Cumhuriyetin başkenti Ankara’da, 10 Ekim 2015’te, DİSK, KESK, TMMOB, TTB’nin düzenlediği Barış Mitingi, Ankara Garı’nın önünde iki canlı bombanın kendisini patlatmasıyla başlamadan bitti. Resmi açıklamaya göre 102 kişi yaşamını yitirdi. Bunlardan ikisi canlı bomba olduğuna göre, çoğu genç 100 insanımız yaşama veda etti, 500 aşkın yaralımız var. Olayla ilgili İŞİD’çi olduğu söylenen 20 kişi saptandı, 11’i gözaltına alındı, 4’ü tutukladı, 9’u kaçak.
Bir saldırı ihtimali düşünülse bile bu büyüklükte bir vahşetin olacağını kimse beklemiyordu, toplum ve ülke şok oldu. İnsanlarımız acısı dinmeyecek, yarası kapanmayacak, ruhsal çöküntüsü bitmeyecek bir vurgun yedi.
Şimdi herkes olayın sorumlusunu arıyor, kimi emperyalizmi, kimi devleti, kimi iktidarı, kimi radikal İslami örgütleri, kimi ayrılıkçı hareketi, kimi miting ve yürüyüşü düzenleyen kuruluşları gösteriyor. Sözlerde haklılık payı olsa da, “İğneyi kendine batırmadan, çuvaldızı başkasın batırma” sözü akla geliyor. Toplumsal bir hastalığımız var, suçumuz, kusurumuz olsa da sorumluluğu başkasına atarak, sorumluluk almaktan kaçınmak.
Aslında soğukkanlı olmak, olaya tüm yönleriyle bakarak, vahşetin küçük ya da büyük sorumlularını ortaya çıkarmak gerekir. Bu, hem insanlığa, hem tarihe, hem ülkeye, hem de topluma karşı vicdani, ahlaki, siyasi sorumluluktur. Taraf olma duygusuyla, ön yargılarla belirli bir kesimi, cumhuriyeti, devleti ve devletin organlarını hedef koymakla bir yere varılamayacağını bilmek, bu tür davranışların olayların tekrarının önlenemeyeceğini görmek gerekir.
Önce bir soruyla başlayalım, sol sendika ve meslek örgütlerinin böyle bir miting yapmaya bir ihtiyacı var mıydı ve koşullar buna uygun muydu? “Ülkede savaş var, önlemek gerek” diyenler olduğu gibi, “Savaş siyasetin silahlarla devamıdır, savaş bitmeden barış olmaz” diyenler de var. Elbette bu durumun takdiri miting ve yürüyüşü düzenleyen kuruluşlara aittir, takdirin onlara ait olması düşünmeden yapılacağı anlamına gelmez, bunun değerlendirilmesini muhtemelen yapıyorlardır.
Miting yapılma kararının alındığı sırada ülkenin içinde bulunduğu duruma da bir bakmak gerekir.
İçeride, beni halk seçti diyerek meclis iradesinin üstüne çıkmış, 7 Haziran seçim sonuçları üzerine başkanlık hayalleri bitmiş, seçim sonuçlarını içine sindiremeyen, ana muhalefete görev vermeyen, kendisini, ailesini ve yandaşlarını hesap vermekten kurtarmak için, maliyeti halka yüklenen yeni bir seçim ortamına ülkeyi sokan bir reisicumhur var. 1 Kasım’da yapılacak seçime doğru giderken, yine ben konuşurum demekte, AKP’yi tutarak muhalif parti ve çevrelere yüklenmekte, ısıtıp ısıtıp milletin önüne yeniden getirmek için açılımı buzdolabına koymakta, iktidar partisine 400 milletvekili istemekte, televizyonları işgal ederek, ayrılıkçı hareketle işbirliğini unutup, “sonuna kadar gidilecek” diyerek kaçak sarayda bindirilmiş kıtalara nutuklar atmakta, ortamı germektedir.
AKP, iradesini kurucusu reisicumhura bağlamış, devlet olanaklarını kullanarak, yalan ve yanlış vaatlerle halkı kandırmaya, yandaşlarını doyurmaya, partizanlığı sürdürmeye devam ediyor, ülke yangın yerine dönmüş, yangına benzin döküyor.
