AKP Neden Yeni Bir Anayasa İstiyor? Av. Mehdi Bektaş

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Cumhuriyeti tasfiye etmeyi amaçlayan bu gelişmenin boşa çıkartılmasının yolu, vakit geçmeden, tam bağımsızlıkçı, eşitlikçi, özgürlükçü, halkçı, devrimci bir iradeyi

ortaya koymak, birlik ve bütünlükten yana bir duruşu yaşamın her alanında ödünsüz yaymak ve savunmaktır…

 

 

mbektas@anafikir.gen.tr

AKP NEDEN YENİ BİR ANAYASA İSTİYOR?

AKP’yi, dinci, muhafazakâr, liberal, sosyal, AB-D ile uyumlu olmaya çalışan bir parti gibi algılayanlar, yorumlayanlar yanılmıyorlar; bunların karması bir parti. AKP, son seçimlerde %50’lik bir oyla geleneksel sağ kesimin oylarını büyük oranda topladı. AKP’nin üçüncü kez seçim kazanmasındaki ana neden: Laik cumhuriyeti ve kurucularını baskıcı (otoriter), tekçi sayması ve din karşıtı olarak sunması; özelleştirme adı altında stratejik ekonomik değerleri satarak AB-D’nin (emperyalizmin) çıkarlarına uygun davranması; yoksulluğu sadaka yöntemiyle gidermeye kalkması; geleceğe değil görünür güncele yatırım yapması; kamu otoritesini parti yararına kullanması; kamu kurumlarına yandaş yerleştirmesi ve ekonomik olarak beslemesi; dini ve dince kutsal sayılan değerleri sınırsızca kullanarak tarikatlara dayanması ve yol vermesi; laik cumhuriyetin felsefesini, kurucu iradesini yok sayarak içini boşaltması; tutuklamalarla orduyu sesini çıkaramaz hale getirmesi, yasamayı yönlendirmesi,  yargıyı, üniversiteyi, özerk kurumları denetim altına alması, dilediği gibi kullanması ve bundan da daha elim ve vahim olan, halkın doğru haber alma, bilgi edinme özgürlüğünün temelini oluşturan basını susturması, başta TRT olmak üzere yandaş medya oluşturmasıdır. Medyada iktidardan başka kimsenin sesi çıkmamaktadır.

Ülkenin milli kimliğinin bozulduğunu, etnik ve inanç temelinde ayrıştığını görmeyenler, AKP’yi bir özgürlük hareketi gibi sunanlar, “yetmez ama evet” diye AKP değirmenine su taşıyanların da bu gelişmede katkısı küçümsenemez. Bu iktidar sonunun iyi olmayacağını kendisi görüyor, şimdiden önlemini almaya çalışıyor.

AKP, parlamentodaki milletvekili sayısına ve siyasi gücüne güvenerek istediği yasayı çıkarıyor. Meclisin önüne getirmekten çekindiği, engellemelerle karşılanacağını düşündüğü değişiklikleri, yeni düzenlemeleri de Kanun Hükmünde Kararname ile yürürlüğe koyarak,  TBMM’nin millet adına kullandığı “yasama yetkisini” Yürütmeye (Hükümete) devrediyor; Meclis TV’nin yayınlarını kısarak, haksızlıkların, yolsuzlukların, ülke zararına yapılan işlerin Mecliste konuşulmasını, üzerine gidilmesini engelliyor, Meclis duvarları içine hapsediyor.

AKP iktidarının yönetimindeki belediyelerin, kamu kurumlarının, bakanlıkların usulsüzlükleri görmezden geliniyor; iktidar karşıtlarının yönetiminde bulunan belediyeler, kurumlar maliye, iş, mülkiye müfettişleri eliyle “denetim” adı altında raporlar düzenleniyor, cezalar kesiliyor,  içişlerine bağlı polis desteğinde operasyonlar düzenlenerek fezlekeler hazırlanıyor, bu fezlekeler yoluyla Özel Görevli Mahkemelerde suçlamalar oluyor, tutuklamalar yapılıyor. Bu ülkede sanki seçimlerde iktidar partisi, iktidar partisine oy verenler meşru, muhalefet ve muhalefete oy verenler gayrimeşru imiş gibi, yorumlar yapılıyor; “iktidarı yıpratmak” ve “iktidarı devirme girişiminde bulunmak” savıyla, asker, sivil ayrımı gözetmeksizin iktidar karşıtı gazeteciler, yazarlar, aydınlar, Kemalistler, Sosyalistler içeri tıkılıyor; usulsüz ve amaca aykırı dinlemeler ile elde edilen veriler, kopyala yapıştır yöntemiyle hukuksal belgeye dönüştürülüyor; binlerce sayfalık iddianamelerle davalar açılıyor, yüzlerce sanık cezaevi yerleşkesinde yargılanıyor. Uzun süren tutukluluklar ve onlarca yıl sürecek davalarla hem olağanüstü bir yargılama yapılıyor hem de topluma gözdağı veriliyor. Bunun ne demek olduğunu başına gelenler anlıyor, uzaktan izleyenler de bunu “hukuk” sanıyor…

AKP, nasıl bir Anayasa istiyor?

Bunu kavramak için, önce devletin ne olduğuna bakmak gerekir.

Devletler hukukuna göre, bir devletten söz edebilmek için, önce bir halk (ahali/toplum/millet) olacak, sonra da bu halkın yaşadığı bir toprak (ülke) bulunacak. Bu da yetmez, bunların yanında, millet/halk/sınıf/toplum çoğunluğunun kabul ettiği (rızasına dayanan) hükmetme gücünü (otorite/egemenlik) elinde tutan bir örgütlenme olacak…

Devletin olmazsa olmaz koşullarından olan milleti (halkı/ahali), yalnızca insan topluluğu olarak düşünmemek gerekir. Milleti tanımlamada biri nesnel (objektif) diğeri öznel (sübjektif) iki görüş vardır.

Birincisi görüş (nesnel) milleti, dil, din, soy, kültür birliği olarak görür. Bu özelliklerden bir kaçının bir araya gelmesiyle milletin oluştuğu savındadır.

İkinci görüş (öznel) ise,  milleti bir fenomen (olgu, görüngü) olarak ele alır. Toplumu oluşturan insanların ortak duygusunun (hissin/ruh halinin) milletin oluşuşumu için yeterli olduğu kanısındadır.

Öznel ve nesnel görüşleri birleştirerek millet (ulus), bir ülkede yaşayan insanların, dil, din, kültür, soy gibi unsurların, etmenlerin  (faktörlerin) birkaçının veya hepsinin etkisi altında, ayrı ve farklı bir toplum olduklarına inanılmasıyla oluşan topluluk olarak tanımlanmaktadır. *1

Bazılarının sandığı ya da göstermek istediği gibi millet (ulus),  yalnızca bir ırk (etnik grup) değil, ırkı ve ırkları aşan, “aynı milli karakter ortaklığı şeklinde beliren sosyolojik bir olgudur.*2

Bu saptama, Alman ırkının en üstün ırk olduğunu ileri sürerek, milyonlarca insanı savaş alanlarında kıran, gaz odalarında boğan Nazizmin (Alman ırkçılığı) yenildiği İkinci Dünya Savaşı sonrası Birleşmiş Milletlerin oluşturduğu Bilimciler Komisyonu’nca hazırlanan, “Irk Sorunlarına İlişkin Bildiri”deki görüşle uyumludur.*3

Böylece devlet, belirli bir ülkede yaşayan ve bir üstün iktidara (kudrete/egemenliğe/ otoriteye) tabi olan insan topluluğunun oluşturduğu, tüzel kişiliğe sahip, siyasi bir varlıktır.*4

Bir ülkedeki topluluğa hükmetme gücüne (iktidar, otorite), devlet kudreti de denir. Kudret ise egemenliktir; egemenlik ise, devletin bir niteliğidir. Devlet kudreti (egemenlik) ülke içinde devletin üstün emretme ayrıcalığını (imtiyazı),  ülke dışında başka devletlerle eşit olma ve bağımsız bulunmayı içerir.*5

Devleti yapısal özelliklerine göre tüm yapılı (tek/üniter) karma yapılı (federasyon/konfederasyon/birleşik/federal) devlet; devlet iktidarını kullanacakların belirleniş biçimine göre de bireyci (fertçi), toplumcu devlet söz konusudur.

Devlet iktidarının hükmediliş biçimine (egemenliğin kullanılış) göre, çeşitli sınıflamalar yapılmıştır:

İlk sınıflama, eski Yunan’da, Plato’nda görülür. Platon dört tip devlet biçimini ortaya koyar: Timokrasi, Oligarşi, Demokrasi, Tiran. Daha sonra Aristo, Monarşi,  Aristokrasi, Poletia diye bir ayrım yapar.

Montesquieu ise, cumhuriyet, monarşi, despotizm diye üç devlet biçimi sayar.  Monarşiyi, “Tek kimsenin sabit ve değişmez kanunlarla hükmetmesi”; despotizmi, “Tek kimsenin kanunsuz ve kuralsız, her şeyi iradesi ve hevesleriyle” yönetmesi; cumhuriyeti ise, bütünüyle ya da bir kısmıyla halkın üstün kudreti (egemenliği) elinde tutması olarak belirtir.

Sonraki dönemlerde de bu konuya ilişkin değerlendirmeler, tartışmalar sürer; oligarşik ve demokratik ayrımla, anayasal kabulleniş, ekonomik düzen, toplaşma (bir araya gelme) ve egemenlik durumuna göre çeşitli ayrımlar yapılır.*6

Devletin ekonomik sistemine, üretim ilişkisine (üretim araçlarıyla insanlar arasındaki mülkiyet ilişkisi) bakarak, köleci (köle sahiplerinin), feodal (toprak sahiplerinin), kapitalist (finans/kapital-burjuvazi), sosyalist/komünist (emekçi-işçi/proleter) devlet olarak niteleyenler;  egemenlik hakkını kişinin (firavun/han/kral/padişah/imparator/başbuğ/führer), zümrenin (aristokrasi/tiran/oligarşi/cunta), halkın bir kısmen ya da tamamının kullanmasıyla (meşrutiyet/cumhuriyet); dinin devletle olan ilişkisi bağlamında teokratik (dinci) devlet (peygamber/imam/halife/papaz), laik devlet (başkan, cumhurbaşkanı) ayrımı da yapılır.

Devletin örgütlenmesinde, yapılanmasında, iktidar gücünün (egemenliğin) ortaya çıkmasında,  toplumu örgütleyen, yönlendiren, yöneten sınıf anlayışının (egemen sınıf) belirleyiciliği gözden ırak tutulamaz,  belirleyicilik bilimsel bir gerçekliktir.

Bir devlette sınıf yapısı (köleci, feodal, burjuva, proleter), egemenlik hakkının kullanılmasıyla ortaya çıkar, sınırların çizilmesinde, yöntemin (usulünü) belirlenmesinde somutlaşır…

Burjuvazi ve proletarya, egemenlik hakkını, ya doğrudan doğruya ya temsilcileri aracılığıyla ya da karma biçimde kullanmıştır.

Çağımızda egemenlik hakkı, genel olarak, millet/ halk adına, sınıfsal  (emek /sermaye), siyasal (parti/hareket), ekonomik (özel /kamusal şirket), sosyal (kooperatif/sandık/dernek), toplumsal ve kültürel alanlarda örgütlü baskı gruplarının etkilemesi ve yönlendirmesi altında,  yasama, yürütme ve yargı organınca kullanılır, egemenlik hakkına, sınıflar üstü bir nitelik ve içerik kazandırıldığı görülür.

Millet kavramının, sınırları belirlenmiş bir coğrafyada yaşayan insanların bütününü içine alan, geçmişi (ezeli) ve geleceği (ebedi /istikbali) olan, toplum üstü bir içerik taşıdığı söylenir.

Basit anlamıyla topluluk günceldir; millet/halk ise, hem güncel hem de tarihseldir…

Halkın egemenliği kullanışını esas alan devlet biçimine, cumhuriyet (halkın yönetimi) denir.

Halkı oluşturan bireylerin, egemenlik iradesini (hakkını) hukuka uygun bir ortamda eşit ve özgür olarak kullanması; düşüncelerin açıkça ve korkusuzca tek tek ya da toplu olarak ortaya koyması; ekonomik, siyasi, toplumsal, kültürel vb. alanlarda örgütlenmesi; toplantı, gösteri ve yürüyüş yapabilmesi; aykırı düşünce, eğilim ve inançlara hoşgörüyle bakabilmesi;  şiddeti yadsıması, devlet yapılanmasının özüdür (niteliği) ki buna demokrasi adı verilmektedir.

Böylece demokrasi, cumhuriyetin özünü; cumhuriyet ise, demokrasinin olmazsa olmaz biçimini oluşturur…

Yurttaşların cumhuriyetten yana olması, demokrasiyi içselleştirmesi, kulluktan kurtulup, düşünen, irdeleyen, eşit ve özgür yurttaş olmasıyla ilintilidir.  Bu ise, ancak, “bilimin inançtan, düşüncenin doğmadan kurtulması”nı gerçekleştirebilecek, “laik, bilimsel eğitim ve öğretim”le olasıdır…

Adında cumhur (halk) sözcüğünün geçtiği, din kurallarına göre toplumun biçimlendirilerek yönlendirilip, yönetildiği teokratik (dinci)  devletti (örneğin İran İslam Cumhuriyeti’nde, Irak’ta), seçim yapılmış olması, yöneticilerin seçimle belirleniyor bulunması nedeniyle cumhuriyet sayılması bilimsel akıla aykırıdır.

Kutsal dini değerlerin tutsağı olmuş insanların, inancın dışına çıkarak, egemenlik hakkını özgürce kullanabilmesi olanaklı değildir. Devlet ve toplum hayatının kutsal din kurallarına göre biçimlendirilmesi, “dogmanın düşünceye egemen kılınması”dır. Dogma“tez, anti-tez, sentez” düşünce diyalektiğini, algılama, değerlendirme yöntemini yok sayar; iradeyi sakatlar…

Unutulmamalıdır ki, kutsal din kurallarına göre devleti yönetmek ve kitleleri yönlendirmek, çağ dışı yönetimlerin zorunlu ve bilinçli tercihidir…

Gelişmiş kapitalist /emperyalist ülkeler, bu çağdışı ülke yönetimlerine (ör. Suudi Arabistan, Irak, Sudan vb.) arka çıkmakta, halkın yönetimleri değiştirmesine engel olmaktadırlar; çünkü çağ dışı kalan, bırakılan ülkeleri soymak, yer altı ve yerüstü kaynaklarının yağmalamak daha kolay olmaktadır. Teokratik (dinci) devlet, feodal düzene denk düşen bir devlet biçimidir,  dolayısıyla eşitlik ve özgürlük sağlamaları yapıları gereği olanaksızdır; bilimsel özgür düşünceye yaşama hakkı yoktur…

Bu açıklamalar ışığında Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na bakıldığında, 1.maddesinde, devletin şeklinin cumhuriyet olduğu; 2.maddesinde cumhuriyetin niteliklerinin, “…insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devleti” sayıldığı; 3 maddesinde, “Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün” olduğu; resmi dilinin “Türkçe”, Bayrağın “ay yıldızlı al bayrak”, Milli marşının “İstiklal Marşı”, “Başkentinin Ankara” olarak belirlendiği; 4 maddesinde ise, devletin biçimi, niteliği, bölünmezliği, dili, marşı, başkenti belirten bu üç maddesinin değiştirilmeyeceği ve değiştirilmesinin teklif edilemeyeceği, açık bir dille vurgulandığı görülür. 6. maddesinde; “Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir. Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organlar eliyle kullanır. Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan Devlet yetkisi kullanamaz” denir.

Milletin/halkın, egemenlik hakkını hangi yetkili organlar eliyle kullanacağı Anayasa’nın 7,8 ve 9. maddelerinde belirtilmiştir. Yasama yetkisinin, Türk Milleti adına, “Türkiye Büyük Millet Meclisi”nce (md.7), Yargı yetkisinin, yine Türk Milleti adına, “bağımsız mahkemelerce” (md.9) kullanılacağı; Yürütme yetkisi ve görevinin ise, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulunca, Anayasaya ve kanunlara uygun olarak yerine getirileceği (md.8) açıklanır.

Böylece, Türkiye Cumhuriyeti Anayasa’sında egemenlik hakkı,  yasama, yargı, yürütme yetkisi/görevi olarak belirlendiği anlaşılır.

Yasama, yürütme ve yargı arasındaki ilişkiyi ilk ortaya atanlardan Montesquieu, 1748 yılında yayınladığı “Kanunların Ruhu” adlı eserinde, hükümet teorisi, kuvvetler ayrılığı teorisi ve iklimler teorisi üzerinde durur; İngiltere’de kuvvet kuvveti nasıl doğurmuştur diye sorar, “…üç kuvvet vardır: kanunları yapan, kanunları yürüten ve hüküm veren kuvvet…” der; “Bir erk’e (kuvvete) sahip olan, onu kötüye kullanmaya meyillidir. Bir takım kayıtlamalara (sınırlamalara) karşılaşıncaya kadar bu erki (kuvveti/yetkiyi) kullanır. … Kudretin kötüye kullanılmaması için, eşyanın mahiyeti icabı (işin doğası gereği), kudretin kudreti tutması lazımdır.” görüşünü ileri sürer.

Aynı kimse veya aynı eşraf, ayan, ya da halk bu üç kuvveti (yasama, yürütme, yargı) de kullanacak olsaydı, her şey mahvolurdu.” “Aynı hükümdarın veya aynı meclisin zorbaca uygulanmak üzere kanunlar yapmasından korkulur.”. “Yargılama kudreti yasama kudretiyle birleşmiş olsaydı vatandaşların hayatı ve hürriyeti üzerindeki iktidar keyfi olmuş olurdu; zira, yargıç kanun yapıca haline gelirdi. Yürütücü kuvvetle (hükümetle) birleşmiş olsaydı, yargıç baskı yapanın kuvvetine haiz olabilirdi”. “Şayet, aynı makam her üç iktidarı da kullanacak olursa, bu, bir felaket olur. Eğer yasama kuvveti aynı zamanda kanunu yürütür veya kanunun yürütülmesinden çıkan anlaşmazlıkların yargıcı olursa, hiçbir şey değişmez kanun yok demektir.” “Bir memlekette kuvvetler birbirinden ayrılmış değilse, orada Anayasa yoktur. Siyasi hürriyette mevcut değildir”. diyerek, kuvvetlerin bir elde toplanmasının, toplumsal yaşam, bireylerin hak ve özgürlükleri açısından doğacak sakıncaları ortaya koyar; “..Devlet hayatında düzenleyici ve hürriyeti teminat altında tutucu bir ilke olmak üzere kuvvetler arasında denge bulunmasını” zorunlu sayar. *7

Montesquieu’nun açıklamalarından anlaşılacağı gibi, demokratik bir devlette kuvvetler ayrılığı esastır, bir dengede tutulması, devlet, toplum, birey hayatı açısından çok önemlidir.

Demokrasinin tüm kurallarıyla yerleşemediği, içselleştirilemediği toplumlarda, yürütmeyi elinde bulunduran güç, yasamayı yönlendirmeye, yargıyı baskı altında tutmaya çaba göstermektedir. Bu, “Bir erk’e sahip olanın, onu kötüye kullanmaya meyilli” olduğunun en açık kanıtıdır.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın başlangıç bölümünde, “-Milli iradenin mutlak üstün” olduğu, “egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait” bulunduğu, “-Kuvvetler ayrımının, Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli Devlet yetkilerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medeni bir işbölümü ve işbirliği…” olarak değerlendirildiği görülmektedir.

9 yıldır AKP iktidarının, ülkede vesayet rejimi var diyerek, laik Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesini ve ilkelerini oluşturan Kemalizm’e ve Kemalizm’in savunucuları görünümündeki kuruluşlara, yargıya, üniversitelere, özerk kurumlara ve kişilere karşı sinsi bir savaş yürüttüğü yadsınamaz açıklıktadır.

AKP bu savaşı, milletvekili çoğunluğu ile Mecliste geçiremediği Anayasa değişikliklerini referandumda halkın %57’nin oyuyla kabul edilmesi; referandum sonrası Hâkim ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) ve Anayasa Mahkemesi’nin yapısının değiştirilmesi; HSYK eliyle Yargıtay, Danıştay ve mahkemelere yeni bir düzen verilmesi, hâkim ve savcılar üzerinde denetim kurulması; cumhurbaşkanının halkoyuyla seçilmesi Anayasa hükmü olmasına karşın, AKP’nin kurucusu, ilk başbakanı ve bakanı Abdullah Gül’ün MHP ve DTP desteği ile parlamentoca cumhurbaşkanı seçilmesi; bürokrasinin, YÖK’ün, TRT’nin iktidarın yörüngesine girmesi; ordunun ve üniversitelerin susturulması; emekli ve muvazzaf Kemalist subayların, bazı siyasilerin, gazetecilerin, yazarların, aydınların “darbe yapacaklardı” savıyla tutuklanması;  parlamento içindeki CHP, MHP ile birlikte siyasi partilerin etkisizleştirilmesi, parlamento dışı muhalefetin baskı altına alınmasıyla, zafere dönüştürmüştür.

Bu zafer, AKP iktidarına yetmemektedir. Bunu kalıcı kılmanın yolu, 1923 Anadolu devriminin ruhunu öldürülmesi, Anayasa’nın Genel Esaslar başlıklı 1,2,3 maddesinde yer  alan hükümlerin değiştirilmesi, Anayasa’nın 174 maddesinde belirtilen devrim kanunlarından kurtulmaktan geçmektedir.

Anayasa’nın yukarıda açıklanan kuralları, yetkinin tek elde toplanmasına, despotik bir yönetim kurulmasına karşıdır. AKP’nin genel başkanı, yasama, yargı, yürütme yetkilerini tek elde toplayabilmek için yeni bir Anayasa istemekte, “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilkesini göz ardı ederek, insanlar olmadan devlet ve devlet organlar işleyebilirmiş gibi, “insan laik olmaz, devlet laik olur” diyerek yeni Osmanlıcılık oynamakta, AB-D emperyalizmiyle uyumlu olarak komşulara öğütler vermekte, tehditler savurup savaş nutukları atmaktadır. Böylece, Montesquieu’nun dediği despotizmi kurmak, “Tek kimsenin kanunsuz ve kuralsız, her şeyi iradesi ve hevesleriyle” ülkeyi yönetmek düşü içindedir.

Tarikatlarla bağlantısı olmayan iktidar yandaşları, parlamentodaki güçleri, ya ülkenin başına açılan belaların ayırdında değil ya da basireti bağlanmış olmalı ki gelişmelere destek oluyor. İktidar karşıtı güçlerde ise bir dağınıklık var, 1982 Anayasası 12 Eylül’ün ürünü sayarak gelişmeler karşısında suskun duruyor, yeni yapılacak Anayasa ile toplumsal muhalefetin başına nasıl çuval geçirileceğini şimdiden göremiyor.

Cumhuriyeti tasfiye etmeyi amaçlayan bu gelişmenin boşa çıkartılmasının yolu, vakit geçmeden, tam bağımsızlıkçı, eşitlikçi, özgürlükçü, halkçı, devrimci bir iradeyi ortaya koymak, birlik ve bütünlükten yana bir duruşu yaşamın her alanında ödünsüz yaymak ve savunmaktır…

 

Bunu yapacak olanda, gerçek yurtseverlerin, sosyalistlerin ve Kemalistlerin güç ve eylem birliğidir diye düşünüyorum…

Av. Mehdi Bektaş

 

*1. Prof. Dr. Ömer İlhan Akipek, Devletler Hukuku, İkinci Kitap, Devletler Hukukunun Şahıslarından Devlet,  Sf. 87, Başnur Matbaası, yılı yazılı değil)

*2. Aynı eser, Sf. 12.

*3.  Prof. Bülent Nuri Esen, Anayasa Hukuku Genel Esaslar, shf. 116 vd.  baskı.1970, Ayyıldız Matbaası)

*4. II. Dünya Savaşı’ndan sonra, 1949’da, Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal Komisyonu, UNESCO’dan ırk konusunda yanlış görüşleri ortadan kaldıracak çalışmalar için bir program hazırlamasını ister. Tanınmış antropoloji ve sosyoloji uzmanlarından bir komisyon kurulur. Bu komisyon, aynı zamanda birçok ülke bilim adamına başvurarak görüşlerini sorar. Yeni Zelanda, Meksika, Brezilya, ABD, İngiltere, Hindistan, Fransız bilim adamlarının imzasını taşıyan, 11 bilimciden alınan görüşlerle, Prof. Askley Montagu (ABD, komisyon sözcüsü)  tarafından gözden geçirilip son biçimi verilen “Irk Sorunlarına İlişkin Bildiri” 18 Temmuz 1950 tarihinde yayınlanır.  Bildiri metni,  aynı kitabın, 131–136 sayfasında yer almaktadır.

*5.  Aynı eser, Sf. 150.

*6. Aynı eser, Sf. 98

* 7.  Aynı eser Sf. 241,242

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir