Bu dinci yobazların masalı hiç bitmez, haksız hukuksuz başkasının emeklerini yok saymak, emeksiz kazanmak, yalanlarla halkı avutup kandırmak bunların işi olmuş. Ne Türk tarihini bilirler ne İslam tarihini, ne tarihten ders alırlar, kuşaktan kuşağa aktardıkları hikayelerle halkın kafasını bulandırarak her türlü yeniliğe, gelişmeye, aydınlanmaya, çağdaşlaşmaya karşı çıkarak laik cumhuriyetle hesaplaşmaya kalkarlar. İnsanlık, ülke ve halk adına yarattıkları hiç bir değer yoktur, işlevleri halkı soymak, kamu malını yağmalamak, birliği ve bütünlüğü parçalamak, bozgunculuk ve yıkıcılık yapmak olmuştur.
Emperyalizmin işbirlikçisi egemenler iktidarı, dinci yobazlığın yarattığı karmaşayı masal gibi sunarak, yalanlarla halkı kandırarak öz değerleriyle bağını kopararak, özel girişimciliği destekleyerek halkı soymayı, ülkenin yeraltı yer üstü değerlerini yağmalamayı, birikimlerini haraç mezat satmayı demokrasinin erdemi gibi gösteriyor. Bunların emperyalizme, kapitalizme karşı olan, ülkenin bağımsızlığı, halkın mutluluğu için çabalayan yurtseverlerle, demokratlarla, devrimcilerle ideolojik, politik, kültürel kavgası bitmez. Gerici, yağmacı yobaz iktidarları ne yaparsa yapsın, emperyalizmin işbirlikçisi, yalancı, talancı, yağmacı, soyguncu, yobaz taifeyle mücadele bu topraklarda durmadı, durmaz, durmayacak, her koşul ve ortamda sürer, sürecektir.
Anlatısı çok ve hikâyesi değişik olmasına karşın, özetle, gök tanrı (Tengri) inançlı Oğuzların 24 boyundan Kınık boyu İslam’ı benimseyerek, aynı inançtan Karahanlılarla, Gaznelilerle mücadele ederek 1037’de bugünkü İran, Azerbaycan topraklarında Büyük Selçuklu Devleti’ni kurar, 1040 Dandanakan Savaşı sonrası topraklarını daha da genişleterek imparatorluğa dönüşür. 13 yüz yıldan itibaren, kıtlık ve Moğol baskısı nedeniyle yurtlarını terk eden Türk boylarını toplar, Anadolu’ya göçmelerini teşvik eder ve yönlendirir.
Büyük Selçuklu Sultanı Alpaslan, 1071’de Bizans İmparatoru Romen Diyojen yönetimindeki Bizans Ordusunu Malazgirt Ovası’nda bozguna uğratınca Anadolu toprakları Türk boylarına açılır, Horasan, İran ve Azerbaycan’daki Türk obaları kitleler halinde Anadolu’ya göç eder, yöreleri yurt tutar.
Büyük Selçuklu Sultanı Melih Şah, Anadolu’nun fethi için Kutalmış oğlu Süleyman Şah’ı görevlendirir. Süleyman Şah, Anadolu’da faaliyetlerini artırır, akınlarını sürdürür, 1075’te İznik’i (Nicaea) ele geçirir, 1077’de burayı başkent yaparak Anadolu Selçuklu Devleti’ni kurar.
Türkleri Anadolu’dan çıkarmak, Kudüs’ü ve kutsal toprakları Müslümanların elinden geri almak için Papanın çağrısıyla Avrupalı Katolik Hıristiyanlar harekete geçer, 1096’dan 1272’ye kadar Anadolu üzerinden Kudüs’e ulaşmak için 9 büyük Haçlı Seferi düzenler, yağma yapıp çok kan akıtırlar, Selçuklu kuvvetlerinin, Türkmen obalarının karşı koymasıyla da büyük kayıplar verirler.
Haçlılar, ilk (I) Haçlı Seferi’nde (1096-1099) İznik’i ele geçirerek yağmalar. Anadolu Selçuklu Devleti de güneye inerek Konya’yı başkent yapar, Haçlılara ve istilacı Moğollara karşı vur kaç yöntemiyle Anadolu’yu dar eder. Bazı tarihçiler, Anadolu’da ortaya çıkan Selçuklu Devleti’nin savaş gücüne, Türkmen obalarına bakarak, Anadolu’nun bir Türk yurdu haline geldiğini görürler ve Türkiye derler.
Kayı boyundan Kaya Alp, 13 yüz yılın başlarında Moğol hükümdarı Cengiz Han’ın Orta Asya’yı istila etmesi üzerine Türkistan’dan batıya doğru göçmeye karar verir. Horasan’da 1178’de doğan oğlu Süleyman Şah, 50 bin kişilik obasıyla Kuzey Kafkasya üzerinden Doğu Anadolu’ya girer, Artukoğlularına bağlı bir bey olarak ana grubunu 1214’te Ahlat ve çevresine yerleştirir, boyun bazı grupları Erzincan, Adilcevaz, Muş, Malazgirt, Eleşkirt, Sürmeli Çukuru (Aras Vadisi), Amasya, Mardin, Elbistan, Halep, Şam, Çukurova, Urfa, Diyarbakır, Erzurum, Pasinler Ovası, Kayseri, Kızılırmak Vadisi, Sivas, Bozok, Kırşehir yaylalarına, Ankara Karaca Dağ eteklerine gelerek yerleşir.
Harzemşahların doğu Anadolu’yu ele geçirmek için harekete geçtiğini ve bölgeye yaklaştığını duyan Ahlat’taki Kayılar Horasan’a geri dönmek ister. Süleyman Şah, bu isteği kabul ederek obasıyla güneye yönelir, Fırat Irmağı’nı geçerken atından düşer, suya kapılır, yaşamını yitirir. Suriye’deki Ca’ber kalesi eteklerine gömülür, bu yere Türk Mezarı adı verilir.
Süleyman Şah’ın oğullarından Gündoğdu ve Sungurtekin Beyler 1000 çadırla Horasan’a gider, Ertuğrul ile Dündar Horasan’a gitmekten vazgeçerek 400 çadırla Pasinler Ovası Sürmeli Çukuruna (Aras Nehri vadisi) yerleşir. Uzun süre Sürmeli Çukuru’nda obasını tutan Ertuğrul Bey, Bizans sınırına yakın yerleri yurt tutmak için batıya doğru hareket eder. Sivas yakınlarına gelip konakladığı zaman Selçuklu kuvvetlileriyle Harzemşahlı kuvvetlerinin savaştığını görür, Alpleriyle Selçuklular yanında yer alır, Selçukluların Harzemşahlı kuvvetlerini yenmesine yardımcı olur. Ertuğrul Bey, Kayı obasını Sultan Öyüğü (Eskişehir) bölgesine yerleştirir, Hanlı Pazar’ı ele geçirerek Bizans sınırlarına akınlar yapmaya başlar. Sultan I. Alaattin Keykubat’ın Bizans’ın kale şehri Karacahisar’ın kuşatmasında yer alır. Doğuda Moğol baskısının artması üzerine Selçuklu Sultanı, Ertuğrul’u Selçuklunun uç beyi yapar, kuşatmayı sürdürme ve Karacahisar’ı fethetme emrini vererek Konya’ya döner.
Ertuğrul Bey, kuşatmayı sürdürerek Karacahisar’ı alırsa da ölümünden sonra kale şehir tekrar Bizanslıların eline geçer. Sultan Alaattin, kalenin alınması üzerine Ertuğrul Bey obasına Domaniç Yaylasını yazlık, Söğüt Ovasını kışlık olarak verir. Ertuğrul Bey, uç beyi olarak çevredeki tekfurlarla iyi ilişkiler kurar, diğer Türkmen boylarını bir araya getirerek gücünü ve etkinliğini artırır. Ertuğrul Bey yaşlanınca Kayı beyliğine önce kardeşi Gündoğdu daha sonrada Dündar getirilir. Ertuğrul Bey’in 1258 doğumlu oğlu Osman, amcalarının Kayı beyi olduğu dönemde, obanın yiğitleri arasına girer, yiğitleri kendisine bağlar, ata binmede, ok atmada, kılıç kullanmada mahirdir, yiğitleri de kendisine benzetir. Amcası Dündar’dan sonra Kayı beyi olan ağabeysi Gündüz’ün döneminde oba yiğitleriyle Yarhisar, Bilecek, İnegöl, İznik yörelerine akınlar düzenler. Bursa Tekfurunun şikâyeti üzerine Sultan III. Alaettin Keykubat, Kayı Boyundan Osman ve yiğitlerinin Konya’ya gönderilmesini ister. Konya’ya gönderilen Osman ve yiğitlerinin tavır ve davranışları çok beğenilir, takdir edilir, faaliyetlerine yol verilir.
Osman, ağabeysi Gündüz Bey’den sonra 1281’de 23 yaşında Kayı beyi olur, ikinci eşi Edebalı’nın kızı Bala Hatun’la evlenir. 1291’de Karacahisar’ı yeniden fetheder, kendi adına hutbe okutur. 1299 yılında Yarhisar ve Bilecik’i alarak oba merkezini Söğüt’e taşır. Sultanı III. Alaettin Keykubat, bir fermanla Osman’a saltanat alameti olarak davul (tabl), alem (bayrak) ve tuğ gönderir. Osman’da Söğüt merkezli, Anadolu Selçuklu Devletine bağlı Osmanlı Beyliğini kurar.
Osmanlı Beyliği, 1302’de Yalova’da Bizans’a karşı yapılan Koyulhisar Muharebesini kazanarak, Anadolu Selçuklu Devleti’nin zayıflaması nedeniyle, Osmanlı Devleti’ne dönüşür. Anadolu Selçuklu Devleti’nin 1308’de Moğollar tarafından yıkılmasından sonrada hem Bizanslılara hem de Moğol baskılarına karşı koyan güç olarak büyür ve güçlenir.
Osman Bey’in oğlu Orhan Bey, 1335 Bursa’yı, Orhan Bey’in oğlu I. Murat (Hüdavendigar) 1365’te Edirne’yi, II. Murat’ın oğlu Fatih Sultan Mehmet 1453’te İstanbul’u (Konstantin) fethederek Osmanlı Devleti’nin başkenti yaparlar.
Osman Bey’den itibaren 36 padişahın yönettiği, üç kıtaya yayılmış Osmanlı Devleti, “Kutsal İttifak” ülkeleriyle 1683 tarihli II. Viyana kuşatmasıyla başlayan 1698 kadar süren savaş sonunda, İngiltere ve Hollanda’nın arabulucu olmasıyla, Kutsal Roma, Venedik, Lehistan, Rus çarlığı ile Karlofça Antlaşması’nı imzalar, ilk kez toprak kaybetmeye başlar; çağın ekonomik, sosyal, siyasal, bilimsel ve teknik gelişimine ayak uyduramayarak mum gibi erir; II. Abdülhamit döneminde kaybettiği topraklar sonrası Anadolu ve Balkanlara doğru çekilmek zorunda kalır. I. Dünya Savaşı sonrası savaşın galibi İtilaf devletleriyle (İngiltere, Fransa, İtalya) imzaladığı 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesi ile orduları dağıtılır, tersanelerine girilir, silahlarına el konulur, başkenti İstanbul, İzmir, Bursa, Antalya, Mersin, Adana gibi illeri işgal edilir. 1920 yılında yapılan Sevr Anlaşması dayatmasıyla, topraklarının kuzey doğusunu Rumlara, batısını Yunanlılara, güneyini İtalyanlara bırakır, doğusunda Ermenilere, güney doğusunda Kürtlere toprak verileceği belirtilerek, İstanbul, Çanakkale ve boğazlar işgal edilir; Ankara, Çankırı, Sivas, Yozgat, Kayseri, Eskişehir, Konya gibi şehirler Türklere bırakılır.
Mustafa Kemal ve arkadaşları, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkarak işgale karşı milli mücadeleyi başlatır, “Milletin istiklalini yine milletin azim ve kararı kurtaracak” diyerek 22 haziran 1919’da Amasya Tamimini yayınlar, “vatan bir bütündür parçalanamaz” diyerek Erzurum, Sivas Kongresi’yle müdafaa-ı hukuk örgütlenmelerini ve halkı birleştirirler; 23 Nisan 1923’te Ankara’da Millet Meclisi’ni açarak milletin kurtuluşunu milletin “azim ve kararına” bırakırlar; “Kuvayı Seyyare’yi” dağıtarak “Kuvayı Milliyi” düzenli orduyu dönüştürürler, Padişahının desteklediği iç düşmanı, oluşturduğu çeteleri ve “Hilafet ordusunu” ezerler; İnönü’de, Sakarya’da, Dumlupınar’da işgalci dış düşmanı tepeleyerek 9 Eylül 1922’de İzmir’de denize dökerler. Türk ulusunun idam fermanı olan “Sevr Anlaşmasını” yırtarak tarihin çöp sepetine atarlar, 11 Ekim 1922’de imzalanan Mudanya Mütarekesi ile itilaf devletlerine İstanbul’u ve Trakya’yı boşaltmalarını kabul ettirirler, saltanata son vererek, 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Antlaşması’yla her türlü ekonomik, sosyal ve siyasal bağımlılıktan kurtulan Türkiye devletini dosta düşmana kabul ettirirler. 6 Ekim 1923’te Şükrü Nail Paşa komutasındaki 3. Kolordu İstanbul’a girer, son itilaf devletleri askeri birliği, Türk bayrağını selamlayarak şehri terk eder. İstanbul işgalden kurtarılır, 29 Ekim 1923’te Cumhuriyeti ilan edilir, devrimci, laik, demokratik Türkiye Cumhuriyeti tarihteki saygın yerini alır.
Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar, Heyet-i Temsiliye’nin Anadolu illerden seçtirdiği mebuslar ile Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın işgalci İngilizlerce basılması, Ermenilerin göçürtülmesinde sorumlu tutulan bazı mebusların yakalanarak sürgüne gönderilmesi üzerine, tatil kararı alan meclisin bazı üyeleri kaçarak gizlice Anadolu’ya geçer, Ankara’ya gelebilen mebusların katılmasıyla 23 Nisan 1920’de Ankara’da Büyük Millet Meclisi açılır, 20.01.1921 tarih ve 85 Nolu Kanunla, bir özel 23 genel maddeden oluşan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nu (Anayasa) yürürlüğe koyar, Kanun-i Esasi’nin Teşkilat-ı Esasi’ye aykırı olmayan hükümlerinin uygulanması benimsenir.
BMM, ülke içinde otoriteyi ele almak ve güvenliği sağlamak için 29 Nisan 1920 tarihinde Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nu ile “saltanat ve hilâfet makamı ile ülkeyi düşman istilâsından kurtarmak” üzere kurulmuş bulunan Büyük Millet Meclisi’nin meşruiyetine karşı her türlü sözlü, yazılı ve fiilî tavır almayı yasaklar, halkı isyana teşvik etmeyi vatana ihanet sayar.
Yeni Türk devletini kuranlar, cumhuriyetin ilanından önce TBMM’si kararlarıyla cumhuriyetin alt yapısını oluşturmaya başlarlar. 30 Ekim 1922 tarihli ve 307 sayılı kararla Osmanlı İmparatorluğu’nun son bulduğunu, yeni bir Hükümet oluştuğunu, 1 Kasım 1922 tarih 308 sayılı kararla Saltanatın kaldırıldığını, egemenliğin Millete, temsilinin TBMM’ne ait olduğunu kabul ederek, hanedan yurt dışına çıkartarak Türk devletiyle olan fiili ve hukuki bağını bitirirler.
24 Temmuz 1923’te Lozan Antlaşması imzalanır, 9 Eylül 1923’te Anadolu ve Rumeli Müdafaayı Hukuk Cemiyeti Halk Fırkası’na dönüşür, 13 Ekim 1923’te Ankara başkent ilan edilir, 29 Ekim 1923’tarih ve 364 sayılı Kanunla Teşkilat-ı Esasiye’ de değişiklik yapılarak Hükümet şeklinin cumhuriyet olduğu belirtilir.
3 Mart 1924’te Halifelik, Şerriye ve Evkaf ile Erkan-ı Harbiye vekâletleri kaldırılır, Tevhidi Tedrisat (öğrenim birliği) Kanunu kabul edilir, tüm eğitim kurumları Milli Eğitime bağlanır, dini hizmetleri yürütmek üzere hükümete bağlı, cumhuriyet ilkelerine sağdık Diyanet İşleri Başkanlığı kurulur.
20 Nisan 1924 tarih ve 491 sayılı kanununla, Meclis hükümet sisteminden parlamenter sisteme geçişi kolaylaştıran 1924 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (Anayasa) yürürlüğe girer, 1921 tarihli Teşkilat-ı Esasiye yürürlükten kalkar, Teşkilat-ı Esasi’ye aykırı olmayan Kanun-i Esasi hükümlerinin uygulanması son bulur.
25 Kasım 1925’te Şapka Kanun’u, 30 Kasım’da Tekke, Zaviye ve Türbelerin kapatılması, Tarikatların yasaklanması kabul edilir.
17 Şubat 1926’da laiklik hukuk, kadın erkek eşitliği temelinde düzenlenmiş Türk Medeni Kanunu (Yurttaşlar Yasası) yürürlüğe girer, nişan, evlenme, boşanma, miras, velayet, vesayet, vasiyet, cemiyet, vakıf gibi düzenlemeler yer alır, ümmetten millete, tebaadan (kuldan) yurttaşa geçiş süreci kurallı devam eder.
1 Temmuz 1926 tarihinde 765 sayılı Türk Ceza Kanunu yürürlüğe girer, fiil ve cezalar belirlenir, kalebent, kürek, sürgün, el, kol kesme gibi ilkel cezalar kaldırılır, infaz bir sisteme bağlanır.
Yukarıda özetlemeye çalıştığım acılı sancılı süreçleri yaşayarak kurulan devrimci, laik, demokratik cumhuriyetin, ilkelerini, değerlerini hukuken korumakla görevli ve sorumlu olan Danıştay 10. Dairesi, müze yapılan Ayasofya’yı, Fatih Sultan Mehmet’in hukuken geçerliliği kalmamış vasiyetine dayanarak, Cumhuriyetin kurucusu Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK’ün onayını taşıyan Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti kararnamesini yok sayarak, müzeyi camiye çevirir.
Osmanlı devletindeki hukuki bir kuralın cumhuriyet döneminde geçerli olabilmesi için, kuralın cumhuriyet döneminde geçerli olduğuna ilişkin bir yasal düzenleme gerekir. Böyle bir yasal düzenleme olmadan, Osmanlı döneminde vakıf mülklerinin kişilere bağlanmasıyla ilgili Türkiye Cumhuriyeti mahkemeleri bir karar alamaz, hele 550 yıl önce yapılmış bir vakfiyenin temsilcisi gibi bir derneği muhatap alıp karar veremez. 1453’te Fatih Sultan İstanbul’u fethetmiştir, İstanbul onun “kılıç hakkı” diyerek vakfına sahip çıkanlar, bu cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal’in vasiyeti delik deşik edilirken niye susarlar? Ne oldu Mustafa Kemal’in Ankaralıların kullanımına bıraktığı Atatürk Orman Çiftliğine? Bin odalı kaçak Külliye yaptılar, yapma dinozorlarla ve fillerle tarım arazisine yerleştiler, bununla da yetinmeyerek ABD elçiliğine yer verdiler. Bu durumda sormak gerekmez mi, fethedenlerin “Kılıç hakkı” varda, kurtaranların “Kılıç hakkı” yok mu? Mustafa Kemal olmasaydı, İstanbul’da emperyalizmin uşağı kukla bir padişah olacaktı, boğazlara el konulacak, Ayasofya’da görkemiyle kilise olarak duracaktı.
Bunu biz biliyoruz da Danıştay 10. Daire’nin karar veren üyeleri bilmiyor mu? Elbette biliyorlar. Yargı organlarını şekillendiren, kendilerini üyeliğe atayan siyasi iktidarın Reisine şükran duyuyor olmalılar, bir dediğini iki yapmadıkları ortada, ancak hukuka bağlı olacaklarına, cumhuriyetin başta laiklik olmak üzere temel ilkelerini koruyacaklarına dair yaptıkları yemin var. Bunlarda ne laik cumhuriyete bağlılık, ne hukuka saygı ne de yaptıkları yemine sadakat kalmış, varsa yoksa yerlerini korumak, duymadım, görmedim, bilmiyorum diyerek üç maymunu oynamak… 2005 yılında aynı derneğin aynı konuda açtığı dava üzerine, “ Bir veya birden fazla kültürü temsil eden önemli bir örnek olması nedeniyle tüm dünyaya tanıtılması işlemin gereği gibi yerine getirilmesi amacıyla müze olarak kullanılmasında hukuka aykırılık bulunmadığı” gerekçesiyle verdikleri ret kararı, bu kararın temyizi üzerine Danıştay Dava Daireler Kurulu’nun konu “yargının alanında değil, yürütmenin yetkisinde” diye aldığı karar görmezden gelinerek, dava açan derneğin 550 yıl önceki Fatih vakfıyla ilgisini ve taraf olma ehliyetini tartışmadan, Cumhuriyetin kurucusunun iradesini ve imzasını, cumhuriyet hükümetinin kararını yok saymak nasıl oluyor? Bu yargıçlık değil, resmen laik cumhuriyet ve Atatürk’e düşmanlıktır, tarih bunu böyle yazacaktır.
İstanbul’da Ayasofya’nın dışında, Kariye, Rumeli Hisarı, İlyas Bey Camii, Trabzon’daki Ayasofya, İznik’teki Ayasofya gibi müzeye dönüştürülmüş kilise ve yapılar bulunmaktadır. Bir inanca tabii ibadet yerinin başka bir inancın ibadetine ayrılması, geçmişte kabul edilse bile yaşadığımız çağda kabul edilemez. Türkiye sınırları dışında kalan Osmanlı dönemi yapılmış bir caminin kiliseye çevrilmesine bu ülkenin Müslüman yurttaşları razı olur mu, elbet ki olmaz. O zaman bir kilisenin camiye çevrilmesine de gayrimüslim yurttaşlar razı gelmez.
Mustafa Kemal ve Cumhuriyet Hükümeti, çok güzel düşünerek, Müslümanların Hristiyanların ibadet yeri kabul ettiği Ayasofya’yı müzeye dönüştürerek, yerlilerin yabancıların ziyaretine açmışlardır. Müze yapmak tarihi eseri korumaktır. Şimdi iş komediye dönecek, Müslümanlar ibadet ederken, gayrimüslimler edemeyecek, gezecek. Ayrıca Müslümanlar ibadet ederken Hz. İsa’nın ve Meryem Ana, havariler mozaikleri, freskleri, ikonlar örtülecek, kıble belirlenecek. İstanbul’da görkemli Selahattin Camileri varken, üstelik yokmuş gibi Taksim’e, Çamlıca’ya on binleri alacak camii yapılmışken, Ayasofya ısrarı Müslümanların dini duygularının istismarıdır.
Kutsal Bilgelik anlamına gelen, Unesco dünya mirası listesinde olan Ayasofya, Bizans İmparatoru I. Jüstinyen tarafından 532-537 yılları arasında patrik katedrali olarak yapılmış, IV. Haçlı Seferi sırasında yağmalanıp tahrip edilmiş, 1261 yılında tamir görmüş, 1453 yılında İstanbul’un Fethi üzerine Fatih Sultan Mehmet tarafından camiye çevrilmiş, yapıldığı tarihten itibaren çeşitli depremlerde zarar gören yapıya hem Bizans hem de Osmanlı döneminde destek amaçlı payandalar dikilmiş, Mimar Sinan tarafından yapılan minareler destekleyici işlev görmüş, 16 ve 17 yüzyıllarda Ayasofya’nın içine mihraplar, vaaz kürsüsü, maksureler (parmaklık) eklenmiştir. Mustafa Kemal ATATÜRK’ün emri ve Bakanlar Kurulu kararıyla 1 Şubat 1935’te müze olarak yerli ve yabancıların ziyaretine açılmıştır.
1991 yılında, Kültür Bakanı Namık Kemal Zeybek döneminde, padişahların dinlenmesi, abdest alması için I. Mahmut döneminde yapılan Hünkar Kasrı ibadete açılmış, bir imam atanarak, beş vakit ezan okunması, bayram, vakit namazlarının kılınması sağlanmıştır yani Ayasofya ibadete açıktır, yapılan istismardır, şovdur.
85 yıldır müze olarak insanların, bilim, sanat ve tarih severlerin ziyaretine açık tutulan Müze, bir kesime hizmete sunmak değil, her türlü tahribata karşı kültürel değeri korumaktır.
Şimdi Ayasofya cami olarak hizmet vereceği için, günde beş vakit açık tutulacaktır. Laik cumhuriyette Müslümanlar burada ibadetlerini yapacakken ibadet yapmak isteyen Türkiye yurttaşı Hıristiyanlara ne denecek, siz burada ibadet yapamazsınız mı denecek? Allah size akıl fikir versin, bir huzur ortamını gerilim ortamına dönüştürdünüz.
Dinci, ırkçı, liberal partiler, laikliği tahrip etmek için Ayasofya konusunu koç başı gibi kullanmışlar, sonunda yargıyı kullanarak laik cumhuriyette bir gedik daha açmayı başarmışlardır. İstanbul’da, 35 Selahattin Camiler (Osmanlı döneminde padişahların, annelerinin, vezirlerinin yaptırdığı) olmak üzere 3.365 cami vardır. AKP iktidarı, dini ve kutsalları sorumsuzca kullanarak, ihtiyaçtan fazla cami inşa ederek, dini siyasallaştırmakta, görevlendirdiği imam, vaiz gibi hizmetlilerle yandaş yaratarak ilelebet iktidarda kalacağını sanmaktadır, ancak unutulmasın ki bu yöntemle 30 yıl iktidarda kalan despot Abdülhamit yönetimi bile yıkılmaktan kurtulamamıştır.
Demokratik Sol veya Sosyal Demokrat olduğunu iddia eden CHP’nin, sağ görüşlü seçmeni ürkütmeyelim diyerek iktidarın dini istismarına açıktan karşı çıkmaması, sessiz kalması, mücadele etmemesi, bir yandan iktidarı ve liderini şımartırken, kitleler susmakta, devlet kurumları ve yargı laçkalaştırmaktadır.
Ayasofya ibadete açıldı, AKP iktidarı ve Reis destan üstüne destan yazıyor, başarılarını herkes kıskanıyor, dost düşman kardeş oldu, yolsuzluk hırsızlık bitti, açlar doydu, herkesin işi var aşı var, bolluktan geçilmiyor, ülkeye ve komşuya huzur geldi, askerimiz, polisimiz şehit olmuyor.
Hayalle gerçeği karıştıranlar, “Atı çalan Üsküdar’ı geçince” akılları başına gelir, ancak iş işten geçmiş olur.
İşin ayırdındayız, her şeyin farkındayız, bağımsızlık, eşitlik, özgürlük, laiklik, adalet, gerçek hukuk ve demokrasi yolundayız. Bu gün Lozan Antlaşmasının kabul edildiği gün, ürkmek, çekinmek, geri durmak yok, genciyle yaşlısıyla, kadını ile erkeği ile karanlığa ve diktaya karşı çıkmaya, yaşanılası bir ülke ve dünya için mücadeleye devam. 24.07.2020