12 Eylüle Giden Yol- Onur Aydemir

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

EMPERYALİZM VE ASKERİ DARBELER SON BÖLÜM

12 EYLÜLE GİDEN YOL

12eylyl

 

Ülkemizde 12 Mart’tan 12 Eylül’e kadar olan dönem, devrimci hareketin toplumsallaşmasına paralel olarak, bilhassa 1970’li yılların ikinci yarısından itibaren doğrudan doğruya geniş halk kesimlerine yönelen silahlı resmî-sivil faşist terörün vurduğu damgayı bağrında taşımaktadır. Bu saldırılar 1974 yılının sonlarından itibaren örgütlü ve sistematik bir şekilde genişleyerek devam etmiştir. 8 Kasım 1974’de Hacettepe Üniversitesi ve ODTÜ yurtlarının aynı anda ve planlı biçimde basılması, saldırı dalgasının karakteristiğini gösteren ilk örneklerden biridir. MHP’ye bağlı Ülkü Ocakları giderek agresifleşerek üniversite öğrencilerine dönük saldırılar örgütleyen paramiliter bir yapılanmaya evrilmeye başlamıştır. Burada, çatışmaların karakterine ilişkin bir fikir vermek açısından, Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisinden ilgili bir bölümü alıntılamak yerinde olabilir;

 

“ (…) 24 Nisan 1975’te İstanbul Site Yurdu’nu basarak müstahdem Abdi Gönen’i, 25 Nisan’da Ankara’da DMMA’dan çıkan öğrenciler üzerine ateş açarak yoldan geçmekte olan bir kadının kucağındaki 2 yaşındaki kızı Burcu Öztürk’ü, 27 Nisan’da Kars’ta Mehmet Toprak’ı bıçaklayarak, 13 Mayıs’ta Sivas’ta TÖB-DER üyesi Hüseyin Esen’i, 12 Haziran’da Şavşat’ta öğretmen Hasan Şimşek’i, 11 Temmuz’da Bursa’da Ahmet Vatan Kırbulak’ı, 15 Ağustos’ta Kırşehir’de Ahmet Deveci’yi, 5 Eylül’de İzmit’te öğretmen Ali Genç’i, 24 Eylül’de Kırıkkale’de CHP’li Yusuf Vehbi Yılmaz’ı, 25 Eylül’de Muğla’da yine CHP’li İbrahim Kocakarın’ı, 1 Aralık’ta İstanbul’da Cezmi Yılmaz ve Halit Pelitözü’yü, 5 Aralık’ta Malatya’da Kazım Göktaş’ı, 11 Aralık’ta Elazığ’da Sabahattin Bereket’i ve 1975’in son günlerinde Ankara’da Kenan Dayıoğlu’nu öldürdüler” (1988: 2242-2244).

 

1975 gibi, toplumsal mücadelelerin 12 Mart sonrası görece erken sayılabilecek bir döneminde bile, öğrenciler başta olmak üzere toplumun çeşitli kesimlerine yönelik saldırıların yoğunluğu katlanarak artmaktadır. Aynı zamanda saldırıların çapı da genişlemiş, üniversitelerden taşarak ülkemizin geneline yayılmıştır. Bu saldırılar esas olarak yükselen toplumsal muhalefet hareketlerini ezip dağıtmak, gücü oranında baskı altına almak, yıldırmak, politik mücadele alanının dışına düşürerek ülkede baskıcı yönetim biçimlerini zorlamak gibi hedeflere yöneldiği için bu tip bir hareketin yaygın politik biçimine sivil faşizm denilebilir. Sivil faşizm, giderek yükselen aktivitesiyle, Türkiye sol hareketinin karşısına, politik toplumdan sirayet ederek sivil toplumun bütününü denetim altına almak amacıyla kullanılan bir tür aparat olarak çıkartılmıştır. Bu olgu dünyadaki faşizm pratikleriyle de belirli düzeyde örtüşmektedir. Zira faşizmin bir siyasal hareket olarak ortaya çıkmasına neden olan koşullardan biri muhtemel bir sosyalist devrim tehlikesidir. Türkiye’nin de 1960’larla birlikte dünya devrimci hareketlerinde hatırı sayılan ülkelerden biri durumuna gelmesi, son derece gelişmiş mücadele pratikleri ortaya konulmaya başlanması, etkili bir faşist hareketin de ortaya çıkmasını beraberinde getirmiştir denilebilir.

 

Sürecin adı konulmamış fiili bir iç savaşa dönüştüğü 1970’lerin ikinci yarısında, politik bilinç ve örgütlülük düzeyi görece yükselen halk kesimlerini siyasetin dışına sürmek için başvurulan yöntemlerin biri silahlı şiddet ise, diğeri çeşitli hükümetlerin birbiri ardı sıra denenerek meşruiyet krizinin derinleşmesinin önüne geçmektir. 1974 yılında, 12 Mart müdahalesine tepkinin akacağı bir meşruiyet çizgisiyle temasa geçen Bülent Ecevit’in liderliğindeki CHP, “Akgünlere” şiarıyla yüzde 33 civarında oy almış, hâkim sınıflar ittifakında eşraf-tarım bloğunun tekelci burjuvazi lehine daralmasından yaşanan tedirginliğe oynayan gerici MSP ile ittifaka zorlanmıştır. Takip eden dönemde gelen Kıbrıs Savaşı, NATO’nun başta Ege Denizi olmak üzere güneydoğu kanadındaki askerî üstünlüğünü tehdit edebilecek dengesiz sonuçlara yol açtığından tercih-dışı kalmış, buna karşılık silahlı sivil faşizmin devlet eliyle örgütleneceği AP-MSP-MHP koalisyonundan oluşan 1. Milliyetçi Cephe (MC) hükümetiyle değiştirilmiştir.

 

MC iktidarının, tırmanan siyasal gerilimin emekçi sınıfları birleştirmeye başlaması ve ABD’nin önce askerî, giderek ekonomik ambargo ve tehditlerinin yarattığı gerilimin hâkim sınıflar bloğunu sarsma ve tekelci burjuvaziyi inisiyatif kullanamayacak noktaya getirmesi tehlikesi üzerine, 1977 haziran ayında erken seçim kararı gündeme gelmiştir. Bundan sonra yaşanacaklar, reformist-sol görünümlü bir hükümet eliyle emekçi sınıfların, hâkim sınıfların hegemonik sınıf fraksiyonu ve sıkıyönetim eliyle örgütsüzleştirilmesi çabasına dönüşecekti. Emperyalizm, henüz 1977’nin başında, Demirel hükümeti zamanında “tam saha pres”e başlamıştı, bildik yöntemler kullanılmaktaydı (Arcayürek, 1987: 32-33);

 

“Maliye bakanı Bilgehan, Eylül 1977’de Washington’a gitti, IMF, krediler için uluslar arası finans kuruluşlarına yeşil ışık yakmayı kabul etti; Bilgehan’a “Siz anlaştığımızı açıklayın, ardından da biz resmen açıklarız” güvencesini verdi (…) IMF beklenen açıklamayı yapmadı. (…) İçerde siyasal tutarsızlıklarla, dışarıda sürdürülen baskı yöntemleri Türkiye’ye karşı çalışıyordu. Türkiye, 149 ton altınını İsviçre’ye, Union Bank’a rehin etmeye girişti. 500 milyon dolar alacak, döviz sıkıntısını giderecekti. Banka ile anlaşmanın imzalanacağı gün, Union Bank kararından caydı! Pamuklar, buğdaylar, tütünler hep elde kaldı! Alıcı çıkıyor, bir süre sonra vazgeçiyordu. Demirel şöyle diyordu; “Nereye girişsek, bir el var, uzanıyor ve durduruyor”.

 

İşte o “el”, Türkiye ancak bir askeri-faşist diktatörlük eliyle “sağlama bağlanınca” kredi musluklarını ardına kadar açmış, on yıldır ertelenen vaatler 1982-83 yılından itibaren gerçekleştirilmiş, ancak bunun için Türkiye’nin neo-liberal yeniden yapılanma programına dâhil edilmesi gerekmiştir. 1978 yılında işbaşına gelen CHP hükümeti, Allende hükümetinin kötü bir karikatürü durumuna düşerek git gide sağcılaşmış ve bunun sonucunda kısa sürede kan kaybederek emekçi sınıfları denetleme imkânından da mahrum kaldığı için hızla iktidardan uzaklaştırılmıştır. 1970’lerin sonlarına doğru ithal ikameci model iflas etme noktasına gelmiştir. 24 Ocak 1980’de, yeniden iktidara gelen Demirel hükümeti tarafından açıklanan istikrar paketi, dış finans sağlayarak bunalımı uluslar arası sermayeyle bütünleşerek aşma ihtiyacının bir sonucu olarak gündeme gelmiştir. Ancak etkin bir sol-sosyalist toplumsal muhalefetin ve görece örgütlü bir işçi sınıfının varlığı nedeniyle sözü edilen 24 Ocak kararları ancak askerî bir yönetimle uygulanabilmiş; dolayısıyla, yerli tekelci burjuvazi ile uluslararası sermayenin bir tercihi olarak ve yeni bir sermaye birikim modelinin uygulatılması amacıyla 12 Eylül 1980 askeri darbesi gündeme getirilmiştir.

 

Türkiye’nin yukarıda kısaca sözü edilmeye çalışılan küresel yeniden yapılanma sürecine eklemlenmesinin ilk adımı, 24 Ocak kararları ve devamında gelen 12 Eylül Askeri rejimi olarak anılabilir. IMF ile başlatılan yapısal uyum süreci, sermaye birikimi sağlamak amacıyla uygulanan düşük ücret politikası ve işçi sınıfının örgütlülüğünün parçalanarak geçişin sorunsuz tamamlanması bu sürecin genel karakteristiğidir. Emekçi sınıfların direnişlerini yok etmek amacıyla örgütlülüğünü dağıtmak ve düşük ücret politikasıyla tekelci sermayeye kaynak aktarmak gibi “zorunlu” ekonomi politikaları ancak siyasal zor yoluyla ve bir gericilik döneminin perdesi aralanarak yaşama geçirilebilmiştir.

Onur Aydemir

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir