Egemen sınıflara karşı verilen mücadelenin çok yönlü olduğunu biliyoruz.
Bu mücadeleyi sadece iki güç arasında cereyan eden bir bilek güreşi olarak algılamak yanıltıcıdır. Egemen sınıflara karşı yürütülen bu çok yönlü kavganın önemli boyutlarından birinin de ideolojik mücadele olduğunu unutmamalıyız.
Sola gider
2014’ÜN ÖNSÖZÜ
2013 yılında, ülkemizde emperyalizme ve faşist gericiliğe karşı dipten gelen büyük devrimci dalganın yüzeye çıkmasını ve ilerici, devrimci-demokrasi çizgisine güç katmasını hep birlikte yaşadık. Emperyalizmin bölgemizdeki politikalarının baş uygulayıcısı AKP iktidarının, dış güçlerin desteğiyle, gerçek gücünün ötesinde elde ettiği etkinliğini gerileten bu halk hareketi, onlara hizmet sunan işbirlikçi entelejansiyayı da yere serdi. Mayıs-Haziran devrimci halk hareketi, emperyalizmin sözcülerince dünyaya “demokrat” gibi tanıtılan, Ortadoğu’nun “parlayan yıldızı” şeklinde pohpohlanan AKP iktidarının baskıcı, demokrasi karşıtı-dinci gerçek yüzünü pratikte herkesin görmesini sağlayarak bu diktayı itibar yitirme sürecine soktu.
Egemen sınıflara karşı verilen mücadelenin çok yönlü olduğunu biliyoruz. Bu mücadeleyi sadece iki güç arasında cereyan eden bir bilek güreşi olarak algılamak yanıltıcıdır. Egemen sınıflara karşı yürütülen bu çok yönlü kavganın önemli boyutlarından birinin de ideolojik mücadele olduğunu unutmamalıyız. Egemen sınıflar her devrimci hareketin siyaseten olduğu gibi ideolojik olarak da içini boşaltmayı pekiyi bilirler. Özellikle kendiliğindenci yanı belirleyici olan halk hareketlerini ve unsurlarını ideolojik olarak da etkilemeye çalışırlar. Bugünkü ölçülerde gelişmiş medya ve iletişim olanaklarıyla bu konuyla ilgili mesafe almaları çok zor olmasa gerek. Bu iş için ellerinin altındaki kanaat önderlerinden ve her kılığa girmeye müsait siyaset ikonlarından yararlanmakta çok başarılı oldukları deneylerle sabit. Özellikle okuyan –yazan kesimin kafasını yıllardır zehirlemeye uğraşan egemenlerin ve bu işbirlikçi kesimin faaliyetlerine karşı yurtsever-devrimci-ilerici fikri mücadelenin kesintisiz olarak ve güçlendirilerek sürdürülmesinin ne kadar önemli olduğunun bilincinde olmak zorundayız.
***
Bizim bu sitede yazdığımız yazıların büyük çoğunluğunun ana teması, unutturulmaya, üstü örtülmeye çalışılan emperyalizminin Asya-Afrika ve bilhassa bu iki kıtanın kesişme bölgesinde yürüttüğü sömürü, talan ve hegemonya kurma politikalarının açığa serilmesine yöneliktir. Başta ABD olmak üzere emperyalist ülkeler ve diğer büyük devletler için jeostratejik, jeopolitik açılardan hayati derecede önemli olan bu kesişme bölgesiyle ilgili yapılan planların ve yürütülen projelerin içyüzlerini, neden ve sonuçlarını açıklamayı amaçlayan bu yazılarla; saptırılan-çarpıtılan toplumsal, politik, ekonomik vb kavramları ve teorileri günümüz koşullarında doğru yerlerine oturtmayı amaçladığımızı belirtmek isteriz.
Bu yazılarda belirtilen gerçeklerin, sunulan verilerin hatırlanması, hatırlatılması ve politika üretiminde yararlanılması halkımız-ülkemiz ve bölgemizin bugünü ve geleceği için önemlidir. Emperyalizmin içinde yaşadığımız bu dönemi ve bölgeyle ilgili çağdaş-sömürgeci politikaları bilinmeden yapılacak her türlü ekonomik, siyasi ve stratejik değerlendirmenin fazla bir anlam ifade etmeyeceği açık. Bu politikaların yanı sıra, hedefleri ve stratejileri bilinmeden, bunlara karşı ne isabetli politika üretmek, ne de sol adına geniş halk kitlelerini bu konularda ikna etmek mümkündür. Türkiye’de devrimcilik yapmak gibi bir amacı olanların en önce öğrenecekleri, derinlemesine kavrayacakları en temel gerçek; emperyalizmin sömürü mekanizmaları, bölge politikaları ve ülkemizle ilgili planları-projeleri, stratejileridir. Bu gerçekleri bilmeden, ortaya çıkarmadan günümüz mücadele anlayışının ve devriminin nasıl bir şey olacağı, stratejisinin ve taktiklerinin ne olacağı ya da olması gerektiği anlaşılamaz, tarif edilemez.
Dün emperyalizmin sömürü politikaları ve sömürü biçimleri daha basit ve daha anlaşılırdı. Günümüzde ise emperyalizmin birçok Asya ve Afrika ülkesiyle kurduğu ekonomik, siyasi, kültürel ve askeri ilişkilerin, sömürü araçlarının ve yöntemlerinin geçmişe göre daha karmaşık ve grift biçimlerde seyretmekte olduğu aşikâr. Yeni biçimlerle yapılan sömürü ve yeni yöntemlerle kurulan hegemonya ilişkileri esasında kapitalist emperyalizmin ana karakteristikleri çerçevesinde sürmektedir. Nitekim emperyalizmin temel özelliklerinden olan sermaye ihracı sürüyor ama günümüzde çok büyük boyutlarda ve yatırımdan çok vurguna ve talana yönelik olarak. Kapitalist dünyada finans sermayesinin sanayi sermayesinin önüne geçmiş olması emperyalizmi eskiye göre daha karmaşık ilişkiler kurmaya ve daha ahlaksız yollara girmeye sevk etmiştir. Sıcak para şeklinde sürekli hareket halinde olan bu aşırı obez finans sermayesi, kanca attığı ülkeleri büyük borç bataklığına, borsa ve kur hareketliliklerine vb sürükleyerek soyup soğana çevirmekte, bütün kaynaklarına elkoyarak talan etmektedir. Merkezleri çoğunlukla ABD’de olan, bu uluslararası soyguncu sermayeyi yönlendiren finans çeteleri mazlum halkların kanını emerek semirmekte ve en başta aşırı kar hırsı ve sermayenin eşitsiz gelişiminden kaynaklanan krizlerinin faturalarını da bu mazlum ülkelere ödetmektedir. Bu talancı çeteler, başlarına üşüştükleri ülkelerin kanlarını çeşitli yöntemlerle emerken kendilerine işbirlikçi sermaye ortakları, yöneticiler-politikacılar ve toplum içinde etkin köşe başlarını tutan çevreler ve kanaat önderleri yaratmaktan da geri kalmamaktadırlar.
1990’dan itibaren, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, emperyalizm o kadar saldırganlaşmıştır ki; gizli işgallerin yetersiz kaldığı noktalarda, gerektiğinde açık işgallere başvurmaktan da geri durmamaştır. Son yirmi yıl içinde hegemonyasını güçlendirmek ve içine düştüğü krizleri atlatmak için açık işgallerin yanı sıra gerektiğinde darbeler yaptırmış; özel orduları devreye sokmuş, çetelerle, radikal dincilerle işbirliği içinde ülkeleri istikrarsızlaştırmış, iç savaşlar çıkartarak hedefteki ülkeleri çoğunlukla istikrarsızlaştırarak-bölerek kolayca yutmaya çalışmıştır. Emperyalizm, bu dönemde, tarihin hiçbir devrinde görülmedik bir biçimde çok geniş coğrafyaları, büyük nüfusları ve çok sayıda ülkeyi peş peşe dağıtmayı planlamış ve bu geniş projelendirmeye boyun eğmeyen ülkeleri teslim alabilmek için; ekonomik, diplomatik, siyasi, askeri, kültürel, psikolojik her türlü saldırı metoduna başvurmuştur. Bu coğrafyalardaki insanların yaşama hakları, sağlık, barınma ve eğitim ihtiyaçları ve diğer toplumsal ilişkileri gibi en doğal insani haklarını ve değerlerini hiçe sayarak salt emperyal stratejisini gerçekleştirmeye odaklanmıştır.
Nitekim bütün bu emperyalist plan ve faaliyetlerin hedefleri arasında ülkemizin çok özel bir yeri olmuştur. İçeride de çeşitli kesimlerden işbirlikçiler bulan bu projelerin uygulanması sonucunda Türkiye’nin siyasi sistemi, 1970’lerdeki MC dönemlerinden daha geri bir noktaya sürüklenmiştir. Sokaklarda o günlerdeki gibi (ya da o kadar) ilerici-devrimci insan öldürülmüyor ama sömürü ve talan çok daha fazla yoğunlaşmış; siyasi yapı ve hukuk sistemi çok daha gerici-faşist bir karakter kazanmıştır. Ülkedeki yaşam tarzı ve kültürel yapı Cumhuriyet döneminde görülmedik biçimde gericileştirilerek Ortaçağ zihniyeti egemen kılınmıştır. Yaratılan bu yıkım sürecinin sonunda kendi meşreplerine uygun bir şekilde inşa edilen yeni sistemin siyasi karakteri, yönetim biçimi daha da gerici-diktatoryal bir hüviyete kavuşturulmuştur.
Bu arada yaratılan gerici diktatörlüğün arkasında duran emperyalizme olan bağımlılık, 1970’lere oranla çok daha fazla artmış; emperyalist sermayenin ve kuruluşlarının, NATO gibi askeri örgütlerin belirleyiciliği AKP iktidarı ve bu iktidarın ortaklarının egemenliği döneminde aşırı düzeylerde güçlendirilmiştir. 1970’li yıllarda “emperyalizmin içsel olgu” haline gelmesi ve “sömürge tipi faşizm” diye tarif ettiğimiz yapısal özelliklerin belirleyiciliği yeni bağımlılık ilişkileriyle daha da yoğunlaştırılmış, gericileştirilmiştir. Öte yandan, emperyalizme bağımlı bir ülkede olduğu kadarıyla var olan “burjuva anlamdaki demokrasi”nin yok edilmesi sürecini, bu son yıllarda, yoğun bir şekilde yaşadık-yaşıyoruz. Dün yetersiz bulduğumuz Cumhuriyet döneminde kazanılmış temel hakların da birer birer elimizden alındığına tanık olduk ve bu eğilim devam ettiriliyor. Aydınlanmacı laik değerlerde, kadın hakları ve eğitim alanında, işçi haklarında, sosyal politikalarda, örgütlenme-toplantı ve gösteri haklarında vb her gün geriye gidişler yaşanmaktadır. Geçen on iki yılda bütün gericiler ve uzantıları bir oldular, yasamayı, idareyi-bürokrasiyi ve 12 Eylül referandumu sonrasında yargıyı imha ettiler ve istedikleri şekilde yeniden kurdular. Yüzyıllık ilerici anlamdaki gelişmelerin intikamını aldıktan sonra elde ettikleri güç sarhoşluğunun da etkisiyle kendi aralarında iktidar kavgasına tutuştular. Bu kavganın altında yatan asıl gerçek ise; ABD emperyalizminin Kuzey Afrika ve GBOP kapsamı içindeki “Yeni Türkiye” projesinin artık eskimesi ve bu politikanın değiştirilmesi ihtiyacının ortaya çıkmasıdır. “Yeni projelerin yürütücülerinin de yeni olması gerekir” gerçeğinden hareketle; Türkiye’yi yönetecek yeni politik aktörlerin tayin edilmesi sürecinin yaşandığı anlaşılmaktadır. ABD emperyalizminin son on-onbeş yıldır Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da yürüttüğü açık ve gizli operasyonlardan yorulduğu, yıprandığı ortaya çıkmaktadır. 2008 kriziyle de ciddi bir sarsıntı geçirdiği ve hala bu sarsıntının etkilerinin devam ettiği biliniyor. Kaldı ki; K. Afrika ve GBOP ile baştan planladığı kadar olmasa da önemli bir mesafe aldığı da gerçek. Artık ABD, hâkimiyetini garanti edecek şekilde kendini yukarı doğru çekmeye, görünüşte gündelik gelişmelerin dışına/üstüne atmaya çalışmaktadır. ABD’nin yeni politikasının önemli bir yanı da; Rusya ile ilişkilerini bir yandan bu ülke ile çatışmayacak ölçüler içinde tutmayı hedeflerken, diğer yandan da Ukrayna gibi Rusya için ekonomik ve askeri bakımdan çok önemli bir ülkeyi, AB aracılığıyla, Putin yönetiminin kontrolünden koparmak istemektedir. Bu arada ABD, Rusya’nın bölgede “fevri” bir güç olarak davranmasını istememekle birlikte bu ülkenin, Çin’den olabildiğince uzak durmasını da sağlamaya çalışmaktadır. (Bu arada, 1970’lerde Sovyetler Birliği’ne karşı uygulanan “çevreleme” siyasetinin benzerinin, bu dönemde, Çin’e karşı uygulanmaya çalışıldığı ve ABD’nin günümüzdeki stratejisinin ana eksenini bu politikanın oluşturduğu bilinmektedir. ABD, Türkiye’ye de bu kapsam içinde yeni görevler yüklemek isteyecektir. ABD yeni Çin politikası gereği, Türkiye’yi Orta Asya ülke ve toplumlarıyla ilişkisini geliştirmeye yönlendirebilir. Bu politikanın hayata geçirilebilmesi için Türkiye’nin yönünü Ortadoğu’dan Orta Asya’ya çevirmesi gerekir. Bu gelişme, AKP’ye uygulattırılan bölge politikasının ana yöneliminin değişikliğe uğratılması anlamına gelir. Yalnız Türkiye’nin bu muhtemel yeni yönelimine Rusya’nın sıcak bakmayacağı da işin bir başka boyutudur…)
Diğer yandan, İran ile ilişkileri çok sert olmayan noktalara taşımaktan yana olan ABD yönetiminin, Mısır ve parçalı Suriye’de gelişebilecek yeni rejimlerle anlaşmayı İsrail’le ters düşmeyecek ölçüler içinde önüne koyduğu anlaşılmaktadır. Kürt örgütlenmelerini ise, bölge devletleri üzerinde bir baskı aracı olarak kullanarak bu devletlerin yeni ABD politikalarına razı olmalarını sağlamaya çalışacaktır. Kaidecileri ise istihbarat örgütleriyle basınç altında tutarak; Ortadoğu’da sürekli ama kontrollü istikrarsızlık unsuru olarak varlığını sürdürmesi istenmektedir. Böylece İsrail istikrarsız düşmanlar arasında kendini güvende hissedecektir. Bütün bu karmaşa içinde ABD, bölge halklarının gözünde çok kirlenen suretini, eskiyenleri tasfiye edip yeni taşeronları sahneye sürerek temizlemeye çalışacak ve bu sonucu yaratabilmek için dolaylı müdahale ya da dolaylı yönlendirme politik tarzını daha çok benimseyecektir. En azından Bağdat Paktı ile kurduğu ilişkiye benzeyen bir modeli (Pakt’a üye olmadan yönlendirme) bölgede uygulama ihtimalinin yüksek olduğunu söyleyebiliriz.
Ülkemizde bu günlerde cereyan eden kavga; siyaseti eskiyen anlayıştan uzaklaştırarak, kurulmaya çalışılan yeni emperyal plan ve çıkarlara uygun bir şekle sokmanın kavgasıdır. Daha fazla mevzi kazanmak isteyen yeni siyasetin unsurları ile bu gelişmeye karşı mevcudu ellerinden kaçırmak istemeyenlerin mücadelesine tanık olmaktayız. Mısır’da Müslüman Kardeşleri yıllarca besleyip büyütüp iktidara taşıyanlar nasıl yıkılmasına yeşil ışık yaktılarsa; eskiyen siyasetin temsilcisi haline gelen AKP’yi kurdurup, iktidara taşıdıkları gibi yıkmayı da bileceklerine kuşku yok. AKP, emperyalizmin yeni liberal politikalarının bölgede hayata geçirilmesinin aracıydı. Bu politikanın yürütülmesi için ortaya atılan ılımlı İslamcılığı uygulamaya sokabilmek için büyük ve orta boy bölge devletlerini etnik ve mezhepsel iç kavgalarla karıştırmayı ve bölmeyi hedeflemişlerdi. Söz konusu politika ile ulaşabilecekleri son noktaya kadar vardıklarını düşündükleri anlaşılıyor. Bu politikanın özellikle Türkiye, Irak, Suriye, Mısır, Libya ve Tunus’ta azımsanmayacak düzeyde başarılı olduğunu da söyleyebiliriz. Her ne kadar bu ülkeler uluslararası ölçülerde yeni devletler kurulması anlamında bölünmüş değillerse de bazıları kısmen fiili olarak ve özellikle de duygu-düşünce anlamında bölündüler. Bu süreçte önemli rol üstlenen aktörlerin başında da AKP gelir. AKP görevini yerine getirdi. Asya ve Afrika’nın kesişme noktasının karıştırılmasında, bu bölgedeki ülkelerde iç savaşlar çıkartılarak bölünme süreçlerine sokulmalarında Suudi Arabistan ve Katar gericileriyle birlikte, ABD emperyalizminin konjonktürel politikasını hayata geçirmek için canla başla çabaladılar. Bu arada bütün gerici rejimlerin yöneticilerinin yaptığı gibi kendilerine çalışmaktan, yolsuzluk yapmaktan ve rüşvet almaktan da geri durmadılar. AKP, kurdukları bu soygun ve dikta yönetiminin hep sürüp gideceğini sanıyordu ama artık yolun sonu görünmeye başladı. Sadece taşeron yıpranmamıştı ayni zamanda patronun politika değişikliğine de ihtiyacı ortaya çıkmıştı. İç ve dış çelişkiler, yaşanan krizler, Çin unsuru (Asya-Pasifik’in artan önemi), büyük sermayenin ve dünyanın başka büyük güçlerinin yeni yönelimleri, Türkiye’deki Gezi eylemleri, Mısır ve özellikle de Suriye halkının direngenliği ABD’yi farklı politik tercihlere doğru iten etkenler oldu. Ama tarih bilinci olmayan, tarih yaptığını sanan figüranların bu gelişmeleri okumaları mümkün değildi. Depdebeli hayatları ve cahil cesaretleri onların gözlerini kör etmişti. Kendilerini vaz geçilmez sanıyorlardı. Yanıldıklarını anladıklarında ise iş işten geçmiş olacak…
***
Emperyalizm ve işbirlikçileri ülkeyi bir bütün olarak yutmaya çalışırlarken planlarını bozan, boğazlarına takılan en önemli engel Mayıs-Haziran halk hareketi oldu. Bu devrimci halk hareketi, bütün egemen çevrelere karşı devrimci bir patlama olduğu için aralarındaki çatışmaları zorunlu olarak ertelemelerine ama çelişkilerin hızla derinleşmesine neden oldu. Bu halk hareketi iktidarı oluşturan ama kırılmaya başlayan koalisyonun taraflarının ortak korkuları olmakla birlikte çürüyen iktidar bloğunun hızla çökmesine ortam yarattı. Mayıs-Haziran hareketinin sönümlenmeye başlamasından sonra; koalisyon, yukarıda sözünü ettiğimiz iç ve dış nedenlerle-etkilerle iyice çatladı ve iktidar odakları ortaya çıktı. Açıkça kendilerini gösteren üç iktidar odağından ikisi (AKP ve Kürt Hareketleri) arasında “çözüm süreci” görüntüsü altında koalisyonun sürdürülmeye çalışıldığına tanık oluyoruz. Bu koalisyonun taraflarının emperyalizmin yeni politik tercihini okuyamadıklarını ya da başka çareleri olmadığından böyle davrandıklarını söyleyebiliriz. Koalisyondan kopan Cemaat ise emperyal “değişim”in aracı olarak AKP iktidarıyla çatışmayı sürdürmektedir; ta ki AKP yeni koşullara uyum sağlayana, olmazsa tasfiye olana kadar. Şimdilik güçlü görünen AKP iktidarı bu çatışmadan galip çıksa dahi bu geçici bir başarı olacaktır, orta vadede gerçek mağlubun R.T.Erdoğan iktidarı olacağı besbelli.
Bu gelişmelere karşın; emperyalizmin yeni politik yönelimlerine, yeni manevralarına karşın bölge halklarının da söyleyecekleri sözleri vardır. Artık bir gerçeği herkes ve özellikle de AKP iktidarının başındakiler ve müttefikleri görmeli: Türkiye ve bir ölçüde de Mısır ve Suriye gibi ülkeler başka bir yola, yeni bir rotaya giriyorlar, girmenin sancılarını yaşıyorlar. Bu yeni rotada, dinciliğin bütünsel siyaset üzerindeki belirleyiciliği geride kalacak. Bölgede bundan böyle “zamanın ruhu” bunu dayatmaya başlıyor. Özellikle Türkiye’de; ilerici, laik ve demokratik değerler düştükleri en alttan yükselişe geçmeye başladığını söyleyebiliriz. Halk kitleleri artık bu değerlerin galebe çalmasını istediğini, daha dün, Sabiha Gökçen’de ve Kadıköy’de bir kez daha gösterdi. Bu gelişmeler Türkiye halkının dinci politikalara yüz çevirmeye başladığının göstergesidir. İşbirlikçi dincilerle birlikte kurtuluşlarını Ortadoğucukta/Ortaçağcılıkta arayanların hepsi de kaybetti/kaybediyor. Ortadoğu’ya haddinden fazla bulaşan, ekonomide giderek derinleşen krizde içine daldıkları bu bataklığın rolünü gören herkes, entelejansiyanın önemli bir kesimi ve orta sınıflar da dahil, şimdi yapılan bu yanlıştan çatışma pahasına da olsa sıyrılmaya çalışıyorlar. Türkiye gemisinin yeni rotası aydınlanmaya başladı…
Devrimciler, bu gelişmeleri doğru okumalı ve buna uygun politikalar belirlemelidir. Emperyalizmin eski politikalarının uygulayıcısı iktidar ortaklarına ve geleceğin muhtemel gerici koalisyonlarına karşı, geniş halk kitlelerinin ilerici-devrimci geleceğini esas alan kitle çizgisinde yürümeyi siyaset olarak benimsemelidirler. Emperyalizme ve bütün işbirlikçilerine karşı somut devrimci politikaların yol göstericiliğinde uzun erimli yürüyüş kolu oluşturulmalıdır. İlkesiz, günü kurtarmaya dönük ve hatta sonuçta devrimci gelişmeye zarar verecek, zamanı geçmiş politika ve yanlış-zararlı ittifaklarla vakit geçirmek yerine kalıcı, tutarlı kitle ilişkilerini ve örgütlenmeleri amaçlayan doğru ve geleceğe ışık tutacak politikaları esas almalıdırlar.
Mehmet Ali Yılmaz