İstanbul’un İtilaf Devletleri tarafından resmen işgali üzerine, 17 Mart 1336 (1920) tarihinde Mustafa Kemal Paşa’nın yayınladığı “Umum Müdafa-i Hukuk Cemiyetlerinden âlem-i İslamiyet’e tebliğ olunmak üzere beyanname”nin ilk sayfası. Yukarıda resmi görünen Mustafa Kemal’in bu beyannamesi, Alanya Müdafa-i Hukuk Cemiyeti eliyle Kerenas (Köprülü) Nahiyesi Müdafa-i Hukuk Cemiyeti adına Dedem Ali Efendi’ye gönderilmiştir. (*)
Yoksul halkımızın aydınların, vatansever subayların ve işgalcilere karşı olan eşrafın önderliğinde emperyalist güçlere karşı 30 Ağustos 1922’de kazandığı zaferin kutlamalarının AKP iktidarı tarafından engellenmeye çalışıldığı günümüzde, bu bağımsızlık hareketinin lideri Mustafa Kemal’in dünya görüşü üzerine yapılan bu kısa değerlendirme, işbirlikçi gericilerin neden Kurtuluş Savaşı kadrolarını ve Cumhuriyeti hedef aldıklarını ortaya koymaktadır.
Antik çağ şüpheciliğinden yüzyıllar sonra şüpheciliği temel yöntem olarak kullanan Descardes’in (1596-1650), “Düşünüyorum, öyleyse varım” (Cogito, ergo sum) özdeyişi materyalist dünya görüşüne uygun düşmez ama Ortaçağ feodalitesine karşı yeni dönemin, “hür düşünce”nin parolası olmuştur…
Mustafa Kemal’in öğrenim hayatı ve gençliğinin geçtiği Balkanlarda yaygınlaşan ulusal kurtuluş hareketlerinden, bu hareketlerin kaynaklandığı Batı’daki burjuva devrimlerinden ve bu devrimleri hazırlayan düşüncelerden etkilendiği açıktır. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşe doğru gidişi ve bunu durdurmaya çalışan aydınların düşünceleri, I. Meşrutiyet ve istibdat dönemi, 1908 devrimi ve II. Meşrutiyet’in ilanı, 31 Mart 1909 gerici isyanının bastırılması, Balkan Savaşları, İttihat ve Terakki deneyimi, Alman emperyalizminin hegemonyası altında girilen Birinci Paylaşım Savaşı, yenilginin ve mütareke döneminin siyasal ortamındaki gelişmeler askerler, aydınlar, siyasetçiler arasında farklı düşüncelerin ortaya çıkmasına neden olmuştu.
Mustafa Kemal’in düşünce sisteminin oluşumunda; ülkenin içinde bulunduğu ekonomik, siyasi, toplumsal vb. koşullardan başka, 18’inci yüzyıl aydınlanmasının, özellikle de Fransız Devrimi’ni oluşturan düşüncelerle beslenen vatanseverliğin belirleyici olduğunu ifade etmeliyiz. Bu düşünce akımının kökünü ve oluşum sürecini inceleyince bunun Batıcılık değil, evrenselleşen aydınlanmacı düşüncelerden esinlenen millicilik olduğunu görürüz. (Bu vatanseverliğin tohumlarının Türkiye’de atılmasında Namık Kemal ve Tevfik Fikret gibi yazarların, şairlerin ve aydınların önemli rolleri olmuştur.)
Burjuva devrimlerinin hazırlık dönemlerinde ortaya çıkan aydınlanmanın kökünü Rönesans ve reform hareketlerinde aramak gerekir. Rönesans ve reform hareketlerini evrensel yapan ana kaynak antik çağ felsefesi ve uygarlığıdır. Batı Anadolulu düşünürlerin tohumlarını attığı eski Grek aydınlanmasından, Roma ve Doğu Roma sanatından, felsefelerinden ve diğer uygarlık unsurlarından etkilenerek, Ortaçağ skolastiğine karşı ortaya çıkan bu hareketleri bilimsel ve teknolojik ilerlemeler de desteklemiştir. Rönesans ve reform hareketlerinin yanı sıra ekonomideki gelişmeler ve burjuvazinin ortaya çıkmaya başlamasıyla birlikte aydınlanma hareketi doğmuş ve burjuva devrimlerinin fikri altyapısını oluşturmuştur.
Mustafa Kemal, diyalektik materyalist düşünceyi savunmuyordu ama bu devrimci ideolojinin yaratıcılarının eleştirip yepyeni bir dünya görüşüne dönüştürdükleri aydınlanmacı düşünceden esinleniyordu. Marksist değildi ama temelde aynı kaynaktan beslendiklerini söyleyebiliriz. Marx bu kaynağın idealizmine karşı maddeci özelliklerini temel alarak diyalektik tarihi materyalizmi kurmuştur. Böylece işçi sınıfının devrimci ideolojisini yaratmakla kalmamış asıl olarak da proletarya iktidarının keşfini yapmıştır. M. Kemal ise hayatın dayattığı bir pratik milli kurtuluşçu olarak, emperyalist kapitalizmin reddettiği aydınlanma değerlerini ve bilimi Ortaçağ geriliği içindeki ülkesinde bir ışık, bir yol gösterici olarak ele almış ve ülkesinin tarihinden gelen insani değerlerle harmanlayarak laik, devrimci bir halkçılık anlayışı geliştirmeye çalışmıştır.
Mustafa Kemal’in “Batıcılığı” taklitçilik değildi, onunki Aydınlanma felsefesini, aklın önderliğinde bilimsel düşünceyi temel alması anlamındaki bir “Batıcılık”tı. “Batı’nın tekniğini alırız ama kendi kültürümüzden kopmayız” türünden Tanzimat tarzı bir zihniyete sahip olduğu söylenemez. Toplumun teknik ihtiyacının gereği olarak ortaya çıkan teknik ilerlemenin altında bilimsel ve kültürel gelişmenin yattığını bildiğini Cumhuriyet dönemindeki devrimci atılımlarından anlıyoruz. (Şüphesiz toplumun teknik gereksinimi, bilimin ilerlemesinde belirleyici bir rol oynar. Cumhuriyet dönemindeki sanayi yatırımları ve eğitim sistemi -özellikle Köy Enstitüleri- bu gerçekliğe uygundu.) Mustafa Kemal, Avrupa-Merkezci olmadığı gibi Ortadoğu-Merkezci de değildi. Aydınlanmacılardan başlayarak ilerici Avrupalı düşünürlerin birçoğu sonuçta Avrupa-Merkezciliği onaylamayarak, tüm dünya milletlerinin ortak katkılarıyla oluşan evrensel insanlık ve uygarlık tarihini savunmuşlardı. Bu çizginin savunusu Marxizm-Leninizm tarafından daha da geliştirilerek sürdürüldü. M. Kemal’i de bu evrenselci, bilimci eğilim içinde ele almak gerekir.
Emperyalist kıskaçtan başka Ortaçağ düzeni ve zihniyeti içinde yok olmaya doğru giden bir toplumun bu felakete sürüklenişten kurtulması için akıl ve bilimi kendisine kılavuz yapması, araştırmaya, incelemeye, eleştirmeye önem vermesi gerektiğini, ancak bu şekilde kendi benliğine ulaşabileceğini ve iç yaratımlar sağlayabileceğini düşünen bir Cumhuriyet ekolü oluşturuldu. Bu anlayışın hayat bulabilmesi için tarih, alfabe, dil, coğrafya, matematik, rakamlar, geometri, felsefe alanlarında adımlar atıldı. M. Kemal, Ortadoğu kültürünün yorumu (tefsiri) esas alan özelliğini değil Batı kültüründeki somut araştırmacı-eleştirici özellikleri esas alarak, akıl ve bilimi dinsel düşünüşün etki alanından kurtararak özgür düşüncenin temel alınmasını sağlamaya çalıştı. Laikliğin benimsenmesinin önemli bir nedeni de budur. Batı kültürüne yönelmesi bu anlamdadır, Batıcılık yapmamıştır, Türk tarihinin derinliklerine inerek, onu halkçı modernite ile harmanlayıp Türkiye’nin yaratıcı kültürünü oluşturmaya çalışmıştır.
Burada bir parantez açalım: 1961’de yayınlanan Yön Bildirisinde, “Atatürk devrimlerinin” amacının “Batılılaşmak” olduğu şeklinde anlaşılabilecek ifadelere yer verildiğini biliyoruz. Yöncülerin (bu arada Yön Bildirisine imza atan herkesin bu doğrultuda görüşlere sahip olduklarını söyleyemeyiz) bu tür yanlış sonuçlara varmalarının altında yatan neden, toplumsal gelişmeleri diyalektik tarihsel bir yöntemle ele almayıp, ülkenin bütün sorunlarının temeline ekonomik kalkınmayı yerleştirmeleriydi. Sorunu sistem sorunu olarak ele almayan Yöncüler, ülkenin karşı karşıya olduğu ana sorunların çözümünü, “iktisadi alanda hızla kalkınmakta, yani milli ihtihsal (üretim) seviyesini hızla yükseltmekte” görüyorlardı.
Mustafa Kemal, Batı’nın ekonomik ve kültürel olarak neden geliştiğini, neler yaptıkları için Doğu toplumlarının önüne geçtiklerini anlamaya çalışmıştır. Batı’nın emperyalizmine ve politikalarına karşıydı, bunlara karşı savaştı da. Ama somut bir örnek olarak Batı’nın ulaştığı uygarlık düzeyine ülkeyi ulaştırabilmek için bunun nedenlerini iyi anlamak gerekiyordu. Bu konuda onun vardığı sonuç; akıl, bilimsel – özgür düşünce ve araştırmayla ulaşılan aydınlanmaydı. Mustafa Kemal’in Milli Kurtuluş Savaşı’yla başlattığı anti-emperyalist, ilerici, akılcı, bilimci süreç gecikmiş bir “Türk aydınlanması” süreciydi. Bu bakımdan da Osmanlı teokrasisinin, şeriat düzeninin reddiydi, Osmanlı sisteminden bilimsel bir kopuştu.
***
Aydınlanma, Ortaçağın karanlık düşüncesi dinciliği, dogmayı, akıl dışılığı parçalayarak bunların yerine aklın, bilimin ve uygarlaşmanın geçmesine ön ayak oldu. Bu radikal değişimde bilim insanlarının, felsefecilerin, sanatçıların, edebiyatçıların ve gelişen burjuvazinin belirleyici rolleri oldu. Burjuvazinin ortaya çıkmasıyla birlikte tarih sahnesinde yerini almaya başlayan işçi sınıfı ise giderek bu yeni dönemi daha ileri ve bir toplum biçimine dönüştürmek için devrimci atılımlara kalkışan en yaratıcı toplumsal sınıftı. Yeni sistemin (kapitalist sistemin) hakimi olduktan sonra ilerici özelliğini kaybeden, dün yıkmaya çalıştığı bütün gerici çevre ve yapılarla işbirliği içine giren burjuvazi artık aydınlanmanın, ilericiliğin değil gericiliğin başını çekmeye başladı. Bu gericilik, sermayenin belirli ellerde yoğunlaşması, tekelciliğin hâkimiyetiyle birlikte yeni bir aşama kaydetti ve bu dönemin adına da kapitalizmin emperyalist aşaması denildi. Bu dönemde değişmenin, bilimselliğin, ilericiliğin başını ise işçi sınıfı ve müttefikleri çekiyorlardı.
Türkiye’de ise bu süreç, tarihsel gelişim seyri içinde değil, gecikmiş ve bağımlı olarak yani çarpık bir biçimde gelişti. 19’uncu yüzyıldan itibaren Batı kapitalizmi, Osmanlı İmparatorluğunu özellikle sanayi ürünlerinin serbest pazarı ve ham madde kaynağı haline getirdi. Bu dönemde merkezi otorite zayıflarken feodal unsurlar güç kazanmaktaydı. Daha önceleri mülkiyeti devlete (padişaha) ait olan temel üretim aracı toprak bir süredir ayan ve derebeylerin eline geçiyordu. 1838’de İngilizlerle imzalanan ticaret antlaşması ile Türkiye’nin Batı’nın açık pazarı haline getirilmesi süreci hız kazanmıştı. Tarımdaki çöküntüyle birlikte Batı’nın sanayi ürünleri giderek ülke pazarını istila etmeye başlamış ve bu gelişme içerdeki zayıf sanayiyi yıkımın eşiğine getirmişti. 19’uncu yüzyıl başlarında Osmanlı İmparatorluğu kendi tekstil ihtiyacını karşılarken, Batı sanayisinin sürükleyici sektörlerinden olan tekstil ürünlerinin istilası sonucunda yüz yılın sonunda imparatorluk ihtiyacının yüzde 80-90’ını ithal eder duruma sokulmuştu.
Bu yarı-sömürgeleşme koşullarında Türkiye’de burjuvazi kendi dinamiği ile değil Batı burjuvazisine bağımlı biçimde gelişmekteydi. Bu çarpık ekonomik gelişmenin siyasi, hukuki ve kültürel karşılığı da Tanzimat’tan itibaren oluşturulmaya çalışıldı.
Osmanlı’nın fiilen paylaşılmadan önce yarı-sömürge haline getirilmesinin en açık belirtisi ise, dış borçlanmalar nedeniyle dayatılan Düyun-u Umumiye, önemli imtiyazlarla ülkeye giren yabancı sermaye yatırımları ve gittikçe ağırlaşan, yaygınlaşan Kapitülasyonlardı. Bu zincirleme gelişmeler sonucunda ülke önce iktisadi, sonra da askeri ve siyasal olarak emperyalizmin hegemonyası altına sokuldu. Bu nedenlerden dolayı yıkılmakta olan Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyete geçiş sadece askeri alanda emperyalist güçlere karşı verilen savaşla gerçekleşmedi, aynı zamanda iktisadi alanda da büyük bir boğuşma yaşandı. Osmanlının yıkılmasıyla birlikte emperyalizmin Türkiye’nin iktisadi hayatındaki hakimiyetini de kırmak gerektiğini gören Cumhuriyetin kadroları bunun o günün koşullarında devletçilik önderliğinde bir kalkınma modeline girilerek mümkün olduğunu gördüler. Planlamacılık temelinde devletçi yanı ağır basan bir karma ekonomi modelini geliştirmeye çalıştılar. Bu model aslında Cumhuriyetçilerin ideolojik-kültürel anlayışlarına da uygundu.
Bu kadrolar aydınlanmanın anlamının zamana ve koşullara göre değişebileceğini bildikleri için devrimciydiler. 18’inci yüzyılda aydınlanma dini dogmalara ve feodal zorbalığa karşı başkaldırarak kararlı bir mücadele sürdürmek anlamına geliyordu. Yirminci yüzyılda aydınlanma, emperyalizmin dünyayı paylaşma ve sömürgeleştirme saldırılarına karşı çıkılarak insanlık idealinin başarısı için mücadele etmekti. 21’inci yüzyılın başlarında ise aydınlanma, neo-liberalizmin yarattığı ırkçılığa, dinciliğe, cinsiyetçiliğe, doğanın tahribine ve neo-faşizme karşı mücadele etmek anlamına geliyor. Sosyalist sistemin dağılmasından sonra aydınlanmacılık, azgınlaşan emperyalist sömürü, ezilen ülkelerin talanı, haksız savaşların ve yoksullaştırmanın karşısında insanlığın evrensel değerlerini savunmak ve ezilen halkların yanında yer almak anlamına gelmektedir. Günümüz aydınlanmacılığı ve hümanizması elbette ki sosyalizmin yerine ikame edilemez ama bu akım, modern eşkıyalığın, sömürücülerin, talancıların demagoji, yalan ve sahteciliklerinin açığa çıkarılmasında, yeniden allayıp pulladıkları dogmaların teşhirinde etkili bir rol oynayabilir. Bu rolünü bilimi, laikliği, insanların eşitliğini, kadın haklarını, insanca yaşama hakkını, demokrasiyi, doğa sevgisini vb. öne çıkararak yapabilir. Bunların yapılması devrimci halk güçlerinin toplumdaki itibarını da yükseltecektir.
Bizimki gibi teokratik-şeriatçı geçmişi bilinen, günümüzde de tarikat ve cemaatlerin devleti ele geçirdiği bir ülkede, neo-liberalizmin yaptığı ekonomik, siyasi ve kültürel – ideolojik tahribatlar da dikkate alınınca, geniş halk kitlelerini ilerici saflara kazanmak, ülkeyi ilerici-demokratik bir yapıya ulaştırabilmek için anti-emperyalist Cumhuriyet aydınlanmacılığının önemini kavramak zorundayız. 30 Ağustoslara esasen bu açıdan bakmakta büyük yarar var…
(*) Ali Efendi, Erzurum Kongresinden sonra Antalya’da kurulan Antalya Müdafaa-i Heyet-i Milliye Cemiyeti’nin yöneticilerinden Aksekili Rasih Hoca (Kaplan), (1920-1950 Antalya Millet Vekili) ve Alanya Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti üyeleri ile birlikte Milli Kurtuluş mücadelesi içinde yer almıştır. Antalya’da kurulan Cemiyetin izdüşümleri kaza ve nahiyelerde de kurulmuştu. Alanya’nın Kerenas Nahiyesinde de Kuvayı Milliye doğrultusunda çalışmalar yapan örgütlenmeye gidilmişti. Bu örgütlerin yaptığı çalışmalar, Kurtuluş Savaşına asker sevkiyatı, para, silah, cephane ve diğer ihtiyaçların temini şeklindedir. Ali Efendinin savaşa süvari olarak katılan oğlu Mehmet Ali Efendi Milli Kurtuluş Savaşı’nda cephede hastalanarak hayatını kaybetmiştir.