Yine bir seçimle yüz yüzeyiz. AKP’nin iktidara gelişinden bu yana seçim halkın geçiminin önüne geçmiştir. Devleti, toplumu, kendi kafalarındaki çağdışı düzene sokmak için seçimi, halk oylamasını sıkça kullanmışlardır. Ahrete bağladıkları, seçim rüşvetine alıştırdıkları seçmeni laik cumhuriyeti tasfiyesi için koçbaşı olarak kullanmışlardır, adeta seçim kolik yapmışlardır.
İşler kötüye gidince, hesap verme ihtimali doğunca, Devlet Bahçeli ortaya çıkıyor, erken seçim istiyor. Hatırlanacağı gibi Devlet Bahçeli, 15 Temmuz 2002’de basına bir Açıklama yapar , “İçinde bulunduğumuz şartlar ve erken seçim sürecine girilmesini gerekli kılan gelişmeler kamuoyumuzca bilinmektedir. Türkiye’nin gündemine bilinçli olarak taşınan siyasi belirsizlik ve yönetim boşluğu tartışmaları giderek tırmandırılmış ve ekonomik ve siyasi istikrarı hedefleyen bir kampanya başlatılmıştır.”der, 3 Kasım 2002 tarihinde seçim yapılması için Türkiye Büyük Millet Meclisini 1 Eylül’de olağanüstü toplantıya çağırır ve karar aldırır.
3 Kasım 2002’de yapılan seçimde MHP, DSP, ANAP, Sadet Partisi, Genç Parti, DEHAP barajın altında kalır, %34 oy oranıyla AKP 363, %19.39 oy oranıyla CHP 173 milletvekili çıkarır. ANAP ve DSP siyaseten biter, laik cumhuriyet karşıtı bilim düşmanı AKP iktidar olur.
2002 yılında iktidara gelen AKP, cumhuriyet ve kazanımlarına savaş açar, 2007 yılında Ahmet Necdet Sezer’in görev süresinin bitimi yaklaşırken cumhurbaşkanlığı için adaylar ortaya çıkar. AKP Abdullah Gül’ü aday gösterir. Anayasanın 102. maddesi, Cumhurbaşkanın, TBMM üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu ile gizli oyla seçileceği hükmünü taşır. TBMM’nin üye tam sayısı o zaman 550’dir, bunun 2/3’sinin çoğunluğu 367 eder. Cumhurbaşkanı seçimin yapıldığı oturumlarda en az 367 milletvekilinin hazır olması Anayasal zorunluluktur. Bu düzenlemenin nedeni, devletin başı olan, Türkiye Cumhuriyetinin ve Türk milletinin birliğini, TBMM adına Türk Silahlı Kuvvetlerinin Başkomutanlığını temsil eden cumhurbaşkanının, milletvekillerin ezici çoğunluğu ve uzlaşmayla seçilmesini sağlamaktır.
AKP ve yandaşları, toplantı yeter sayısı olan 367’ye karşı bir kampanya başlatır, toplanmak için üye sayısının 1/3’nin çoğunluğunu olan 184 milletvekilinin yeterli olduğunu ileri sürerler. 27 Nisan 2007’de Cumhurbaşkanlığı seçimi için yapılan ilk oturumda, oturumu yöneten Meclis Başkanı Bülent Arınç, usul tartışması açar, genel kurula oylatır, 361 milletvekilinin katılımıyla toplantıyı sürdürür, Abdullah Gül 357 oy aldığını açıklar. İlk turu tamamlandıktan sonra, Genelkurmay Başkanı, gece saat 23.25’te Türk Silahlı Kuvvetleri adına kendi internet sitesinden bir bildiri yayınlar, (e-muhtıra) olarak yorumlanan bu bildiri hükümetçe sertçe eleştirilir (!).
CHP, oylamanın Anayasaya aykırı olduğunu ileri sürerek Anayasa Mahkemesi’ne başvurur, Mahkeme, cumhurbaşkanı seçiminde toplantı yeter sayısının 367 olması gerektiğini belirterek ilk turu iptal eder, ilk turun 6 Mayıs’ta yapılmasına karar verir. 6 Mayıs’taki oturuma 358 milletvekili katılınca Abdullah Gül adaylıktan çekilir, cumhurbaşkanlığı seçimi sonuçsuz kalır. 3 Mayıs’ta milletvekili seçimlerinin yenilenmesi için karar alındığında Cumhurbaşkanı seçimi genel milletvekili seçiminden sonraya bırakılır.
31 Mayıs 2007’de, cumhurbaşkanının 5 yılda bir halk tarafından seçilmesi, meclis toplantı yeter sayısının her işte meclis üye sayısının üçte biri olmasına ilişkin Anayasa değişikliği kabul edilir. 16.6.2007 tarihinde resmi gazetede yayımlanır. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer benimsemediği değişiklikleri halkoyuna sunar.
22 Temmuz 2007 milletvekili seçimi yapılır, AKP 341, CHP 112, MHP 71, BDP’li bağımsızlar 26 milletvekilli çıkarır. MHP ve bağımsızların desteği ile 448 milletvekilinin katıldığı 28 Ağustos 2007’de üçüncü turda Abdullah Gül 339 oyla cumhurbaşkanı olur.
Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini de içeren Anayasa değişikliği 21 Ekim 2007 tarihinde halkoyuna sunulur, düşük bir katılımla ve katılanların %69 oy oranıyla kabul edilir. Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi Abdullah Gül’ün 7 yıllık görev süresi bitiminden sonra 2014’te yapılacaktır.
AKP, Demirel’le başlayan, Özal’la süren liberal, muhafazakâr sağ partilerin düşü olan cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi cumhuriyet karşıtı dinci, gerici AKP iktidarında gerçek olur. Bunla kalmazlar, “yetemez ama evetçi” soldan dönmelerin, aymaz demokratların, ayrılıkçıların, demokrasi ve laiklik düşmanı dincilerin desteği ile yapılan 12 Eylül 2010 referandumu ile Anayasa Mahkemesi’nin, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun, Yargıtay’ın, Danıştay’ın oluşumu değiştirilir, yürütmenin (icra) başı cumhurbaşkanına büyük yetkiler tanınarak, iktidara bağımlı bir yargı, bilimi ve evrim teorisini dışlayan üniversite oluşturulur.
2014 yılında cumhurbaşkanını halk seçer. AKP yerini sağlamlaştırarak harekete geçer, tartışmalı, suçlamalı, şaibeli 16 Nisan 2016 referandumuna hile karışır, 1876 Kanun-i Esasi ile başlayan, 1924 Teşkilat-ı Esasiyle devam eden 140 yıllık parlamenter sisteme son verilir, Yasama organı göstermelik bir konuma düşürülür, yetkisiz hale getirilir, tüm yetkileri tek adamda toplayan bir sisteme (diktatörlük) yönelinir, yasal düzenleme olmadan diktatörce fiili uygulamalar görülür.
Diktatörlük tartışmaları sürerken, AKP’nin ortağı Fetullah’la araları açılır; ayakkabı kutularından yolsuzluk, hırsızlık, rüşvet paraları saçılır; “ne istediler de vermedik” diyerek destekledikleri, göz yumdukları, devlet içinde yuvalanmış Fetullahçı dinci çete ve militanları 15 Temmuz 2016’da, emperyalizmin gazı ile laik Türkiye Cumhuriyeti’ni tasfiye etmek, kankası AKP iktidarını devirmek için gündüz darbe yapmaya kalkar; Kemalist subaylar önderliğindeki ordunun karşı koymasıyla, onca sivil ölmesine, başıbozukların askeri linç etmesine karşın kanlı kalkışma önlenir; AKP’ye gün doğar, Olağanüstü hal, kararnamelerle ülkeyi yönetmeyi iş edinir. Bir yandan eski dostu olan şimdi hasmı görünen Fetullahçı çeteyi temizliyorum adı altında tüm siyasi, toplumsal muhaliflerini sindirmeye kalkar, haksızlık, hukuksuzluk tavan yapar.
Türk ordusu, iktidarın aymazlığı sonucu emperyalizmin Türkiye-Irak-Suriye sınırı boyunca oluşturulmak istediği tampon bölgeyi engellemek için harekete geçer, önce Fırat Kalkanı, sonra Zeytin Dalı harekâtı ile planlarına set çeker.
AKP İktidarı, iç dış ekonomik, politik, askeri, hukuki sorunlarla uğraşırken, hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet iddiaları ve “Sarraf Davası”yla bunalırken, Devlet Bahçeli birden ortaya çıkar; “Türkiye’nin 3 Kasım 2019’a kadar dayanması kolay değildir. 3 Kasım 2019’a kadar ulaşmak her dakika zorlaşmaktadır. Ülkemizin cumhurbaşkanlığı sistemine acilen geçmesi acil bir hal almıştır. 31 Mart Mahalli idareler seçiminden sonra neyle muhatap kalacağı belli değildir. Önümüzde 2 seçim vardır. Ya normal tarihi beklenecek. Ya da Milli mecburiyet ve ortaya çıkan meşru gerekçelerden dolayı seçimler erkene çekilecektir. 26 Ağustos’un Malazgirt’in yıl dönümünde yeni bir zafer ruhu ile Cumhurbaşkanını seçmeli ve en makul ve mantıklı yoldur.” der, erken seçim ister.
Erdoğan’la Bahçeli görüşür, 24 Haziran’da erken seçim yapılması kararı aldıklarını ilan ederler, iki parti başkanı karar alınca da yetki banimdir bile diyemeyen bir kısmı cemaat üyelerinden oluşmuş meclis, erken seçimi ve tarihini onaylar.
24 Haziran’da yapılacak seçim, aydınlıkla karanlığın, bağımsızlıkla bağımlılığın, demokrasiyle diktatörlüğün, sorumlulukla sorumsuzluğun, hukuk devletiyle kararname devletinin hesaplaşması, devrimci yolundan saptırılmış cumhuriyetin, ülkenin ve halkın geleceğinin belirlenmesi olacaktır. Herkesin bu gerçeği bilmesinde bireysel, toplumsal, ülkesel yarar vardır.
AKP ve işbirlikçisi MHP, uyanıklık yaparak, baraj engelini aşmak, muhalefeti hazırlıksız yakalamak için ittifak formülünü benimser. Önce baskın seçimin tarihini belirler, Ramazan ayına gelmesine dikkat eder, cumhur ittifakı ile barajı MHP için sıfırlayarak ortaya çıkarlar; İyi Parti’nin seçime katılamayacağını, diğer muhalefet partilerinin bir araya gelemeyeceğini düşünerek keyiflenirler.
Oyunu CHP bozar, önce CHP 15 milletvekilinin İyi Parti’ye katılmasını gerçekleştirerek Mecliste Grup kurdurur, seçime katılmasını sağlar. Sonra AKP’yi kendi silahıyla vurarak, üç partiyle “Millet İttifakı” oluşturur, İyi Parti’nin, Saadet Partisi’nin, Demokrat Parti’nin %10 ülke barajı sorununu ortadan kaldırır. Bununla da yetinmez, en az 100 bin seçmen imzasıyla cumhurbaşkanlığına aday olacaklardan Doğu Perinçek, Meral Akşener ve Temel Karamollaoğlu’na imza verilerek destek olunması çağrısında bulunur, üç adayın yolunu açar.
CHP, ittifak ortakları ve seçmen kitlesi tavır alır diye HDP’ye, Kürtler tavır alır diye Vatan Partisi’ne öneride bulunmaz, bunların açık gizli önerilerini de dikkate almaz!
HDP, mecliste grubu bulunduğu için rahatça cezaevindeki tutuklu Selahattin Demirtaş’ı aday gösterir. Tahliye edilsin seçim çalışmasını yürütsün denir, Anayasa mahkemesinin ihlal kararını tanımam diyen yargıdan tahliye kararı çıkar mı bilinmez, ancak umut da kesilmez!
Vatan Partisi lideri Doğu Perinçek, cumhuriyetçi laik kesimlerin, devletin tüm olanaklarını ve yetkilerini kullanacak olan Tayip Erdoğan’ın ilk turda %50 artı 1 oy oranına ulaşamaması için katılımın yüksek olması gerektiği düşüncesiyle, CHP’nin üyelerine ve halka adaylara imza verip aday gösterin çağrısıyla, parti üyelerinin ve gençlerinin etkin çalışmasıyla yüz binlik barajı aşar.
Seçim kurulları eliyle imza verilmesi iyi oldu, hem partiler ve üyeleri çalıştı hem de hile, şaibe ortadan kalktı, ancak yüz bin imza çok yüksek, makul bir sayıya indirilmesi gerekir denildi.
CHP’liler, Vatan Partisi ve HDP’nin farklı gerekçelerle CHP’ye tavır alacağından, Vatan Partisi’nin, “Vatan Savaşına önderlik ediyor” diye, HDP’nin Kandil ve İmralı yönlendirmesiyle “açılım politikasına” dönecek umuduyla AKP ile ilişki kuracağından endişe duymaya devam ediyor, her türlü olasılığa karşı da hazır bekliyor. Daha şimdiden CHP tabanına yönelik bir algı operasyonu başlatıldı bile, “HDP barajı aşamazsa AKP kazanır!” deniyor.
Yargıtay’ın 22.03.2018 tarihli listesine göre ülkede faal 86 siyasi parti var. Bu partilerden yalnızca AKP, BTP, BBP, CHP, DP, HDP, İYİ Parti, MHP, Saadet Partisi ve Vatan Partisi seçime katılma hakkını elde etmiş durumda. Bir partinin seçime katılması için Siyasi Partiler Kanunu’nun 36.maddesine göre, oy verme gününden en az 6 ay öncesinde illerin en az yarısında örgütlenmesini tamamlamış ve kongresini yapmış olması gerekmektedir. 81 ilimiz olduğuna göre en az 41 ilde ve bu illerin ilçelerinin üçte birinde örgütlenmek, ilçelerin, illerin kurultaylarıyla büyük kurultayı yapmak pek de kolay değildir. Bu durum yeni kurulan partiler için doğru olabilir, ancak yıllardır varlığını sürdüren partiler için ne diyeceğiz? TKP türevleri ile devrimci hareketlerin kalıtı üzerine kurulmuş ÖDP, Emeğin Partisi, HKP gibi sosyalist partilerin hiçbirisi seçime katılma hakkını elde edememiş. Bunun nedeni nedir diye düşünüldüğünde, sol ve sosyalist partilerin gelecekten ümitlerinin olmadığı, işi ciddiye almadıkları, önderlerine, yöneticilerine, örgütlerine ve kendileriyle beraber üyelerine güven duymadıkları sonucunu çıkarıyorum. Yoksa dayandıkları geleneklere bakarsak TKP 96 yıllık, HKP gibi 70 yıllık, ÖDP ve Emeğin Partisi 50 yıllık bir geçmişe sahip. Bunca yıldır, seçime katılmayı sürekli kılacak bir gelenek ve örgütlenme yaratamamış olmaları, üye ve parti dostlarını seçeneksiz bırakmaları anlaşılabilinir bir durum mudur?
Gördüğüm kadarıyla sosyalist partiler, sosyal demokrat olduğunu söyleyen CHP ile etnik temelde ayrılık davası güden HDP arasına sıkışmış kalmıştır. Sosyalist partiler kendilerini geliştirecekleri yerde, kendi dışındaki partilere ve özelikle CHP’ye vurmayı, akıl vermeyi iş sanıyorlar. Yıllardır CHP’den aday olmak için çalışan, hatta CHP’yi sosyalist parti yapmak için uğraşan bir sürü insan ortalıkta dolaşıyor.
12 Eylül’den sonra, devrimci hareketler içinde yer almış birçok kişi milletvekili, belediye başkanı ya da il genel idare ve belediye meclisi üyesi, hatta muhtar olabilmek için, ideolojisine inanmadıkları, mücadelesine katılmadıkları, kazanacağını düşündükleri partilerden aday olma derdine düştüler. Bireysel kurtuluşun bu yolunu SHP açmış, CHP sürdürmüş, HDP’de görüntü aşkına geliştirerek sürdürüyor.
Bu durumum sosyalistlere bir hastalık olarak bulaşmıştır. Bu yolla milletvekili, belediye başkanı, meclis üyesi, hatta muhtar olanlar, seçilmişlikleriyle kalıyorlar, ne solun gelişmesine ne de toplumsal mücadeleye bir katkı sunabiliyorlar. Ayrıca aday oldukları partilerin baskın düşünceleri ve tabanları karşısında katkı sunmaları da hayal oluyor.
Sosyalist düşünce bireysel kurtuluşun değil toplumsal kurtuluşun yolu olmak zorundadır. Ne yazık ki büyük oranda bu özelliğini yitirmiş, bireysel kurtuluşu hedefleyenler, toplumsal kurtuluş adına kendi partilerinden öte başka partilerden çağrı bekler duruma düşmüştür. Bundan kurtulmadıkça sosyalist partilerin ve çevrelerin ayağa kalkması zordur, hatta imkânsızdır.
Önümüzdeki seçim, ülkemiz, halkımız ve geleceğimiz için çok önemlidir. “Cumhur İttifakı”nın devlet iktidarını kullanarak, Ramazan ayını istismar ederek yürüteceği baskın seçim kampanyasına karşı koyarak, ülkemizin ve geleceğimizin tümden karartılmamasına yol vermemek, halkçı, devrimci bir görevdir. Görevinin ayırdın da olanlara ve mücadele edenlere selam olsun, kolay gelsin.