CHP geçtiğimiz hafta sonu Büyük Kongre’sini yaptı. “Kurultay” demiyoruz, çünkü kurultay Türkçe bir kavram, “Kongre” ise Fransızcadan dilimize geçen bir ifade. Bugün CHP’ye hakim olan anlayış AB terminolojisini Türkçeden daha çok tercih edebilir…
Son kongre sürecine ve sonucuna bakarak, CHP’nin hangi anlayışın partisi haline getirildiğini görebilirsiniz. Bu partinin ana gövdesinde ve yerel yönetim kademelerinde birçok ilerici, aydınlanmacı, cumhuriyetçi, demokrat insan yer almaktadır. Ancak bu geniş kesim partinin politikalarının belirlenmesinde etkili olamazlarken, örgütlü küçük gruplar, liberal çevreler, etnik ve mezhebi topluluklar parti içinde daha etkili durumdalar. Son kongre ile bu gerçek bir kez daha ortaya çıktı.
Ülkenin gerçek gündeminden ve CHP’nin varlık nedenlerinden habersiz veya Cumhuriyet değerlerini bilerek çarpıtan bir eğilimlerin egemen olduğu son kongreye damgasını vuran asıl davranış koltuk kapma yarışıydı. Kongrede Türkiye’yi tehdit eden emperyalist siyasa, iktidarın ülkeyi Ortaçağ karanlığına sürükleyen politikaları, halkın giderek büyüyen sorunları ve bu sorunların çözümleri üzerine ciddi bir tartışmanın yapılmadığı görüldü. Kongrede partinin iktidara aç tabanına yeni bir umut vermek yerine, sanki AKP’ye yeni malzeme üreten bir faaliyet yürütüldü.
Kongre sürecinde dikkat çekçi bazı gelişmeler yaşandı. Bunlardan birisi Selin Sayek Böke ile İlhan Cihaner’in yayınladığı “Manifesto” oldu. Yayınlanan bu metnin adı mesela “Bildirge” olabilecekken Marx ile Engels’in yazdığı Manifesto’ya gönderme yapar gibi bu kavramın seçilmesi doğrusu cesur bir davranış! Öncelikle belirtmek gerekir ki; esasta neo-liberal bir metnin adını “Manifesto” koyarak içerik “sol” ve devrimci olmaz.
Manifesto’larına “Geçmişi biz kurduk, geleceği de biz inşa edelim” diyerek başlıyorlar. Sonra, “Ezilenlerin ve itiraz edenlerin hayaleti yeniden meydanlarda dolaşıyor” diyerek, Komünist Manifesto’nun ilk cümlesi olan “Avrupa’da bir heyula kol geziyor-komünizm heyulası” ifadesinden yararlanmayı tercih etmişler. Bu genel anlamda iyi bir şey gibi görünüyor ama Komünist Manifesto’daki bu ifadeyi neo-liberal içerikli manifestolarını meşrulaştırmak için kullanmaları olumlu bir davranış değil.
“Yeni dünya düzeni” diyorlar ama emperyalizm diyemiyorlar.
Manifesto’larında, “Daha eşit, daha özgür, daha demokratik bir geleceğin kurulması”ndan söz ediyorlar ama Bağımsız Türkiye’den söz eden yok. Bizimkisi gibi yarı-bağımlı bir ülkenin emperyalizme olan bağımlılık zinciri kırılmadan –bağımsızlık sağlanmadan– ne gerçek demokrasinin kurulabileceğinin, ne eşitliğin, ne adaletin, ne de özgürlüğün sağlanabileceğinin farkındalar.
“Saray rejimi” ya da “tek adam rejimi” emperyalizmden bağımsız bir şey değildir. ABD emperyalizmiyle Saray arasındaki çekişme tarihsel ve sınıfsal temeli olmayan, konjonktürel bir durumdur. Bu durum geçicidir, yarın PKK-PYD üzerinde anlaşırlarsa bu çekişmenin yerini işbirliği alır. Şu anda da Esad yönetimine karşı benzer düşünceler içinde olduklarını unutmayalım. AKP’de egemen olan dinci-gerici zihniyetin yapısı gereği, hiçbir dönemde, bu kavramların gerçek anlamında “yerli ve milli” bir duruşa sahip olmadığı tarihi bir olgudur.
Böke ve Cihaner’in Manifestolarında savundukları, “Bu siyaset, kapsayıcı bir sosyal demokrat programa ve anti-faşist mücadelenin gerektirdiği örgütlenmeye dayanmalı” ve “Zamanın ruhu dünyayı ve Türkiye’yi sağ siyasetin değerleriyle okuyan değil, sosyal demokrasinin ilkeleri ışığında, sınıf temelli, emekten yana, kendi ideolojik çizgisi ve toplum talebi konusunda net bir sol siyaseti çağırıyor” ifadeleri Türkiye gerçekliğinden çok uzak ve çelişkili.
Emperyalizmden, emperyalizme bağımlılıktan ve egemen sınıflardan söz etmeden, bu ülkedeki faşizmin nasıl bir şey olduğunu tahayyül edemeyiz. Bu arada “sosyal demokrat” bir programla (ne anlama geliyorsa) faşizme karşı nasıl mücadele yürütülecek? “Anti-faşist mücadelenin gerektirdiği örgütlenme”den kastedilen nedir, bu CHP ile nasıl yapılacak?
Sözünü ettiğiniz “Sosyal demokrat program” ve “sosyal demokrat ilkeler” nedir? Bilindiği gibi sosyal demokrasi 19. Yüzyılda ortaya çıktıktan sonra dünya siyaset tarihinde iki farklı rol oynadı. Bunlardan ilki, “sağ” sosyal demokratlar; ait oldukları ülkelerin egemen sınıflarının emperyalist siyasetlerine hizmet eden politikaları izlediler. İkincisi, “sol” sosyal demokratlar ise ülkelerindeki faşizme karşı Komünist-Sosyalist Parti’lerin yanında yer aldılar. Birinci gruba girenlerin belli başlı örnekleri, İkinci Enternasyonal’ci sosyal demokratlar ve Birinci Paylaşım Savaşı’ndan sonra Almanya’da yükselen devrimci dalgayı saptırmak için Alman egemen sınıflarının hizmetine girmeyi kabul eden sosyal demokratlar. Bunlar işçi sınıfını bölerek Hitler faşizminin iktidara gelmesini kolaylaştırdılar. Bu “sağ” sosyal demokratlar Ekim Devrimi’ne de düşmanlık güttüler. Faşizme karşı komünistlerle işbirliği yapan sosyal demokratlara örnek olarak; Fransızları (1934), İspanyolları (1936-39) ve İkinci Emperyalist Yeniden Paylaşım Savaşı’nda faşist işgallere karşı direnen sosyal demokratları olumlu örnekler olarak sayabiliriz. Ama ikinci savaştan sonra sosyal demokrat partiler çoğunlukla hakim düzenin sürdürülmesi için çalışmalar yaptılar, bunlar en fazla reformcu partiler oldular.
CHP ise ilk gününden itibaren sosyal demokrasiyi benimsemedi. Anti-emperyalist bir ulusal kurtuluş mücadelesinden doğan bu parti altı okla ifade edilen ilkeleri benimsedi. “Sınıf temelli”- işçi sınıfının partisi olmadı, bütün sınıf ve katmanları kavrayan “halk”çılığı savundu. (Halkçılığın ortaya atıldığı Cumhuriyetin ilk yıllarında, ülke yönetiminde etkili olabilecek, egemen sınıf olabilecek düzeyde bir burjuvaziden söz edilemeyeceğini unutmayalım.) 1947-50 arasındaki CHP iktidarı döneminde, ABD emperyalizmle ilişkiler kurulmaya başlandı, 1964’te ise Kıbrıs sorunu nedeniyle ABD ile anlaşmazlığa düşüldü ve hemen sonra İ. İnönü iktidardan indirildi. 1970’li yıllarda, Ecevit iktidarları döneminde ise zaman zaman ABD emperyalizmiyle anlaşma yolu seçildi zaman zaman da çatışmalı bir süreç izlendi. Bu dönemde içerideki egemen sınıflarla da benzer bir ilişki içinde olundu. Bu ilişki ve çelişkilere bütünlüklü olarak bakılırsa Ecevit, halkçı uygulamalarının yanı sıra, sonuçta egemen sınıflarla uzlaşmaya çalıştı.
Sosyal demokrasi kavramı, 12 Eylül’den sonra neo-liberal akımların boy atmaya başladıkları dönemde, SODEP-SHP ile siyaset sahnesine çıkarıldı.
Akla gelen soru şu: CHP’nin kurucuları neden 1920’lerde veya 1930’larda bu kavramı benimsemediler? Rusya’da sosyalizmin kurulmaya başlandığı, Avrupa’nın en önemli ülkelerinde ise faşizmin yükseldiği bir dönemde Türkiye’de aydınlanmacı-bilimci Mustafa Kemal, sosyal demokrasiyi değil halkçılığı ve devletçiliği tercih etti, planlı ekonomiye yöneldi. Sonra 1960’larda İ. İnönü ve B. Ecevit, Avrupa’daki bazı partilerin benimsedikleri sosyal-demokrasiyi değil, (TİP’in CHP tabanını etkilemesinin önüne geçme amacı da vardı) “ortanın solu”nu tercih ettiler. Ortanın solu, “Moskova’nın yolu” değildi ama Amerikan yönetiminin haşhaş ekimini yasaklatmasına karşı çıkarak ülke çiftçisinin haklarını savunabiliyordu. Bu görüşü savunanlar, Batılı güçlere rağmen, Kıbrıs’a müdahale edebiliyorlardı.
Bazı liberallerin ileri sürdüklerinin aksine, hem 1920-30’ların CHP’si hem de 1960-70’lerin CHP’si 12 Eylül sonrasında ortaya çıkan sosyal demokrat partilere göre daha halkçı ve cumhuriyetçiydiler. Ekonomi alanında da planlamacı ve (kamucu) devletçiydiler. Gerçek CHP’lilerin bugün de üzerinde duracakları, asıl geliştirecekleri kavramlar bunlar olmalı, buralardan hareket ederek günceli yakalayan fikirler geliştirmeleri gerekir. Emperyalizmin 21. yy’da gütmeyi tasarladığı siyasa için ortaya attığı kavramlarla düşünmek yerine kendi öz kaynaklarına dayanarak düşünce üretmeleri halk tarafından daha çok kabul görmelerini sağlayacaktır. Ülke ve halk için, liberal düşüncelere göre daha doğru ve geçerli olan da budur. Yeni bir şey yapacağını sanarak kendi öz kökünden, bilincinden kopanlar ancak emperyalizmin ve içerideki uzantılarının oyuncağı olurlar.
***
Son kongrede de liberal fikirleri savunanların, CHP’yi emperyalist politikalara tam olarak uydurmak isteyenlerin, partiyi tehlikeli gördükleri cumhuriyetçi-halkçı-planlamacı kimliğinden bütünüyle koparıp dönüştürmek isteyenlerin yönetime sızdıkları görüldü. Partinin tepe yönetiminin de bu girişimlere kapı açtığı anlaşılmakta.
Bu belirlemelerin ışığında son kongreye bakınca dikkat çekici gelişmeler göze çarpıyor. CHP’nin Parti Meclisi’ne Bilim Kurulu kontenjanından dahil edilenler arasında yer alan bazı kişilerin daha önce savundukları görüşler “CHP zihniyetinin” karşısında. Mesela Yüksel Taşkın’ın neo-liberal, post-modern görüşleriyle bu partide ne aradığını sormak gerekir. Birikim dergisindeki yazılarını okuyunca açıkça görünen gerçek, bu akademisyen “Mustafa Kemal’in ne askeri, ne de yoldaşı”, tam da karşısında saf tutmakta.
Birikim dergisinin Ağustos-Eylül 2008 tarihli sayısında kadına birçok Batı ülkesinin bile vermediği hakları veren CHP’yi “kadının dışlanması üzerine kurdukları erkek iktidarı” konusunda –daha başka konular da varmış- AKP ve MHP ile ittifak içinde görmekte. Orada şöyle diyor:
“AKP’nin temsil ettiği İslamcı muhafazakarlık; CHP’nin temsil ettiği muhafazakar Cumhuriyetçilik ve MHP’nin temsil ettiği Milliyetçi muhafazakarlığın sessizce müttefik oldukları nokta, kadının dışlanması üzerine kurdukları erkek iktidarıdır. Bu “üç tarz muhafazakarlığın” iktidarının, sadece kadınlar aleyhine işlemediğini söylemeye bile gerek yoktur.”
Yüksel Taşkın’ın bu “muhafazakar Cumhuriyetçi” partide ne işinin olduğunu sormak gerekir. Genel Başkan hangi fikirlerinden ve çalışmalarından yararlanmak için bu kişiyi PM’ye sokmuş olabilir? CHP’yi tam olarak Neo-CHP yapmak için mi?
CHP’nin bu yeni PM üyesi sadece CHP ve Kemalizm’le uğraşmıyor, daha çok da devrimcilerle, sosyalizmle savaşıyor. Marksizmi “bilimsel” tezleriyle temellerinden sarsıp yere sermeye çalışıyor. Bugüne kadar hiç kimsenin göremediği Marksizmin yanlışlara dayanan temellerini ortaya çıkararak bilim tarihine katkılar yapmakta olduğunu sanıyor!
Taşkın bu yazısında diyalektik materyalizmi temel alan Marksizmin dinden ilham aldığını söyleyecek kadar ileri gitmektedir. Bu yeni CHP’li Marx’ı neo-liberal Fukuyama ile paraleleştirmekten de geri kalmıyor.
“Marksizm, ilhamını dinden alan Binyılcı veya Mesihçi hareketlerin tarih yorumundan fazlaca etkilenmiştir. Bunu Darwin’in Evrim Kuramı’yla harmanlayıp, tarihin hep ileriye gittiğini, evrildiğini ve bir noktada da kurtuluşa ereceğimizi, ve böylece tarihin biteceğini muştulamıştır.” diyecek kadar kendinden geçmiş bir bilgiçle karşı karşıyayız.
Yazar, insanlık tarihinin bir evresinde modern toplumla, büyük sanayiyle ve sanayi proletaryasıyla birlikte gün yüzüne çıkan Marksizmin üç büyük dünya görüşünden (Ortaçağ -dinci- dünya görüşü, Bireyci -liberal- dünya görüşü ve Marksist dünya görüşü) biri olduğu gerçeğini bilmezlikten gelmektedir. Dinci görüşe karşı daha sol Hegelci iken bayrak açan Marx’ın Hristiyanlıktan etkilendiğini söylemek için ya bilgisiz ya da kötü niyetli olmak gerekir.
Marx’ın idealizm ve din üzerine yazdığı onca eleştiri ve çürütme faaliyeti bir yana, eski arkadaşı Hess’in 2 Eylül 1841’de yazdığı yazı bu tavrının kanıtlarından sadece birisidir. Bir yıl sonra Rheinische Zeitung gazetesini birlikte kurdukları Hess şöyle yazar:
“Çağımızın en büyük, biricik gerçek filozofu, Doktor Marx henüz çok genç bir adamdır. O, dine ve Ortaçağ politikasına öldürücü darbeyi indirecektir.” (Henri Lefebvre, Karl Marx hayatı ve eserleri, s. 129-30, Anadolu Y. 1968)
Marksizm, klasik Alman felsefesinin, Hegel ve Feuerbach felsefelerinin, İngiliz ekonomi politiğinin, A. Smith ve Ricardo ekonomi politiğinin, Fransız devrimciliğinin, Saint-Simon, Fourier ve Owen’in ütopyacı sosyalizminin eleştirel bir bakışla yeniden ele alınışıyla ortaya konmuştur ve Lenin bu üç öğretiyi Marksizmin kaynakları olarak ifade eder.
Lenin’in “Marksizmin üç kaynağı ve üç öğesi” başlıklı makalesine başlarken yazdıkları günümüzün yeni liberallerini de kapsar. Lenin bu makalesine şöyle başlar:
“Uygar dünyanın her köşesinde, Marx’ın öğretileri, marksizme bir çeşit ‘zararlı mezhep’ gözü ile bakan, (resmi ve liberal) bütün burjuva biliminin aşırı düşmanlığını ve nefretini uyandırmaktadır.” (V. İ. Lenin, Marx – Engels Marksizm, s. 85, Sol Yayınları, 1976)
Bu arada kilise ve idealizmle büyük mücadeleler sonucunda tanınan Darwin’in evrim kuramı, diyalektik maddeciliğe büyük katkıda bulunmuştur. Dincilerin hala korktukları bu kuramı, mekanik bir şekilde toplumsal yaşama aktarmaya kalkışan Sosyal Darwincilerin gerici düşünceleriyle Marksizmin hiçbir ilişkisi de kurulamaz.
Ancak kesin olan bir gerçeklik, tarih ne kadar acımasız bir tanrıça olursa olsun, insan çok istese de tekrar maymun olamaz.
CHP’nin yeni Bilim Kurulu üyesi, Marksizmin “tarihin hep ileri gittiğini” savunduğunu yazarak Marksizmi genellemelerle ve düzleştirerek tarif ediyor. Tarih ileri gider ama bu gidiş düz bir gidiş değildir. Sıçramalarla, inişli-çıkışlı, zikzaklar çizerek yol alır. Bazı durumlarda geri düşüşler de olabilir ama uzun zaman periyotları içinde ele alınca tarih ileri gider. Her üretim biçiminde inişler çıkışlar olur ama sonuçta bir üst üretim biçimi hakim olur. Bu hakim üretim biçimi içinde eskisinin kalıntılarının varlığını sürdürmesi tarihin ilerlediği gerçeğini değiştirmez. Engels’in söyledikleri de bunu doğrulamaktadır:
“Tarih çok kez sıçramalarla ve zikzaklarla ilerleme kaydeder…” ( K. Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, s. 38, Sol Y. Üçüncü baskı, Engels’in Karl Marx’ın “Ekonomi Politiğin Eleştisi” başlıklı yazısı.)
Aynı yazısında Engels, “Tarihte olduğu gibi, tarihin yazına yansımasında da, gelişme, genellikle daha basit ilişkilerden daha karmaşık ilişkilere doğru ilerleme kaydeder…” diyerek Marksizmin gelişmeye nasıl baktığını ortaya koyar.
Sweezy’i de tarihin ilerleyişinin inişli-çıkışlı ya da zikzaklı bir seyir izlediğini ama kapitalizmin belli bir aşamasında onu yenecek gücü de yarattığını yazar: “Kapitalizmin [yıkılmaya] mahkum olduğu gerçeği sosyalizmin zaferini garantilemez. Tarih bir toplumun çöküşünün yeni ve ilerleyen bir sisteme dönüştüğü gibi, karmaşa ve gerilemeye de düşebileceğini kanıtlayan örneklerle doludur. Buna rağmen, şu çok önemlidir ki kapitalizm, doğası gereği, gelişmesinin belli bir aşamasında onu alt edip, yerine sosyalizmi geçiren bir gücü yaratır ve yetiştirir.” (K. Marx-F. Engels, Komünist Manifesto ve hakkında yazılar kitabından, Paul Sweezy, Manifesto’nun Tarihsel Önemi, s.126-27, Yordam Y.)
Kılıçdaroğlu’nun isteğiyle Bilim Kuruluna giren Yüksel, “‘Yorgun düşen kuşaklar’ için ne kadar avutucu bir sığınak! Bu Kurtuluş Teolojisi, Marksizm’in dinlerden ödünç aldığı bir düşünme biçiminin sonucudur. ‘Kurtuluşa kadar savaş,’ sloganları atarken hâlâ bu dindarca düşünme biçiminin etkisindeyiz.” gibi liberal düşüncelerini “Marksist-Kemalist dindarlık” gibi uyduruk ifadelerle süsledikten sonra CHP’ye sığınmasının izahı ne?
Türkiye’nin devrimci tarihinin gördüğü en kitlesel devrimci akımının ana şiarlarından birisini saçma sapan batıl kavramlarla bağlantılı gibi açıklamak aslında tarihi olguları saptırmak ve geniş halk kitlelerinin devrimci eğilimler içine girebileceği gerçekliğini küçümsemektir.
Marksizmi aşmakla aklını bozan birçok düşünür ortaya çıkmıştır ama bu çabaların hiçbir anlamı ve geleceği olmadı, çünkü Marksizm zaten kendi kendini aşan bir dünya görüşüdür. Değişmenin-hareketin teorisi olan Marksizmin kendini aşması, ilkelerin ve yöntemin önüne gelen tarafından “gözden geçirilmesiyle” değil, pratikte sürekli sınanan teorinin zenginleşmesi ve derinleşmesiyle olur.
***
“Bu tür meseleler CHP’nin iç işi, size ne” diyenler çıkabilir, buna verilecek cevap şudur: Biz sosyalistler, Türkiye’nin emperyalist tahakküm altında ezilmesine ve bugünkü gerici iktidarın Cumhuriyetle sağlanan ilerici değerleri yok etmesine karşı olan ve olması gerektiğini düşündüğümüz bütün parti, çevre ve kişileri tam bağımsızlık, aydınlanma-akılcılık ve demokrasi mücadelesi içinde yer almaları için teşvik etmek ve hatta zorlamak göreviyle yükümlüyüz. Bu kesimlerin emperyalizmin politikalarının parçası haline gelmesine hiçbir devrimcinin tahammülü yoktur ve olamaz da…
Kongreden sonra Cumhuriyet gazetesine Cihaner ile verdikleri röportajda S.S. Böke, yayınladıkları bildirgede; “Evrensel sol değerlerin ve Atatürk’ün Cumhuriyet değerlerinin üzerine inşa edilmiş bir gelecek”e vurgu yaparak ne demek istediklerini ortaya koyuyor. Biz de tam bu noktada diyoruz ki; “evrensel sol değerlerin ve Cumhuriyet değerlerinin” üstüne bir gelecek kurmayı düşünüyorsanız, en önce, Türkiye üzerinde ekonomik, siyasi, askeri ve ideolojik hegemonya kurmuş olan yeni tip müstevlilere karşı İstiklal-i tam şiarıyla karşı durmanız gerekir. İlericilik ve aydınlanma taraftarlarının, demokratların ve devrimci-sosyalistlerin birlikte mücadelelerini sağlayacak en temel kavram emperyalizme karşı verilecek bağımsızlık mücadelesidir. Demokrasi, özgürlük ve daha ileri aşamanın sorunu olan eşitlik Bağımsız Türkiye’nin gerçekleştirilmesiyle birlikte ele alınacak sorunlardır. Bağımsızlık sağlanmadan ne demokrasi olur, ne de özgürlük…
Sonuç olarak, kongre sonrasının CHP’sinin bu halinin de ortaya çıkardığı bir gerçeklik, devrimcilerin kendi yollarını kendilerinin yapmasının önemidir. Bu önemli mücadeleyi devrimci kesimin gerçek hayattan çıkardığı güncel-somut politikalarla geliştirmesi gerekmektedir.
Bu anlamda hemen atılması gereken adım; hiç vakit kaybetmeden, Türkiye’ye düşmanlığı alenileşen, ülkemizi parçalamaya çalıştığı artık tartışma dahi götürmeyen ABD emperyalizmine karşı somut mücadele biçimleri geliştirmektir. Mesela İncirlik Üssünden Amerikan güçlerinin atılması için mücadele başlatmak bunların ilki ve en etkilisi olabilir.
İkinci önemli konu; CHP ve HDP dışında kalan sol kesim adına sosyalist partiler, hiç vakit kaybetmeden, ortak bir cumhurbaşkanı adayı belirleyip halka duyurmalı ve bu yöndeki çalışmalar gecikmeden başlatılmalıdır.