AKP iktidarının ve reisicumhurun kurtarıcı MHP, kayıkçı kavgasını sürdürüyor, BDP ile birlikte Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçiminde Meclis genel kuruluna katıldığını, toplantı için gerekli 367 milletvekili sayısını birlikte tamamladıklarını unutup, HDP’ye vurmayı siyaset sanıyor, kanlı olayları anımsatarak esip gürlüyor.
Ayrılıkçı hareket, Ortadoğu’daki kargaşadan yararlanarak, içinde olduğu ve desteklediği HDP’nin 80 milletvekili çıkarmasından güç alarak, kurtarılmış ilçeler, bölgeler oluşturmaya, güvenlik güçleriyle çatışmaya, yol keserek, hendek, çukur kazarak, özerlik ilan etmeye kalkıyor, isyan çağrısı yapıyor.
HDP, devletle ayrılıkçı hareketin kıskacında kalmış, ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabiliyor. HDP eş başkanı “emanet oylar” için teşekkür ediyor, Kandil’den “Ne emanet oyu?” diye zılgıt yiyor, “sorunlarımız barış ve demokrasi içinde çözülür” savında bulunuyor, “terör örgütünün siyasi temsilcisi“ damgasını yiyor, mücadele karşılıklı suçlamalarla sürüyor.
TSK, ayrılıkçı harekete operasyon üzerine operasyon çekiyor, dağı taşı delik deşik ediyor, mağaralara giriyor, sığınakları yok ediyor, silahlı unsurları etkisiz hale getiriyor. Aramalar, taramalar sürüyor, çatışmalarda kan sel olmuş akıyor, birileri de silahların konuşturulduğu bu ortamda barış için nafile turlar atıyor.
CHP, yıllardır iktidar olamamanın getirdiği baskıyla değerlerinden sapıyor, kurucu ideolojisinden arınarak, bağımsızlığı göz ardı ederek emperyalizme uyumluluk denemeleri yapıyor, işçiden, emekçiden yana sosyal, siyasal, ekonomik politikalar geliştireceğini söyleyerek iktidar olacağını sanıyor.
Dışta, AB-D öncülüğündeki emperyalizm, gaz ve petrole el koymak için Arap coğrafyasının altını üstüne getiriyor. Kerkük Petrollerini Akdeniz’e ulaştırmak için Suriye’yi parçalamaya çalışıyor, Türkiye Suriye sınır bölgesinde “Karagücüm” dediği Kürtlerin katkılarıyla bir koridor oluşturarak İran’ı vurmayı, Asya’ya girmeyi hedefliyor. Bunun bölge ülkelerini ve Türkiye’yi dağıtacağını herkes görüyor da insanlarımız görmüyor mu?
AKP iktidarının desteklediği AB-D ve şer ortaklarının Suriye’yi parçalama girişimine karşı, yıllardır olayları seyreden Rusya harekete geçiyor, savaş bitince çatışmaların Kafkas ve Rus coğrafyasına sıçrayacağı saptamasında bulunuyor, ABD ve ortaklarının desteklediği radikal silahlı grupları havadan vuruyor. İran ve Çin’le birlikte Suriye’nin parçalanmasına dur diyor.
Böylece ülke, bölge, çevre yangın yerine dönmüş, savaş ülke içi olmaktan çıkıp sınır ötesine taşmış, partiler seçim çalışması yapıyor, mitingler düzenliyor, bu konuları gündeme getirerek uyarıyor, böyle bir ortamda barış mitingi yapmak çatışmaları durdurur muydu? Kimsenin durdurur dediğini sanmıyorum!
.
Bu meslek kuruluşlarının yöneticileri, sıradan insan değiller, onlarca yıllık mücadelenin içinden gelen, sorumluluklarını bilen, ülkenin içinde bulunduğu hassas durumu değerlendirecek yetkinlik ve birikime sahip olan insanlar. Barış mitingi yapmakla barış gelmeyeceğini elbette bilirler. Bunu, umulmadık anda, umulmadık yerde yaşadıkları acıyla bir kez daha öğrenmiş oldular. Savaşlar, savaşan yanlardan biri bıkana, yenilene, yok olana kadar devam eder.
Vahşetin baş sorumlusu, izledikleri iç ve politikalarla, eylemleriyle, söylemleriyle topluma geren, etniksel, dinsel ayrımcılığı körükleyen, 80 yıllık karanlığı aydınlatıyoruz diyerek 13 yıldır cumhuriyetin değerlerini çürüten, “dindar ve kindar” nesiller yetiştirmek için elinden geleni yapan, devletin birikimli kadrolarını tarumar eden, kilit makamları ehliyetsiz, beceriksiz, birikimsiz yandaşlarıyla dolduran, “Yurtta sulh cihanda sulh” ilkesini göz ardı ederek Suriye’yi parçalamaya kalkan, emperyalizmle sarmaş dolaş olan, İslam’ın sözcülüğüne soyunan, olaylar karşısında şaşırıp kalan karşı devrimci AKP iktidarı, hükümet, reisicumhur ve tabi ki suç takibi yapmakla yükümlü güvenlik birimleridir. Bombacılar Kilis’te buluşuyor, Ankara’ya geliyor, kendini patlatıyor, güvenlik birimi uyuyor. Sonra da bizim kusurumuz yok diyorlar, kusuru “solda” ve “ölende” arıyorlar. Bu da tedavisi olanaksız bir hastalıktır.
İkinci sorumlu, Ortadoğu’nun gazına, petrolüne el koymak için Irak’ı parçalayan, Suriye’yi parçalamaya çalışan, PYD gibi ayrılıkçı ve İŞİD gibi dinci örgütleri örgütleyip destekleyen AB-D emperyalizmidir. Bütün karışıklıklar neden İslam ülkelerinde oluyor, düşünen var mı? Bangladeş, Pakistan, Müslüman nüfusu olan Hindistan, Afganistan, İran, Irak, Suriye, Arabistan, Kuveyt, Katar, Yemen, Mısır, Tunus, Cezayir, Libya, Sudan, Kafkaslar ve Balkanlar kaynıyor. Bunlar arasında Laik Türkiye Cumhuriyeti, aymaz ve işbirlikçi iktidarların, birikimsiz-yeteneksiz yöneticilerin yüzünden ırk ve mezhep savaşlarının içine çekilip, bataklığa sürükleniyor. Türkiye Cumhuriyeti çözülürse bunun zararını hep birlikte görürüz, Ankara vahşeti bunun için güçlü bir uyarıdır. Irkçılık ve mezhepçilik çağın vebasıdır, bu hastalığı da dünyanın zenginliklerine el koyan emperyalistler yaymaktadır.
Bu olayda, 1 Mayıs, Maraş, Çorum, Sivas, Gazi katliamları gibi kimsenin sorumluluk üstlenmediği olaylar arasına katılacak, toplum için için eriyecek, iktidarlar gelip geçecek, “unutmayız, unutturmayız” sözleri eşliğinde hem korku hem acılar yinelenecek, ama biliniyor ki gidenler geri gelmeyecek!
Katliamcılar bombayı kendileriyle birlikte patlatıp yok olduklarına göre, bombayı kim patlatmıştı diye aramaya gerek yok. Aranacak olan, eylemi kimin istediği, arkasında yabancı istihbarat örgütünün olup olmadığı, var ise taşeron kullanıp kullanmadığı, kullanmışsa hangi örgütü ve kişileri kullandığı, kimin planladığı, kimin patlayıcıları sağladığı, kimin ülkeye soktuğu, Ankara’ya getirdiği, kimin barındırıp, yedirip içirdiği, para trafiğinin olup olmadığı gibi konulardır. Bunları araştırmak bir uzmanlık işidir, yapacak olanda siyasi iradenin kararlılığı altında istihbarat ve güvenlik birimidir, Yargı’dır. Tabii ki basının, siyasi partilerin, meslek kuruluşlarının, sendikaların, kitle örgütlerinin ve ilgililerin takipçisi olması gerekir.
Bunun dışındaki işler, buza yazı yazmaya benzer, zamanla etkinliğini yitirir.
Böyle bir acının bir daha yaşanmaması kuşkusuz toplumumuzun genel isteğidir. Herkesin sorumluluğunu bilmesi, buna göre davranması gerekir.
Yitirdiklerimizi saygıyla anıyor, yaralılara sağlık, acılı yakınlarına sabır diliyorum.
Av. Mehdi Bektaş