CHP’nin Hali, Memleketin Hali, Dünyanın Hali-Ali Tartanoğlu

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Seçim mitingi… Kürsüde Erdal İnönü… Alan dolu… Ama dinleyicilerin hepsi fötr şapkalı, şık paltolu, gıcır gıcır boyalı ayakkabılı beyler; şık şapkalı, kürk mantolu vb hanımlar…

Bir başka alan… Yine seçim mitingi… Alan daha da dolu… Dinleyicilerse bu kez “gislaved” lastik pabuçlu, kasketli, poturlu erkekler; tülbentli, şalvarlı, yine lastik ayakkabılı kadınlar…

“İşte”, demiş bir gazeteci, “SHP’nin, ondan önce CHP’nin niye 50’den bu yana iktidara gelemediğinin fotoğrafı… Bir kere nüfusun büyük çoğunluğunu Demirel’i izleyenler oluşturuyor. İkincisi, CHP’nin iktidardan uzak olduğu bütün bu dönemde, Demireller, Demirel’i izleyenlerin Erdal Bey’i izleyenlere dönüşmesine izin vermedi…”

Değerli dostum Ömer Faruk Eminağaoğlu işin teknik kısmını bir hukukçu (hem de çok iyi bir hukukçu…) olarak gayet güzel toparlamış. “İktidar olamamak”, CHP’nin bugün sözü edilen en büyük hatası ise veya iktidar olamamak bir siyasi parti için en büyük hata ise, evet Eminağaoğlu’nun tespitleri çok önemlidir. Üye yapısı, üyelik sistemi, delege sistemi, delegelik yapısı, örgüt yapısı, organların yapısı, milletvekilliğine ve organlara adaylık ve seçim düzeni, genel merkezin ve genel başkanın anti demokrat hâkimiyeti, seçmen tabanı… CHP’de bunların hepsinin, sorunlu olmaktan öte, bizatihi kendileri birer sorun…

Bir yerlerde kayıtlı bir rakam okuyamamıştım; ama çok da derin araştırmamıştım. Yine de CHP’nin üye sayısı olarak kafamda hep bir “bir buçuk milyon” rakamı vardı. 7 Kasım seçimleri öncesindeki ön seçimler dolayısıyla bizzat Parti olarak açıklamak zorunda kaldılar ve biz öğrendik ki “90 yıllık çınar” sloganlaştırarak övündükleri gerçekten 90 yıllık, devlet, imparatorluk yıkıp devlet, cumhuriyet kuran, dünyada neredeyse başka bir örneği bulunmayan kooocccaa CHP’nin toplam üye sayısı 800 bin civarında imiş!.. 15 milyon nüfuslu, 9 buçuk 10 milyon seçmeni bulunan devanası İstanbul’da topu topu 220 bin, Atatürk’ün ve Türkiye’nin, dolayısıyle CHP’nin de başkenti, genel merkezinin bulunduğu kent olan kuvvayı milliye Ankara’sında 70-80 bin, Ankara’dan sonra ülkenin ancak üçüncü sıradaki büyük kenti İzmir’de bile Ankara’dan fazla, 120-130 bin üyesi varmış 90 yıllık Çınar’ın!..

Uzun zamandır böyle geniş çaplı ön seçim yapılmıyordu CHP’de. CHP ile ilgisi olmayanlar da, sade CHP seçmenleri de, üyeleri de, hele CHP’de siyaset yapma hevesinde olanlar (ki bunların çoğunu milletvekili olmak isteyenler diye okumak lazım. Çünkü sadece CHP’de değil, öteki partilerde de siyaset yapmak, hele o meşhur ve artık kabak tadı vermiş deyimle “elini taşın altına sokmak”, milletvekili olup Meclise girmek olarak anlaşılıyor, başka şey değil!) haklı olarak heyecanlanıyor ve büyük önem atfediyorlardı ön seçime. Ve ifade biçimi şuydu: “Koyacaksın kardeşim sandığı vatandaşın, üyenin önüne!..”

Bu şu demekti: “Milletvekili adaylarını hep genel merkez tespit ediyor. Beni de sevmiyor bu alçak genel merkez ve bir türlü listeye almıyor. Koysa sandığı üyenin önüne, ön seçim yapsa bak ben nasıl listeye girip aday seçiliyorum…”

Birincisi, böyle düşünüp böyle konuşanların pek çoğu ön seçimlerde nal topladı. Onların yerine “bu adam, bu kadın ne cesaret ön seçime giriyor yav!..” diye burun kıvrılanlar seçildi.

İkincisi, ön seçim denilen sihirli değnek, zümrüdü anka kuşu pek mi sağlıklı işledi? Üç bin, beş bin üyeye, ön seçimlerde de ziyafetler verilmedi mi? Borçlar kapatılmadı mı? Bendeniz bunların tanığı olmadım; sağda solda okudum; ama hiç itiraz edildiğini, tekzip edildiğini de duymadım. Elbette yüz binlerce üyeyi, bin iki yüz delegeyi tavlar, kafalar gibi etki altına almak mümkünse bile çok zor. Ama etik olmayan hadiselerin yaşandığı da bir gerçek anlaşılan.

Üçüncüsü, deniyordu ki “efendim, milletvekili listelerini, yani milletvekili adaylarını genel merkez ve genel başkan belirleyince seçilen milletvekilleri genel başkanın, genel merkezin talimatının dışına çıkamıyor. Onların kulu oluyor. Teorik ve matematik olarak da, hayatın gerçekleri bakımından da doğru…

Doğru da, ön seçimde de, kendisini seçen üyelerin kulu olunmaz mı, olunamaz mı?..

Kaldı ki milletvekilleri, hangi partiden olurlarsa olsunlar, bugüne kadarki uygulamada hep iki arada bir derede veya kırk katır mı kırk satır mı cenderesinde değiller miydi? Bir tarafta genel başkan, genel merkez, onların meclisteki sopaları olan grup başkan vekilleri… Öbür tarafta ise üyeler değilse bile seçmenler… Önüne gelen, “parti üyesiyim” diye, hatta daha da ileri gidip “ilçe başkanıyım” veya artık küstahlaşıp “biz bu partiyi kırk yıldır sırtımızda taşıdık” diye çıkıp gelebilir. Milletvekili ise hiçbirine “göreyim bakayım üye kartını” demez, diyemez. (Böyle gelen birine, bir milletvekilinin sekreteri, kendini tutamayıp “taşıdınız da ne oldu? Koca Ankara’da sadece iki belediyesi var CHP’nin” demekten kendini alamadığına bizzat şahit olmuştum.

Başka partilere dair de başka öyküler dinlemiştim. Adam bir kilimle gelmiş, milletvekilinin kapısına sermiş kilimi “benim hanım beni terk etti. Ya benim hanımı bulup getireceksin, ya bana başka hanım alacaksın” diyor.

Bunun derdi “hanım”… Milletvekiline gelmiş.

“Biz bu partiyi kırk yıldır sırtımızda taşıdık” diyenin derdi, oğluna iş… Milletvekiline gelmiş…

Bir tanesi gelmiş vekille görüşmeye, sekreter “vekil yok” demiş. Adam ısrarlı ve kendini beğenmiş… Küçük dağları ben yarattım dercesine dolaşıyor ortalıkta. “Öyleyse danışmanıyla görüşeyim” demiş. Peki demişler. Danışman, adamı ikna etmek için vekilin odasına almış adamı. Oda boş. Oturmuşlar, adamı dinleyecek, derdini, talebini öğrenecek. “Buyurun nedir sorun” demiş. Adam cevap vermek yerine yine sormuş, vekilin bulunmadığı apaçık odasında “demek vekil yok.” Danışman sinirlenmiş. Eğilmiş vekilin masasının altına bakmış: “Valla burada da yok” demiş. Adam bereket bu kadar anlayışlı… “Peki biz gidelim o zaman, sizinle anlaşamayacağız” demiş gitmiş. Danışman ertesi gün durumu vekile anlatmış “valla seçmeniniz olduğunu söyleyen birisi böyle yaptı, ben de böyle karşılık verdim” diye. Tabi kaçınılmaz sonuç: vekil “seçmene böyle mi yapılır” diye bağırmış çağırmış. Danışman “öyleyse seçmen ve insan ilişkilerinden beni affedin” demiş ve hakikaten öyle olmuş.

“Muhterem seçmen”, sonraki günlerde vekille görüşmüş. Ne mi istiyormuş?.. Vekilin, vekili olduğu ilde bir okulun kantininin işletmeciliğini!.. O kadar afra tafra, nihayet kantin işletmeciliği içinmiş meğer..

Bir başkası… Yeni evli oğlu, anlaşılan karısının hasretine dayanamamış, askerden kaçmış. Doğu’da bir ilçenin başkanı olduğunu söyleyen baba, yine kendi ifadesiyle oğlunu kendi elleriyle götürüp kıtasına teslim etmiş. Ama askerden kaçmak suç… Oğlan tutuklanmış, askeri ceza kanununa göre yargılanacak. Fakat başka bir ildeki askeri mahkemede… Babanın (tabi oğlun mızıldanması üzerine olsa gerek” talebi, oğlunun ailesine yakın bir ilde yargılanması, eşinin, sık sık ziyaretine gelebilmesi… Ergenekon davasının en celalli günleri… Tutuklanmadık general yok… Vekil muhalefet partisinden… Arayacak Genelkurmayı, “bu çocuğu o ilde değil bu ilde yargılayın” diyecek… Baba ilçe başkanının talebi bu…

Bunların hepsi ya partiye oy vermiş ya da üye… Ön seçim bunlarla yapıldı. Üyelerin hepsi hiiiiç kuşkusuz böyle değil. Hatta böyle olanlar, eminim ki kahir ekaliyette, ezici biçimde azınlıkta…

Amma…

İktidar partisinin üyeleri, seçmenleri de, bunlara ek olarak, bayilik istiyordur, ihale istiyordur, kredi istiyordur… Ne fark eder?!..

Bizim köyün okulu, öğretmeni, yolu, suyu, elektriği, vb. diyen?… Bunlar için muhalefet milletvekiline gelmeyecek kadar akıllıdırlar; bu talepler için vekil arayanlar yine iktidar vekillerine gitmek gerektiğini bilirler; zaten kuvvetle muhtemeldir ki iktidar seçmeni, iktidar partisi üyesidirler.

Kaldı ki iktidar partisine bile böyle kamusal taleplerle gidenlerin şaşırtıcı bir azınlık teşkil ettiğinden şüphe etmemek gerek.

Tablo CHP için de aynı.

Kadrolar, adaylar ister seçimle, ister atamayla belirlensin… Seçimle belirlenmesinin ideal olduğu elbette tunç kanun… Genel merkez, genel başkan sultasının hiç de övünülecek bir durum olmadığı da tunç kanun. Başka pek çok tunç kanun oluşturmak hiç zor değil. Eminağaoğlu, bu tunç kanunların en azından ipuçlarını, yazılarında pek güzel ta’dat ediyor.

Yine ammaaa…

Yav, ön seçim ön seçim… CHP son ön seçimi, zaten bütün seçim bölgelerinde yapmadı. Ama yapsaydı bile, nihayet 800 bin üyeyle yapacaktı. Bu 800 bin üyenin de zaten ancak yarısı ön seçime katıldı. Yani ön seçimle aday olanlar 400 bin üyenin oyuyla aday oldular, beğenmediğimiz % 25’e tekabül eden 11 milyon oyu almış 90 yıllık çınar CHP’de…

AKP’nin yüzde 49’larını, hatta Mısır’ın Mursi’sinin yüzde 50’lerini toplam seçmen sayısına göre ölçüp biçip, “bu aslında yüzde 36 demek, yüzde 26 demek” diyoruz. CHP için de geçerli aynı ölçüp biçme…

Ve en önemlisi…

“Velev ki” bu sorunların hiç biri yok. CHP’nin 800 bin değil 5 milyon üyesi var. Üyelerin hepsi son derece bilinçli, akıllı, bireyci değil kamucu, cevval, ateş gibi… Bütün kadrolar son derece sağlıklı seçimlerle belirleniyor. Her şey şıkır şıkır…

CHP iktidar olur muydu?

Öteki partilerde, hadi hepsini bir yana bırakalım, iktidar olabilenlerde CHP için Eminağaoğlu’nun ve bendenizin sayabildiği sıkıntıların hiçbiri yok da ondan mı iktidar olmuşlar, oluyorlar?

AKP pek övüldü, pek taktir edildi: Efendim “halka dokunuyor” (ne demekse!..), kapı kapı dolaşıyor. Avamın dilini kullanıyor… Vesaire vesaire…

AKP’nin halka dokunması ne? “Ananı da al git” midir halka dokunmak? IMF’yi eleştiren üniversite öğrencisine “komünist” demek midir halka dokunmak? Ülkedeki milyonlarca Alevi’yi, yok etmek istercesine yok sayıp, ana muhalefet liderini “Alevi” diye itip kakmak mıdır halka dokunmak?.. Kendisine meseleyi izah için kendi izniyle gelen Haziran direnişi önderlerine “bana siz mi öğreteceksiniz sosyolojiyi” diye, makamında bağırıp çağırmak mıdır halka dokunmak? Haziran direnişine katılan milyonlar başta, hoşuna gitmeyen tek söz eden her sıradan yurttaşa en ağır hakaretleri yağdırmak, bununla da hırsını alamayıp neredeyse alayını en azından “hakaret” suçlamasıyla, daha kızarsa terörist, casus suçlamasıyla zindanlara attırmak mıdır halka dokunmak?

CHP hırsızlık, suiistimal, yolsuzluk, usulsüzlük yapmadığı, rüşvet almadığı için mi iktidar olamıyor? Önüne gelene savaş açmadığı, Türk Silahlı Kuvvetlerinin Hava Kuvvetlerine, aileden bir takım petrol tankerlerini bombaladığı için Rus uçaklarını düşürme emri vermediği için mi iktidar olamıyor?

İktidarını borçlu olduğu 12 Eylül generallerinin anayasasını, iktidarının birinci gününden itibaren delik deşik ettiği için mi iktidar olamıyor?

Amerika’ya “beni kubura süpürme, kullanmaya devam et” demediği için mi iktidar olamıyor?

CHP bu akıl almaz yanlışlıkların, kötülüklerin hatta hayınlıkların hiçbirini yapmadı. Yapanlar sürekli iktidarda, yapmayan CHP ise iktidara en çok % 42 yaklaştı; ama sistem adam gibi iktidar olmasına izin vermedi. % 42 aldığında paniğe kapılıp Ecevit’e suikast üstüne suikast düzenledi. Çünkü Ecevit “Toprak işleyenin su kullananın”, “hakça bir düzen” demişti. Ama 69 milletvekiliyle, 450 kişilik parlamentonun 450-69’unun dışarıdan desteğiyle iktidar yapmakta tereddüt etmedi ve ama… Sıcak kestaneyi de getirip kucağına bıraktı: Abdullah Öcalan!…

CHP ne zaman % 42 oy almış, ne zaman baraj gölünde boğulmuş, ne zamandır % 25’e takılıp kalmış? Ve Ecevit ne zaman suikast teşebbüslerine maruz kalmış? Buna karşılık aynı Ecevit ne zaman, yani ne yapıca, 69 sandalyeyle iktidar yapılmış?

Sola, sosyalizme değil ama bir miktar adam gibi sola, yani halka, halkına, Türk ulusuna açılınca, “ortanın solu”, “toprak işleyenin su kullananın”, “ne ezen ne ezilen, insanca hakça bir düzen” dediği zaman, bütün ahali kendine bu sloganlarda bir yer ve CHP de yüzde 42’yi bulmuş; ama tam anlamıyla iktidar yapılmadığı gibi iktidara giderken yürüdüğü yolda suikastlardan nefes alamaz olmuştu. Suikast tertibini bizzat zamanın başbakanı Demirel haber vermişti “Taksim’de miting yapma, vuracaklar seni” uyarısıyla birlikte, mesela. 1977’de… Çiğli’de Ahmet İsvan’ın yaralandığı suikast teşebbüsü ayrıca… Bunlar bildiklerimiz… Bilmediklerimizse, adı üstünde bilmediklerimiz.

Ne zaman ki Ecevit uslu çocuk oldu, “canım Fetullah Hoca da yurt dışında güzel işler yapıyor”, “Vahdettin de fena adam değildi” “laikliğe saygılı dindarlar”, “başka partilerin tabanındaki mütedeyyin vatandaşlar”, “Kissinger benim hocamdı” demeye başladı, ne zamanki iç ve dış sermayenin dikte denilebilecek ağır telkiniyle Kemal Derviş denilen yaratığı ülke ekonomisinin başına “serdümenci olarak getirdi, 69 kişiyle tek başına, 125 kişiyle koalisyon birincisi olarak iktidar ve başbakan yapıldı.

Sonra, yine ne zaman “ulusalcı solculuğu” tutup Amerika’nın “Kıbrıs’ı verin” baskısına, Türkiye üzerinden Irak’ı işgal politikasına hayır dedi, Derviş gibi, Hüsamettin Özkan gibi, kendi başına kendisinin dert ettiği köstebekler tarafından partisi parçalanıverdi; hükümet gitti…

Tamam da kardeşim; Baykal da hele hele Kılıçdaroğlu da bunların tam tersini yaptı; asla, Batı’yı, iç-dış sermayeyi, “mütedeyyin vatandaşları” İslamcıları ürkütecek şeyler yapmadılar, hatta resmen ikinci cumhuriyet çizgisine kaydılar; ama partinin oyları da % 25’te çakıldı kaldı.

CHP’nin, CHP’yi yönetenlerin, hatta üyelerinin, seçmenlerinin dönüştürülme çabaları, dönekleştirip kendilerine ihanet ettirme çabaları, “dönerseniz sizi iktidar yaparız” diye değil ki, değildi ki. Yani döndürmeye uğraşanlar hiçbir zaman böyle bir şey söylemedi. Sadece CHP’yi yönettiğini sananlar, hem de maalesef taaa İsmet Paşa’larından bu yana böyle zannetti: Biraz din, iman, Allah lillah dersek, para babalarının üstüne fazla gitmezsek, NATO’ya girip Amerika’yla iyi geçinirsek biz de iktidar olabiliriz. DP, AP, DYP, ANAP böyle böyle iktidar olmadı mı?!..

E yani ne demek istiyorsun sen; veya ne demek istiyorum ben?

Demek istiyorum ki ben:

Eminağaoğlu’nun yazdıkları, benim yukarıda vurgulamaya çalıştığım teknik hususlar elbette önemli, hem de çok önemli. Ama normal, olağan şartlarda… Mesela bizim de üyesi olduğumuz uluslararası kuruluşlara üye öteki “normal” ülkelerde de olabilecek sorunlardan başka sorunun olmadığı, iç ve dış politikası, ekonomisi iyi kötü işleyen çalışan, kimsenin sistem değil ama rejim değiştirmeye hırsla, öfkeyle soyunmadığı, rejimin de kendi kurallarında olabildiğince düzgün işlediği koşullarda…

Türkiye böyle mi? Normal mi?..

O zaman CHP’nin de, hadi a-normal demeyelim, ama biraz normal dışı hareket etmesi gerekir. “Biraz din, iman, Allah lillah dersek, para babalarının üstüne fazla gitmezsek, NATO’ya girip Amerika’yla iyi geçinirsek”ten farklı düşünmesi, davranması gerekir.

Oysa CHP, her şey tamamen değilse de neredeyse gülistan imiş gibi hareket ediyor.

Milli Şef döneminde Türkiye’nin halini yukarıdaki “normal” ülkelere benzetmek yanlış olmaz. Sorunlar, hatta belki büyük sorunlar vardı (veya hiç değilse büyük sorun yoktu); ama rejim kendi kuralları içinde çarkını döndürüyordu.

Ancak maalesef kendine Milli Şef unvanını yakıştıran İsmet İnönü, sanki Türkiye batıyormuş, yanıyormuşçasına hep panik içinde karar verdi, hareket etti. Sorun olmayan durumları bile adeta soruna çevirdi. Güya çok partili sistemi, dolayısıyla demokrasiyi getirdiği iddia ediliyor, hadi getirdi diyelim. Bu defa da iktidarı kaybedeceği paniğiyle abuk subuk önlemler almaya kalktı, partisinin damardan sağcı gerici ağır toplarının etkisiyle.

Evet!

2016’nın bu olağanüstü anormal şartlarında, CHP’nin (ve Türkiye’nin) derdi Eminağaoğlu ve bendenizin ta’dat etmeye çalıştığı teknik sorunlar değildir. O kadar kusur kadı kızında da olur; yani sadece Türkiye’deki değil, öteki “normal” ülkelerin partilerinde de var, şu veya bu ölçüde.

2016 Türkiye’sinin bu fevkalade anormal, tehlikeli şartlarında, Osmanlı İmparatorluğunun yıkılıp Türkiye Cumhuriyetin kurulmasını sağlayan yine fevkalade dinamizmin, inancın, cesaretin, kahramanlığın, aklın arkasındaki örgüt olan CHP’nin sorunu teknik değil ideolojik, siyasi, mantıksal, aklidir.

Bundan beş altı yıl kadar önce bir sohbette, CHP’nin deve dişi sayılabilecek birkaç milletvekiline âcizane söylemiştik: İmparatorluk yıkıp Cumhuriyet, devlet yıkıp devlet kurmuş, mucizevi bir örgütün, partinin üyelerisiniz, milletvekillerisiniz. Bunun dünyada başka örneği yok. Siz teksiniz. Evet, Partinizin internet adresi “www.chp.org”. “org” örgüt demek. CHP örgütün çok ötesinde bir şey… Dünyada devlet yıkıp devlet kurmak açısından başka örneği bulunmayan bir yapıya örgüt demek, onu küçümsemektir. CHP bir “kurum”dur, hem de “kurucu bir kurum…” Ama bunun kıymetini bilmiyorsunuz. Derya içre olup derya nedir bilmeyen mahiler gibisiniz. Yazık ediyorsunuz su koca kurucu kuruma da, kendinize de, millete de, ülkeye de…

Hiç seslerini çıkarmamışlardı. Ama reddeder, itiraz eder havaları da yoktu.

 

Bir başka benzeri sohbette de yukarıdaki sözlerimizin karşılığı olarak “ e, ne yapacağız peki” gibi bir soru gelmişti veya konu bu noktaya gelmişti. Cevaben;

“- Oturup, CHP’nin iktidardan ayrıldığı 1950’den bu yana uygulanan bütün politikaları tek tek gözden geçirecekseniz. Günümüz koşullarında önemli olanları ayıkladığınızda karşınıza ABD ile, AB ile ilişkiler, özelleştirme gibi uygulamalar çıkacak. ABD ve AB ile ilişkileri de sıkı bir şekilde gözden geçireceksiniz. Göreceksiniz ki bu ilişkiler, eşit, dengeli ilişkiler değil; zayıfla güçlü, mazlumla zalim, ezenle ezilen, sömürenle sömürülen ilişkisidir. Milli Şefiniz İnönü’nün vaktiyle dediği gibi, Ayıyla yatağa girmek zor iştir. Bizzat İnönü paşa döneminde başladığı üzere, Türkiye ise Ayıyla aynı yatağı girmiştir. Ayı ise sevişmenin çok ötesinde sevgilisini neredeyse param parça etmektedir. Ayı ancak böyle sevişiyor demek ki… Atatürk’ün Türkiye’sine bu yakışmaz, hatta bu, Atatürk’e saygısızlıktan öte ihanettir. Atatürk’ün CHP’si içinse bütün bunlara sessiz kalmak, hele “ay keşke beni de alsa yatağına” demek, demese bile bunu ummak, en büyük utançtır. ABD’ye ve AB’ye, aynı yatağa girilmediği, sadece aynı masanın iki tarafına oturulduğu, eğer eşit, hakkaniyetli, Türkiye’nin milli menfaatlerine uygun davranılmayacaksa, Türkiye’nin kendileriyle en azından diplomatik ilişkiyi, bu mantıkları değişene kadar keseceği, büyükelçilerini çekeceği, kendilerinden de büyükelçilerini çekmelerini isteyeceği bildirilmelidir.

İçeriye dönüp özelleştirmelere bakınca… Bunun mantığı hiçbir zaman adamakıllı izah edilmedi. Niye özelleştirme? Kamudan ne zarar gördük? Efendim KİT’ler arpalık olmuştu, zarar ediyordu, vergileriyle bu kurumları besleyen halka yük oluyordu falan filan…

Hayır. Bunların hepsi lafı güzaf… Özelleştirmeleri durduracaksınız. Daha önce yapılmış özelleştirmeleri de iptal edip, özelleştirilen KİT’leri, eğer hayatta kalmışlarsa yeniden kamulaştıracaksınız. Zaten yok pahasına özelleştirilmişlerdi. Alıcılara, o çok düşük fiyatlar için de uzun ödemesiz dönem hakkı tanınmış, onlar da bu uzun dönemlerin daha ilk bir iki yılında borçlarını ödeyip kara geçmiş, ödemesiz dönemin sonuna kadar bu kar devam etmişti. 50 milyar dolarlık işletmeyi 5 milyar dolara mesela 10 yıl ödemesiz alanlar, daha ilk iki yılda o beş milyar doları kazanıp kara geçtikleri halde, 10 yılın sonuna kadar alacaklı devlete beş kuruş ödemeden kar etmeye devam etmişlerdi. Siz şimdi hiç karşılık ödeme yapmıyoruz deseniz de alıcılar bir şey kaybetmez. 5 milyar dolara almışlarsa, hadi namus belasına 500 milyon dolar ödeyin. Onlar zaten geri ödemesiz 10 yılda 50 milyar doları çoktan kazandılar veya kazanacaklar. Kamulaştırma anında bile ödedikleri 5 milyar doları çoktan kazanıp bir sürü kar ettiler. Hiçbir şey kaybetmezler.

Sonra da yeniden KİT kurmaya devam edeceksiniz”

Söylediklerimiz mealen buydu.

ABD, AB ilişkileri konusunda söylediklerime pek ses çıkardıklarını hatırlamıyorum. Özelleştirme konusunda diğerlerinin ne dediğini de hatırlamıyorum. Ama hiç beklemediğim, en güvendiğim, güvenmem gerektiğini düşündüğüm bir vekilin tepkisini ise hiç unutmuyorum:

“- Daha neler!…”

İşte vehbinin kerrakesi… İşte hoşafın yağının kesildiği yer… İşte, bize göre CHP’nin asıl sorunu, asıl tıkandığı yer.

İDEOLOJİ…

11 KASIM 1938’den itibaren bu böyle!

CHP kuşkusuz solcu, sosyalist bir parti olarak kurulmamıştır. Atatürk dahil kurucuların hiçbiri harekete geçerken bunları düşünmemiştir. Hatta düşünseler bile bizim umduğumuzun, sandığımızın tersini düşünmüşlerdir.

Lozan görüşmelerinin sürdüğü, kesintiye uğrayıp İzmir İktisat Kongresinin toplandığı günler… Muhataplarımız KAPİTALİST, Emperyalist ülkeler… Savaş bitmiş değil. Her şeye “hayır” dersek, savaş yeniden başlayacak. Karşımızdakilerin savaşı devam ettirecek hali yok, perişanlar. Ama bizim durumumuz da onlardan çok iyi değil. Savaş bir an evvel bitsin istiyoruz.

Lozan’daki muhataplarımız, askeri ve siyasi olarak, açıkça söylemeseler de yenilgiyi kabil etmiş. Ama işin iktisadi yanı da var. “Yav tamam. Türkiye Cumhuriyetini, onun bağımsızlığını kabul edelim. Bunun birçok gereğini de kabul edelim. Ama ya yeni Türkiye bizimle bu anlaşmayı sadece askeri, siyasi açıdan imzalayıp sonra Bolşevik oluverirse?!.. Verdiklerimizi verdik, tamam. Ama yeni Türkiye’nin kapitalizm limanından uzaklaşmasına asla izin veremeyiz!..”

Zamanın ABD’si İngiltere’nin Lozan’daki temsilcisi Lord Curzon’un İsmet Paşa’ya söylediği “Her talebimizi reddediyorsunuz. Reddettiğiniz her talebi cebime koyuyorum. İleride kalkınmak, gelişmek için paraya ihtiyacınız olacak. Para da bir bizde bir de (yanında oturan ABD temsilcisini işaret ederek) bunlarda var. İşte o zaman şimdi cebime koyduklarımın hepsini birer birer çıkarıp önünüze koyacağım” derken kast ettiği de budur.

İsmet Paşa “biz öyle bir taleple karşınıza gelirsek buyurun koyun önümüze…” mealinde bir cevap verir. Yani, biz böyle çıkmayacağız ki sizin karşınıza demek ister.

1947’den itibaren, başka şeyler bir yana, üstelik hiç de ihtiyacımız olmadığı halde IMF ve Dünya Bankası üyeliği için, ABD askeri, mali yardımları için, NATO üyeliği için ilk başvuruları yapan da, ne yazık ki, kamuoyundaki genel kanaatinin tersine Menderes-Bayar-DYP değil, Atatürk’ün en yakın silah arkadaşı, Lozan kahramanı, “İkinci Adam”, ikinci cumhurbaşkanı “İsmet Paşa”dır. Atatürk’ün ve o sırada Türk milletinin “İsmet Paşa”sı, Lozan’da arkasındaki Atatürk’ün, Kurtuluş Savaşının devasa destek ve gücüyle tükürdüğünü, Lord Curzon’un dediğini aynen gerçekleştirip 1946’dan sonra hiç gerekmediği halde ne yazık ki yalamıştır!..

CHP’nin “makus talihi”, iyimser muvafık yaklaşımla 1946’dan, affetmeyen muhalif yaklaşımla 11 Kasım 1938’den itibaren böyledir ve kerameti kendinden menkul Milli Şef tarafından belirlenmiştir. Ve bu, ne acıdır, koca Türkiye’nin de “makus talihi” olmuştur!

CHP, kuşkusuz sosyalist bir parti olarak kurulmadı. CHP’nin tohumu, ana rahmi sayılan Erzurum ve Sivas Kongreleri sırasında da, 9 Eylül 1922’de kuruluş dilekçesi verilirken de Atatürk dahil kimsede böyle bir niyet yoktu. O kadar ki…

7 Şubat 1923… Yer Balıkesir… Mekan Paşa Camiinin minberi… Yani ünlü Balıkesir Hutbesi… Zafer kazanılmıştır ama Cumhuriyetin ilanına daha 9 ay vardır. Dolayısıyla Mustafa Kemal o sırada hala İcra Vekilleri Heyeti Reisidir, devlet başkanı konumundadır. İslamiyet’te ise devlet başkanları aynı zamanda dini lider “imam”dır; hatta imam devlet başkanı ile eş anlamlı olarak kullanılan bir deyimdir. Mustafa Kemal bu vakıadan istifadeyle minbere çıkmıştır. Kendi konuşmasını bitirdikten sonra, cemaate soru sorabileceklerini söylemiş, Halk Fırkası hakkındaki bir soruya cevap verirken de şunları söylemiştir:

“… Şunu belirteyim ki, başka ülkelerde partiler kesinlikle iktisadi maksatlarla kurulmuştur ve kurulmaktadır. Çünkü o ülkelerde çeşitli sınıflar vardır. Bir sınıfın çıkarını korumak için kurulan siyasi bir partiye karşılık, bir başka sınıfın çıkarını korumak maksadıyla bir başka parti kurulur. Bu çok doğaldır. (Ancak) Sanki bizim ülkemizde de ayrı ayrı sınıflar varmış gibi kurulan siyasi partiler yüzünden yaşadığımız sonuçları biliyorsunuz. Oysa Halk Fırkası dediğimiz vakit, bunun içine bir kısım değil bütün millet dahildir.

Ber kere halkımızı gözden geçirelim. Biliyorsunuz, memleketimiz çiftçi memleketidir. O halde milletimizin büyük çoğunluğu çiftçi ve çobandır. Bu böyle olunca, bunun karşısında büyük arazi ve çiftlik sahipleri akla gelir. Bizde büyük araziye kaç kişi sahiptir? Bu (büyük) arazi(ler)nin miktarı nedir? İncelendiğinde görülür ki, memleketimizin büyüklüğüne, yüzölçümüne göre hiç kimse büyük arazi sahibi değildir. Dolayısıyla bu arazi sahipleri de korunacak insanlardır.

Sonra, sanat sahipleriyle (zanaatkarlarla, esnafla) kasabalarda ticaret yapan küçük tüccarlar gelir. Şüphesiz bunların çıkarlarını, bugünlerini ve geleceklerini de sağlamak ve korumak mecburiyetindeyiz. Çiftçilerin karşısında olduğunu farz ettiğimiz büyük arazi sahipleri gibi, bu ticaret erbabının karşısında da büyük sermaye sahibi insanlar yoktur. Kaç milyonerimiz var? Hiç!.. Dolayısıyla, biraz parası olanlara da düşman olacak değiliz. Tersine, ülkemizde birçok milyonerin hatta milyarderin yetişmesine çalışacağız.”

Mustafa Kemal, daha sonra işçi sınıfından, ülkenin kalkınıp gelişmesi için işçiye olan ihtiyaçtan dolayısıyla işçilerin de korunması gereğinden; aydınlardan, aydınların milletin aydınlatılıp bilinçlendirilmesindeki görev ve sorumluluklarından söz eder ve “İşte ben milletimizi böyle görüyorum. Farklı meslek mensuplarının çıkarları birbirine bağlı olduğu için, onları sınıflara ayırmak mümkün değildir ve tamamı halktan ibarettir” der.

“Birçok milyonerin hatta milyarderin” yetişmesi için önce, 1924’te İş Bankasını kuran Atatürk ve yeni Türk devleti, ne zaman ki 1929 Büyük Dünya Ekonomik Buhranı gelir çatar, ne zaman ki 5 yılda yetiştirilmiş milyarder değil milyoner filan da yoktur, bağımsız bir devlet için olmazsa olmazların birincisi Merkez Bankasını ancak ondan sonra, 1930’da kurar.

Kişisel zengin yoktur, bir sürü milyoner olacak diye devlet de bir şey yapmamıştır bu sürede. Devletçilik, planlamacılık bu ders üzerine 1930’dan sonra başlar.

Atatürk ülkenin başında zaten topu topu 15 yıl kalabilmiştir. Bunun 6 yılı da böyle, boş bir tasavvurla heba edilmiştir.

Oysa evet, CHP sosyalist bir parti olarak kurulmamıştır, değildir. Ama kuruluş şartları gereği, zamanın en büyük kapitalist ve emperyalistlerine karşı verilen bir savaşı yürüten bir örgüt olarak ister istemez, kaçınılmaz olarak solcu olmak zorundadır. En ilkelinden vıcık vıcık bir feodal bir toplumda bir burjuva devrimi yapmıştır en başta. 1930 sonrası devletçilik, planlamacılık da, Köy Enstitüleri de, toprak reformu girişimleri de, sosyalizm değil ama solcu olma zorunluluğunun kaçınılmaz gereği ve sonucudur. Üst yapı atılımlarıyla büyük mesafe de kat edilmiştir. Ama Atatürk’ün kısa ömrü, sermayesiyle proletaryasıyla doğru dürüst bir burjuva toplumunun temellerini atmaya yetmemiştir.

Atatürk sonrasında ise İnönü’den aynı devrimcilik, aynı dinamizm beklenemezdi. “Fıtratı” müsait değildi buna. Hatta İnönü devrimcilik ve dinamizm sergileyemediği gibi tam tersini yaptı.

Biraz önce “Başka şeyler bir yana” derken kast edilen budur. Türkiye’nin İnönü “şefliğinde” sola, sosyalizme, Sovyetler Birliğine yaklaşması beklenemezdi. Ama hiç değilse tam bağımsız kalmayı da beceremedi. Türkiye’nin Batı kapitalizmi limanlarına demirlemesidir İnönü’nün yaptığı.

Niye? Efendim, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyetler Birliği Kars’ı, Ardahan’ı, Boğazları istemiş. Paşa da korkmuş, Batı’ya bu nedenle “bizi himayenize alın” demiş.

Oysa değerli Türkkaya Ataöv Hoca’nın Mülkiye’deki öğrenciliğimiz sırasında derste anlattığı üzere, Sovyetler öyle kötü durumdadır ki… O zaman onlarda, bizim Osmanlı’da sivillere paşa unvanı verilişine benzer şekilde Komünist Partinin veya devletin en üst düzey yöneticilerine de general rütbesi ve unvanı veriliyormuş anlaşılan ki, dönemin SSCB devlet başkanı konumundaki Komünist Parti Birinci Sekreteri Kruşçev de, ek olarak “tuğgeneral” imiş. Tuğgeneral, SSCB Komünist Partisi Birinci Sekreteri, SSCB Devlet Başkanı bu Kruşçev bile yiyecek kıtlığında “kedi eti” yemek zorunda kalmış.

Ama 2. Dünya Savaşı sırasında, bize öğretilen “çok basiretli, uzak görüşlü, Türkiye’yi savaşa sokmadı. ‘Bizi aç bıraktın’ diyen köylü çocuklarına, ‘ama sizi babasız bırakmadım’ dedi; çok zekice, mükemmel bir diplomasiyle her tarafı idare etti” diye anlatılan “Milli Şef” İsmet İnönü yönetimi Sovyetlerin ve Stalin’in gözünde çok farklı bir fotoğraftır. Almanya’ya krom satması tabi Sovyetler için çok sinir bozucudur. Ama Stalin başka bir konuya çok daha fazla içerlemiştir. Türkiye Cumhuriyeti yönetiminde veya en az ona yakın çevrede vahim bir şekilde Alman ve Nazi yanlısı şahsiyetler vardır. Hatta Türk hükümeti bu noktada iki farklı zihniyetin sessiz, derinden ama neredeyse amansız mücadelesine sahnedir. Hiçbir yetkisi olmayan bir takım muvazzaf ve/veya eski paşalar ve bazı siviller, zaman zaman hükümetin muhalefetine rağmen Berlin’le gayet sıkı ilişki içindedir. 40’lı yılların Ankara’sında en itibarlı, önemli, ürkülen ama sayılan, istediği devlet ve hükümet yetkilisiyle kolayca görüşebilen büyükelçi, Almanya büyükelçisi Franz Joseph Hermann Michael Maria von Papen’dir.

Bu tabloda Türk basının önemli bir kısmı da, Cumhuriyet dahil, çaktırmadan veya yoğun ve açık bir şekilde Alman yanlısıdır. Alman yanlısı olmak, savaşı Almanların kazanması, Sovyetlerin yenilmesi demektir.

Buraya kadarını da Stalin çokça önemsememiştir. Ama bir nokta daha vardır ki Stalin’in çok ağırına gider. Türkiye’deki, bir yandan da fanatik, Kızıl Elmacı, Pantürkist Türk milliyetçisi, bu çerçevede kaçınılmaz olarak Orta Asyacı ve Rus-Sovyet düşmanı o Alman yanlısı elitlerin de etkisiyle, Alman yanlısı Türk basını işi o kadar abartır ki… İşi mealen, “biz Almanya’yı destekliyoruz, destekleyeceğiz; Almanya Rusya’yı yenecek, biz Almanya ile birlikte Orta Asya’ya girip, oradaki komünizmin esiri Türkleri kurtaracağız” demeye kadar götürürler.

Bu yayınlar savaşın sonuna kadar veya Almanya’nın yenilgisi kesinleşinceye, saç dökülüp kel görününceye kadar hiç kesilmez.

E kuşkusuz, Kurtuluş Savaşına alabildiğine destek vermiş, Boğazlar üzerinde sadece Türkiye’nin egemenliğini tanıdığını, Türk Kurtuluş Savaşını “burjuva”da olsa bir “devrim” olarak memnuniyetle kutladığını bizzat Lenin’in ağzından resmen açıklamış, Ankara’da Cumhuriyet’ten sonra ilk ve en erken büyükelçilik açan Sovyetler Birliği’nin bütün bunlardan haberdar olmaması ve bunlara içerlememesi, kızmaması, kırılmaması düşünülemez.

Ama gelip Kars’ı, Ardahan’ı, Boğazlar’ı işgal edecek, Türkiye’ye saldıracak gücü asla yoktur.

Bir kere, nice savaşlarda bulunmuş, bu savaşların yönetim kadrosunda çoğu zaman Atatürk’ün yanı başında yer almış bir “kurmay” subay ve bir “emekli orgeneral” olan “İsmet Paşa’nın Sovyetlerin bu perişanlığını, eğer gerçekten öyleyse, görememiş olması son derece şaşırtıcıdır. Stalin’in taleplerini öğrenince, Mondros’tan sonra İstanbul’a döndüğünde Boğazı silme işgalci düşman donanmasının savaş gemileriyle dolu gördüğünde “GELDİKLERİ GİBİ GİDERLER” diyen Mustafa Kemal’in sağ kolu olarak, başbakanlığın girişinde gazetecilere “güçleri ve cesaretleri varsa gelsinler. Gelseler bile geldikleri gibi giderler!..” deyip, bir de o hoş, gevrek kahkahasını atsaydı, ertesi gün başta ABD, İngiliz, Rus olmak üzere bütün dünya basının manşeti olurdu.

Oysa o, “ertesi gün”, daha yirmi beş yıl önce ölümüne çarpıştığı, Lozan’da dişe diş mücadele ettiği (elbette Lozan’da dişe diş mücadele eden bizzat Mustafa Kemal’dir. İnönü ise, ondan aldığı cesarete rağmen sadece bir tayftır, görüntüdür, surettir) emperyalist Batı’nın kapısına dayanıp “aman beni koruyun” demeyi tercih etmiştir.

Daha hazini, İnönü’nün koruma istediklerinin ABD dışında hiçbiri, korunmayı istediği Sovyetler’den daha iyi durumda değildir. Hatta daha beterdir. İngiltere, Fransa… Onlar da savaştan çıkmıştır. Kollarını kıpırdatacak halleri yoktur. Sovyetler, İngiltere’ye, Fransa’ya saldıracak olsa bile… Değil, Türkiye’yi mutasavver bir Sovyet saldırısına karşı korumak…

ABD’nin ise o gün de, bugün de, hangi düşmana karşı olursa olsun Türkiye’yi savunmak için savaşı, kendi çocuklarının ölümünü göze almak gibi bir niyeti hiçbir zaman, asla olmamıştır. Tersine, ABD, Türk çocuklarının ABD için ölmesini ister, istemiştir.

İsmet İnönü gibi, siyaset “kurt”u, diplomasi “kurt”u olduğu söylenen bir “kurmay”ın, bir orgeneralin bütün bunları görememiş, öngörememiş, düşünememiş olması son derece düşündürücüdür.

Her türlü, her açıdan düşündürücüdür. Elbette, asla, hiç kimse hain diyemez. Hain denilebilecek başka pek çok sonraki örnek varken hele… Ama en başta bir cesaret, sonra bir niyet, zihniyet, ideoloji, sonra da bir kapasite, çap, kalibre sorunu olmadığını da kimse söyleyemez, söyleyememelidir.

İsmet İnönü, şahsen kendi hayatını feda etmeyi, ölümü göze alabilir, almıştır; bu anlamda kuşkusuz bir kahraman ve yurtseverdir. Ama o kadar… Sosyal ve siyasi anlamda bir gerici, hatta tutucu kuşkusuz değildir. Tersine modern, çağdaş, okuyan, kültürlü bir aydındır. Ama bir devrimci değil, statükocudur.

Türkiye’yi, Türkiye Cumhuriyeti’ni ve CHP’yi Mustafa Kemal Atatürk kurmuştur. Daha önce temas ettiğimiz bazı çok ciddi hatalara, yanlış öngörülere rağmen inşaatın temelini o atmış, su basmanını o çıkmıştır. Ama CHP’nin, Türkiye’nin, Türkiye Cumhuriyeti’nin 2016’ya uzanan 1938 sonrasını, İsmet İnönü’nün o 12 yılı belirlemiştir.

İsteyen “kusura bakabilir!..” 1938 sonrasını belirleyen ne 1938 öncesi ve Atatürk’tür, ne de 1950 sonrasında iktidara gelenlerdir. Apaçık İsmet İnönü’dür, Milli Şef dönemi CHP’sidir. 1950 sonrasında gelenler en başta zaten CHP’nin içinden çıkmıştır. Daha da önemlisi, pek çok şeyi Milli Şef döneminde hazırlanmış olarak adeta gümüş tepside, masalarında bulmuşlardır. Tekke ve zaviyeleri CHP yeniden açmasaydı, ilkokullara din dersi koymasaydı, imam hatip okulları açmasaydı Demokrat Parti bunları yapmaya kolay kolay cesaret edemezdi, ezanı da yeniden Arapçalaştıramazdı dersek hiç de mübalağa olmaz.

 

 

Ekonomik vaziyet hiç de gerektirmediği, 1940’ların ikinci yarısında Merkez Bankasında 240 tonluk altın rezervi bulunduğu halde, bu korku nedeniyle IMF’ye, Dünya Bankası’na, NATO’ya üyelik başvurusunda bulunmuş. Bu nedenle Amerika ile ikili askeri, ekonomik anlaşmalar imzalamış. Eh, ABD, IMF, DB, Batı karşılıksız ne verir ki?!.. Önce zaten bir şey vermeye hiç niyetleri olmadığı halde (hatta Türkiye’nin NATO başvurusunu hayretle, istihzayla, alayla karşılar, adeta “Türkiye’nin NATO’da ne işi var yav” derler) bazı zarflar atmışlar: “Şu Köy Enstitülerini kapat, toprak reformundan, devletçilikten, kamuculuktan vazgeç, özel sektöre ver bütün desteğini, bir de çok partili sisteme, demokrasiye geç…”

İnönü hemen bunları yapmak için harekete geçer.

1947’deki CHP 7. kurultayında, partinin Reşat Şemsettin Sirer, Rıfkı Salim Burçak, Tevfik İleri gibi gerici sağcı unsurlarının ağır baskı ve telkinlerinin de etkisiyle Atatürk’ün hemen kapattığı tekke ve zaviyelerin yeniden açılması, ilkokullara din dersleri konulması, imam hatip okullarının açılması kararlaştırılır. Aynı yıl IMF’ye ve Dünya Bankasına üye olunur. Ertesi yıl, 1948’de bütün bunlar kanun olarak Meclisten geçirilir. Aynı yıl NATO’ya başvurulur. ABD ile borç ve kiralamalar konulu, Türkiye’ye ağır yükler ve onu apaçık ABD bağımlısı haline getiren ilk ikili anlaşma 23 Şubat 1945 tarihinde imzalanır. Bunu CHP’nin tek başına iktidarı kaybettiği ve bugüne kadar bir daha alamadığı 1950’ye kadar, Atatürk’ün ikinci adamı, Kurtuluş Savaşı Kahramanı, Milli Şef İnönü hükümetlerinin arka arkaya imzaladığı, bizim bildiğimiz altı kölelik anlaşması daha izler.

1950’den sonraki hükümetlerden CHP’den beklenebilecekleri beklemek zaten mümkün değil. Bir kere CHP’den beklediklerimiz ötekilerin fıtratına, niyetine aykırı. İkincisi, muhtemelen isteseler de beceremezler.

Üçüncüsü, CHP’nin 27 yılı ilk bakışta çok gibi, ama değil. Bir toplumu dönüştürmek, feodal, okuma yazma oranı yüzde 5, sanayinin yüzde beşten de az olduğu koyu ve ilkel bir tarım toplumunu 27 yılda dört başı mamur bir burjuva toplumu haline getirmek öyle kolay bir iş değil. Batı’da bu iş yüzyıllar almış. Kaldı ki burjuva olmak da öyle söyleniverdiği kadar basit değil. Bunun aklı, fikri, düşüncesi, felsefesi, aydınlanması, kültürü, sanatı var. Sınıfları var, sınıf çatışması var. Avrupa’da Papalığın haddini bilir hale getirilmesi, dinin kiliseye hapsedilmesi bile kanla, acıyla, çok büyük bedelle olmuş.

Biz diyoruz ki, “e işte 90 yıl geçti. Niye oluvermiyoruz?” Elbette Avrupa gibi 500 yılı hem de onlar kadar cebelleşerek geçirmemiz gerekmez. Ama daha uğraşmamız gerek.

İşte CHP burada önemli… Önemliydi. O 27 yıl çok kısaydı, ama CHP yapabileceği bazı şeyleri de yapmadı. Eksik yaptı. İleriye dönük olarak bazı şeylerin çok sağlam temellerini atabilirdi. Nitekim attığı temellerin öyle bazıları var ki hala sarsılamadı; bazıları da ancak çok vahşi, küstah karşı devrim saldırılarıyla sarsılabiliyor.

Mesela CHP o 27 yılda da burjuva toplumu yaratmanın temellerini gayet sağlam atabilirdi. Oysa bugün bile Türkiye’de hala ne doğru dürüst bir burjuvazi, ne doğru düzgün bir proletarya var. Var olan, sadece devlet kesesinden ve halkı soyarak veya yabancı şirket temsilciliğiyle, bayiliğiyle zengin olmuş bir mütegallibe ordusu, bir görgüsüz para babaları ordusu var. Bu toplum “kıroyum ama para bende” esprisini boşuna yaratmadı. Koçlar bile belki görgüleri, kültürleri itibariyle belki “kıro” değil, ama devletsiz onlar da bugünkü Koç Holding olamaz. Zaten Devleti çekin, bırakın burjuvaziyi, ortada özel sektör diye bir şey kalmaz dense yeridir. Bu ülkenin 12 Mart’ı, 12 Eylül’ü bile “cumhuriyeti korumak, kollamak” için değil, üstü örtülü olarak sermayeyi koruyup kollamak için yapıldı. Onların uğruna nice aydınlar, dağ gibi delikanlılar gök ekin gibi biçildi. Ama onlar hala devletsiz ayakta duramıyorlar, hala adam gibi burjuva değiller. E tabi böyle burjuvazinin proletaryası da ona göre… Doğru dürüst sendika kalmadı ki proletarya olsun. Oysa CHP, ki 1930-Atatürk politikaları bu yöndeydi, bir yandan devlet olarak yatırım yaparken öte yandan da kendi ayakları üzerinde durabilecek bir burjuvazi ve dolayısıyla proletarya oluşturmanın adımlarını kuvvetle atabilirdi. CHP yapamadı, sonra gelenlerin de öyle bir niyeti yoktu. Onlar proletarya hiç istemiyordu; ama burjuvazi de istemiyorlardı. Onlar sadece milyoner, zengin, fabrikatör yaratmak istiyordu, yarattı.

Öte yandan CHP’nin çok vahim bir kusuru var. Hadi yapması gerekenleri yapamadı diyelim. Ama yapmaması gerekenleri de yaptı, yapıyor.

Bunlardan en önemlisi de “sol” olması gerekirken, bilinçli olarak olmaması… Bunun yerine İnönü’den beri sağı taklit etmeye çalışıyor. Sanıyor ki biraz sağcı olursa, sağdan adamları göstere göstere en üst seviyede içine alırsa seçim kazanır.

Tarihten ve benzer durumlardan bir türlü ders almıyor. “Sol” olmayı da Kürtçülükle, dincilikle, sermayeyle, Batıyla yakın temas olarak anlıyor. Bir de Kılıçdaroğlu’nun yaptığı gibi arada bir Nazım’dan şiirler okumak, Denizlerden söz etmek…

Yukarıda belirttik: CHP 1977’de % 42’yi, 1960’ların ortalarında başlattığı hiç değilse “ortanın solu” anlayışıyla toplamıştı.

Onun dışında neredeyse 70 yıldır sağı taklit etmeye çalışıyor, 70 yıldır da iktidar yüzü göremiyor. Ve inatla ders almamakta direniyor. Parlamento dışında kaldığı 1999’u unutup çaresizlikten oy veren % 25’i çantada keklik sanıyor ve inanılmaz bir aymazlıkla sağ partilerden, sağ seçmenden oy devşirmeye uğraşıyor. 1977 % 42’sinin içinde de kuşkusuz sağ oylar vardı. Ama bu oylar sağdan, marka olduğu sanılan bir takım isimleri parti yönetimine alarak veya milletvekili yaparak, yani nokta atışla sağlanmamıştı. Seçim vaatleri, program, söylem demek herkese hitabediyordu.

Buna karşılık ne sağdan isimler, ne çarşafa rozetler, ne kutlu doğum haftası konuşmaları, ne “yargıda cemaat etkisi var diyemem”, Zaman gazetesi ziyaretinde “ben her gün Zaman okurum” söylemleri, ne Atatürk’e, Cumhuriyet devrimine üstü örtük veya açık eleştiriler, mesela Dersim eleştirileri, yüzde 25’i pek yerinden kımıldatmıyor

CHP dünyadaki gelişmelerden de ders çıkarmıyor, tabi seçmen de…

Birincisi, sağcılaşan Batı sol-sosyal demokrat partilerinin hali pür melali ortada. İşte “üçüncü yol” kahramanı Tony Blair’in İşçi Partisi, işte Alman Sosyal Demokratları… İşçi Partisi, Blair’den bu yana ancak koalisyon ortağı olabiliyordu; geçen bahardaki seçimlerde onu da kaybetti. Alman SPD tıpkı CHP gibi % 25’e çakıldı kaldı; ancak Merkel’in Hıristiyan Demokratlarıyla koalisyonun küçük ortağı…

İkincisi, “sistem”, Yunanistan’ın Siriza’sını, Çipras’ını bile çiği çiğ yedi. Oysa daha yüz yıl önce aynı Yunanistan’ı İzmir’e doğru kışkırtırken hepsi kadim Helen uygarlığına reveranslar yapıyordu. Çipras’ın, kemer sıkmaya, özelleştirmelere son gibi masum, hiç de temelden düzen değişikliği, hele komünizm momünizm sayılamayacak vaadlerine bile küplere bindiler. Ve o vaatleri Çipras’a yedirdiler adeta. Şimdi İspanya’nın Podemos’una aynı öfke için hazırlanıyorlar pür dikkat. Portekiz’deki benzer bir gelişmeye de…

İngiliz İşçi Partisi son seçim yenilgisinden sonra Jeremy Corbyn ile toparlanmaya çalışıyor. Ama dışarısını, Merkel’i bile beklemeden Corbyn’e en büyük saldırı yine, Blair başta olmak üzere kendi partisinin kodamanlarından geliyor; yerden yere vuruyorlar adamı.

Rusya, Çin bile Batı’ya kafa tutuyor, ama kapitalizme hayır demeden tutuyor. Sadece “bu pastayı tek başına sana yedirmeyiz; biz de yiyeceğiz” diyorlar. Çok ilginçtir, eskiden Batı’nın derdi Rusya’nın, Çin’in komünist olmasıydı, güya!.. Adamlar şimdi kapitalist, ama aynı Batı ikisinden de nefret etmeye devam ediyor. Fırsat bulsa bir kaşık suda boğacak. Ama Çipras’a yeten güçleri, Rusya’ya, Çin’e öyle bodoslama yetmiyor. Hatta İran’a bile yetmiyor. İsrail’in ağzına bile bastılar tokadı, susturup oturttular.

Üçüncüsü, “sistem” Syriza gibi kendisinden küçükleri zayıfları yemekte pek iştahlı ve marifetli olsa, Ortadoğu, Afrika, Türkiye, Pakistan, Afganistan gibi yerlerde bazı şeyler yapabilse de çuvallıyor. Her yere zücaciye dükkânına dalan fil gibi dalıyor, her şeyi ağzına yüzüne bulaştırıyor. Amerika mesela, dünyaya eskisi gibi jandarmalık, ağabeylik yapamıyor. Kapitalizm çuvallıyor. 2007’den bu yana krizden çıkamıyor.

Emperyalizm IŞİD’lerden, El Kaidelerden, Boko Haramlardan başka şey üretemiyor. Onlar da neredeyse bütün dünyayı darmadağın ettikten başka gelip San Fransisko’yu, Paris’i patlatıyor; İstanbul’da bile Almanları patlatıyor.

Emperyalizm artık kendisi savaşmak, kendisi ölmek istemiyor. Vekâlet savaşı diye bir şey icad etti. Bu defa vekâlet savaşlarının tarumar ettiği, ülkesiz, devletsiz kalmış, her gün ölümle burun buruna yaşamaktan, açlıktan, yoksulluktan bıkmış insan yığınları emperyalizmin kapılarına dayandı. Ne yapacaklarını şaşırdılar. Bizim gibi salaklara para verip ülkelerini mülteci kampına çevirerek kurtulmaya uğraşıyorlar,

Aydınlanmacılığı, kültürü, medeniyeti artık fazla bir işe yaramıyor.

Yani Tarzan, yani “sistem” zor durumda…

CHP’nin en büyük tıkanma noktası da bu. Çünkü o da artık bir devrim partisi, devrimci bir parti değil, bal gibi sistem partisi. E sistemin hali ortada. Türkiye’nin de, CHP’nin de kılavuzu karga, yani sistem… Hadi burnu b… dikiliyor demeyelim, ama bu sistem CHP’ye Siriza’dan, hatta İngiliz İşçi Partisi’nden daha mı fazla müsamaha gösterecek? Niye göstersin? Üstelik Kurtuluş Savaşı, Mustafa Kemal, Cumhuriyet köteğinin acısını hala unutmamışken!..

Bu köteğin acısını unutmayan, sadece Batı’nın düveli muazzaması, emperyalistleri değil ayrıca. Onlara, şımarttıkları Kürtçüleri ve faşist gericileri de eklemek lazım.

Efendim dine şirin görünsek… Acaba?.. Kürtlere özgürlük desek… Acaba?.. TÜSİAD’la kanka olsak… Acaba?…

CHP, 13 katlı imiş, genel merkez binasının her katının her iki ucuna 26 tane mescit açsa (Bekaroğlu şimdilik birini açmış, Allah devamını nasibeyleye duasıyla…); Sevil Kılıçdaroğlu’ndan başlamak üzere CHP’li bütün kadınları türbana, hatta çarşafa bürüse, bütün üyelerini hiç değilse kuran kursuna gönderse; değil mi ki hilafeti, kaldırmıştır, saltanatı kaldırmıştır, laikliği, medeni kanunu getirmiştir, kadınların başını açmıştır; şeriatçıları tavlamaları asla mümkün değildir.

Değil mi ki Sevr’i yırtıp atarak mutasavver Kürt devletine izin vermemiştir; Kürtçüleri de tavlayamaz.

TÜSİAD?.. Hadi onları tavladı diyelim. Mao’nun İsrail için söylediği gibi, kaç kişi bu TÜSİAD? Hadi TOBB’u da ekleyelim. Tek başına iktidar için en az, evet “en az” 15 milyon oy lazım. Bu arkadaşların tamamı, aileleriyle birlikte kaç kişi?.. TÜSİAD o kadar güçlü olsa Erdoğan’la AKP’yle başa çıkardı.

CHP’nin “kendisi” olması lazım. Yine devrimci olamasa bile…

Denebilir ki, “yav o kadar sağa, sermayeye yaltaklandığımız halde yüzde 26’yı bile aşamıyoruz. Bir de senin dediğin CHP olursak halimiz ne olur?”

Ben de “70 yıldır sağa özenip durdunuz, iktidar olamıyorsunuz. Bari kendiniz olarak, kendiniz kalarak olamayın!..”

CHP bu haliyle, iktidardan vazgeçtik, insanın yüreğini soğutan, ateş gibi, çekiç gibi, çekicin dövdüğü demir gibi değil ama, alttan çekice çok büyük destek olan örs gibi bir muhalefet bile değil.

CHP bu kadarını yapsın kafi… Şahsen bana bu kadarı da yeter.

Çünkü, bırakın benim tanımladığım gibi IMF’yi, AB’yi, ABD’yi, özelleştirmeyi tartışacak bir CHP’yi, sağcılaşsa bile kolay kolay iktidar olmasına, kendi becerilerinden öte sistem izin vermez.

Nitekim Türkiye’nin iktidarını oldum olası belirleyen düveli muazzama, muhalefetini de boş bırakmaz, bırakmıyor. Ecevit’in DSP’sinin, koalisyonunun başına gelenler, kaset komploları falan boşuna değildir. Kılıçdaroğlu’nun ABD büyükelçisiyle, ABD büyükelçisinin Kılıçdaroğlu’yla ikide birde görüşüp durmaları da öyle…

CHP öyle veya böyle sıkı bir muhalefet partisi de olamıyorsa, ondan iktidar olmasını, hele iktidar oluverip, Türkiye’yi bir anda gül bahçesine çevirivermesini beklemek, ona gerçekten kaldıramayacağı bir yük yüklemek babında haksızlık olur. Bunu yapabilmesi için, bir kere, AKP gibi 363 ve üstü sandalye ile iktidar olması ve onun gibi iktidara kazık çakması gerekir. Ki bütün bu yıkımı temizlesin… Oysa Kılıçdaroğlu, hangi akla kulluktur bilinmez “bana bir dönem, dört yıl verin” yeter deyip duruyor.

Türkiye’nin düzelmesi, dünyanın düzelmesine bağlıdır, öyle bir CHP iktidarıyla olacak iş değil bu.

Türkiye’ni düzelmesi için ise… Güler misiniz, dalga mı geçersiniz hiç önemli değil, ya bildiğimiz, anam babam devrim gereklidir, ya da daha iyisi, anam babam, dört başı mamur Çanakkale savaşlarını hatırlatacak bir savaş… Ankara sokaklarında, Meclisin sağında solunda, bakanlıklarda işgalci düveli muazzama askerlerinin devriye gezdiği bir adam gibi savaş…

Çok ciddiyim. Bakın tarihe, Sovyet devrimi gibi 75 yıl sonra emperyalist kapitalizmin hışmına uğrasa, bizim Cumhuriyet Devrimi gibi 90 yıl sonra dayanılmaz saldırılarla yıkılmaya çalışılsa, Çin devrimi gibi sulansa, Tito devrimi gibi tarumar olsa bile başarılı devrimler ancak savaş ortamlarında mümkün oluyor. Çünkü ancak savaş ortamında eski düzenin hukukunu, kurallarını tanımayabiliyorsunuz, reddedebiliyorsunuz. Barış ortamında mevcut egemen hukuk ve onun güçleri devrimci güçleri boğmaya yetiyor.

Yoksa kapitalist emperyalizmin kendiliğinden ben yanlış yapıyorum yahu diye insafa gelmesini bekleyeceğiz. Ya da gerçekten Sovyetler Birliği gibi kendiliğinden çökmesini…

Ali Tartanoğlu

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir