmiş darbeden hukuken hesap sorulamayacağı açık olduğuna göre hesap siyasi sorulur… Hesabı siyasi soran iktidar, 12 Eylül’ün ürünü değil mi?  Kim kimden nasıl hesap soruyor diye düşünmek gerekmez mi?  Ey 12 Eylül’ün mağdurlara işi birde bu yönden düşünün!…

2. Sanıklar hakkında savcılık ilginç bir yorumla TCK’nun 146.maddesinin uygulanmasını istemektedir. Bu istem, Anayasa’nın 38 maddesinde yer alan “ Kimse işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz” hükmüne, fiil işlendiği zaman yürürlükte olan ve şimdi yürürlükten kaldırılmış bulunan 765 sayılı TCK’nun 2.maddesinde yer alan “ İşlendiği zaman kanuna göre cürüm ve kabahat sayılmayan fiilden dolayı kimseye ceza verilemez” hükmüne, yürürlükte olan 5237 sayılı TCK’nun 2 maddesinde yer alan, “1.Kanunun açıkça suç saymadığı bir fiil için kimseye ceza verilemez ve güvenlik tedbiri uygulanamaz,… 3. Kanunların suç ve ceza uygulanmasında kıyas yapılamaz. Suç ve ceza içeren hükümler kıyasa yol açacak biçimde yorumlanamaz” hükümlerine aykırıdır.  

765 sayılı TCK’nun 146. maddesi, “Anayasanın tamamını, bir kısmını, tağyir ve tebdil veya ilgaya veya Anayasa ile teşekkül etmiş Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni zor kullanarak ortadan kaldırmaya veya vazifesini yapmasını engellemeye teşebbüs edenlerin” cezalandırılacağı hükmünü taşımaktadır. Yasa, devrimle, ihtilalle ya da darbeyle Anayasal düzenin değiştirilmesin, organların görevini yapamaz hale getirilmesin, yani fiilin tamamlanmasını bir yaptırıma bağlamamıştır. Bu yasayı yapanlar, teşebbüsü cezalandırırken, filin tamamlanmasını bir yaptırıma bağlamamaları düşünülemez, yargı bu boşluğu doldursun da denilemez…. Maddenin yazımı bilinçlidir, dünyanın hiçbir yerinde bir devrimi, ihtilali ya da darbeyi gerçekleştirenleri hukuken mahkûm edebilecek bir yasal düzenleme yoktur. Yasayla devrim, ihtilal, darbe yapanlar cezalandırılır dense bile, bu hangi güçle yerine getirilecektir? Hukuk sanal değil gerçekliktir. Yasanın gücü meşrulaşmış güçtür, güç el değiştirirse yasanın uygulanması da el değiştirir, o zamanda hesap siyasi sorulur. Siyasi hesabı gücün varsa sorarsın! 12 Eylülden hesap soracağız diye koşanlar, hangi güce güvenerek bunu yapacaklarını düşünüyor?… Siyasi iktidarın bundan bir sonuç çıkmayacağını bilmediğini mi sanıyoruz? O zaman çok safız,  boşa çiğnemişiz yalan dünyayı… Siyasi iktidar, 12 Eylül yasalarının üzerinde oturmuyor mu, bunları kaldırmayı bırak daha da ağırlaştırarak uygulamayı sürdürmüyor mu?  

İddianamede, “düzenlemede seçenek olarak sayılan eylemlerin tamamlanmış halinden bahsedilmediği, ancak Anayasa ve Türkiye Büyük Millet Meclisi gibi demokratik düzenin temel unsurlarının ortadan kaldırılmasına veya değiştirilmesine teşebbüsün cezalandırıldığı bir durumda, bu eylemlerin tamamlanmış hallerinin cezalandırılmayacağı düşünülemeyeceği” gibi bir yorum getirilerek, cezalandırma isteniyor. Hukukçuyum diyen hiçbir kimse böyle bir savda bulunamaz. Çünkü İtalyan hukukçusu Manzi’ninin dediği gibi, “…netice husule gelmişse ceza kaidesi tesirini kaybetmiştir= darbe gerçekleşmişse ceza kuralı etkinliğini yitirmiştir” (8)  Kaldı ki bu sav,  5237 sayılı yasanın 2. maddesinin, 3.bendinde belirtildiği gibi, “. Suç ve ceza içeren hükümler kıyasa yol açacak biçimde yorum”lanmasıdır. Sonucu almış darbeciler hakkında hukuken cezalandırma istenemeyeceğini muhtemelen iddianameyi yazanlarda biliyordur, ama amaç üzüm yemek değil bağcı dövmek olunca,  siyasi iktidarın amaç ve hedeflerine uygun davranışlar hukuksal metine dönüşüyor. Mağdurların şikâyet üzerine bir soruşturma başlatılması doğaldır, ancak hukukun gereği yapılmalıdır. Hukuk dışı yorumlarla yargıyı uğraştırmaya,  kamuoyunu yönlendirmeye, insanları yormaya hiçbir kimsenin, hele savcının hiç hakkı yoktur.    

3. İddianamede, 211 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesinde yer alan, “Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; Türk yurdunu Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyetini kollamak ve korumak” hükmü, Anayasa ile kurulmuş bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nde yasal düzenlemeler arasında bir hiyerarşi olduğu, bunlardan en yukarıda Anayasanın yer aldığı, kanunların ise Anayasanın hiyerarşik olarak altında yer aldığı, dolayısıyla kanunların Anayasaya aykırı olamayacakları temel hukuki kurallarıdır denilerek, görmezden gelinmektedir.

Bu madde özgün (işin doğası gereği) bir maddedir. Bu madde olmasa da devrim, ihtilal, darbe yapanlar, toplumsal yasalara ve meşruiyete dayanırlar. Anayasalar, normal hukuk düzeninde bir anlam ifade eder, iş çığırından çıktıktan, yasal güçler etkinliğini yitirdikten sonra hukukun yapacağı fazla bir şey yoktur. Nitekim 30 yıldır darbecilere bir şey yapamayan hukuk, şimdi mi yapacak?  Bu iş hukuki değil, söylediğimiz gibi politiktir. 12 Eylül’den hesap sorulursa politik sorulur. Bu da 12 Eylül ve sonrası süreci ekonomik, siyasi, sosyal, kültürel yıkımlarını onarmaktan geçer. Siyasi iktidar yıkıma yıkım katmaya devam ettikçe, bu hesap sorulamaz, boşa kendimizi yormayalım…   

4. İddianamede, Anayasa’nın geçici 15 maddesinde yer alan, 12 Eylül 2010 referandumuyla kaldırılan, “12 Eylül 1980 tarihinden, ilk genel seçimler sonucu toplanacak Türkiye Büyük Millet Meclisinin Başkanlık Divanını oluşturuncaya kadar geçecek süre içinde, yasama ve yürütme yetkilerini Türk milleti adına kullanan, 2356 sayılı Kanunla kurulu Milli Güvenlik Konseyinin, bu Konseyin yönetimi döneminde kurulmuş hükümetlerin, 2485 sayılı Kurucu Meclis Hakkında Kanunla görev ifa eden Danışma Meclisinin her türlü karar ve tasarruflarından dolayı haklarında cezai, mali veya hukuki sorumluluk iddiası ileri sürülemez ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamaz.” hükmü yok sayılıyor. 

Sormak gerekir,  12 Eylül’ü gerçekleştirenler bu maddeyi niye Anayasa’ya koymuşlar, halkın oyuna sunmuşlar?  1982 Anayasasının bu madde dışındaki hükümlerini hukuki bulacaksın, bunu yok sayacaksın, hukukta böyle bir anlayış yok! Anayasanın geçici 15 maddesi darbecilere, o dönemde görev yapanlara koruma sağlamıştır, bunu yok sayarak yargılamak, göz boyamadır. Kaldı ki bu koruma, 12 Eylül 1980–06.12.1983 tarihleri arasını kapsamaktadır. Bu tarihten önce ve sonra yapılanlar için hukuksal bir engel yoktu, niye işlem yapılamamış? 12 Eylül 1980 öncesi hükümete muhtıra verildiğine göre, niye soruşturma açılmamış! Bu iktidar 10 yıldır hükümette, birinci yıl aklına gelmemişte, onuncu yıl mı aklına gelmiş!   

5. Bu eylemlerde 765 Sayılı TCK’nun 102 maddesine göre dava zamanaşımı yirmi yıldır. TCK.104. maddesindeki koşulların oluşması durumunda bu süre yarı oranında artırılır ve 30 yıl olur.  12 Eylül’den bu yana 32 yıl, 06.12.1983’ten bu yana da 29 yıl geçmiştir ve yargılama sürdürdükçe zamanaşımı da işleyecektir. Bu nedenle bu olaylar çoktan zamanaşımına uğramıştır. Darbe, işkence insanlığa karşı suçtur zamanaşımına uğramaz iddiasının da hukuki dayanağı yoktur. Birincisi, “İnsanlığa karşı suç kavramı” 5237 Sayılı TCK’nu ile getirilmiştir, önceki olaylara uygulanması hukuken mümkün değildir; çünkü fiil işlendikten sonra çıkan yasaların sanık lehine olanı uygulanır, aleyhe olanı uygulanmaz, bu evrensel bir hukuk kuralıdır.  İkincisi, hangi eylemlerin insanlığa karşı suç sayıldığı yasada sıralanmıştır, bunu saptayacak olan da yine yargıdır.

6. İddianame, 12 Eylül öncesi yaşanan katliamları, “…ülkeyi kaosa sürükleyerek darbeye zemin hazırlamak isteyen güçlerin” gerçekleştirdiği vurgusunu yapmakta, bunların sağcı, solcumu , yerlimi yabancımı olduğu konusunda bir değerlendirme yapmamakta, ülkücülere eziyet ettiği iddia edilen Zeki KAMAN, Dürüst OKTAY gibi POL-DER’li oldukları savlanan polisleri öne çıkarırken, DAL’da, Gayrettepe’de, Artvin’de, Erzurum’da, Suluova’da, Fatsa’da solculara eziyet eden POL-BİR’cilerden hiç söz edilmiyor.

Ceza hukukunda suç işletenle (azmettiren) suç işleyen (fail) aynı cezayı alır. O yaptırdı ya da o yaptı demek bir şey ifade etmez.  Hukuki yargılamadan çok siyasi bir yargılama görüntüsü oluştuğuna göre, muhtemelen müdahil olanların da hangi fiiller(eylemler)nedeniyle emniyete ve cezaevine düştüğü tartışılacaktır. Bunlara da hazırlıklı olmak gerekir…

Son günlerde TRT’de, diğer televizyonlarda,  12 Eylül’den yakınan ırkçıların, dincilerin sesi pek sıkça duyulmaktadır. Solu kazıyan 12 Eylül’ün sağı da ezdiği imajı veriliyor. Bu davada, karşıt siyasi düşüncede olan ve 12 Eylül öncesi bir birine kurşun sıkan insanların müdahil makamını birlikte oluşturması garip bir durum oluşturmayacak mı? Faşizmin gelmesini engelledik diyenlerle, komünizmi engelledik diyenler yan yana nasıl duracak, bilemiyorum?

Sonuç olarak, bu haliyle bu davanın içten olmadığı gibi, 12 Eylül’ü aklamanın yanında, sağı da aklayacağını, “bilinmez güce” yıkılan katliamlardan arındırılacağını düşünüyorum. Bunun ipuçları iddianamedeki anlayış ve yazılış biçiminde görülüyor; Kahramanmaraş, Çorum, Sivas ve 1. Mayıs, 16 Mart katliamları, darbe yapmak isteyen bilinmez güce yüklenerek, katliamcı failler kışkırtmaya gelmiş gibi gösterilerek aklanıyor… Bu yargılamanın, 12 Eylül öncesi ve sonrası süreci aklayacağı endişesini duyuyor, müdahil olunarak buna yardımcı olunmasını yanlış buluyorum. Tabiî ki bu benim kişisel düşüncem, katılmak isteyenlere başarılar dilerim… 28 Şubat 2012

 Av. Mehdi Bektaş

 *1. Prof. Dr. Ömer İlhan Akipek, Devletler Hukuku, İkinci Kitap, Devletler Hukukunun Şahıslarından Devlet,  Sf. 87, Başnur Matbaası, yılı yazılı değil)  

*2. Aynı eser, Sf. 12.

*3.  Prof. Bülent Nuri Esen, Anayasa Hukuku Genel Esaslar, Sf. 116 vd.  baskı.1970, Ayyıldız Matbaası)

*4. II. Dünya Savaşı’ndan sonra, 1949’da, Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal Komisyonu, UNESCO’dan ırk konusunda yanlış görüşleri ortadan kaldıracak çalışmalar için bir program hazırlamasını ister. Tanınmış antropoloji ve sosyoloji uzmanlarından bir komisyon kurulur. Bu komisyon, aynı zamanda birçok ülke bilim adamına başvurarak görüşlerini sorar. Yeni Zelanda, Meksika, Brezilya, ABD, İngiltere, Hindistan, Fransız bilim adamlarının imzasını taşıyan, 11 bilimciden alınan görüşlerle, Prof. Askley Montagu (ABD, komisyon sözcüsü)  tarafından gözden geçirilip son biçimi verilen “Irk Sorunlarına İlişkin Bildiri” 18 Temmuz 1950 tarihinde yayınlanır.  Bildiri metni,  aynı kitabın, 131–136 sayfasında yer almaktadır. 

*5.  Aynı eser, Sf. 150.

*6. Aynı eser, Sf. 98

* 7.  Aynı eser Sf. 241,242 

*8. Prof. Dr. Faruk EREM, Ceza Hukuku Hususi Hükümler, Cilt.1.Sayfa:65                  

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir