Kime “seçimde ne yapacaksın? diye sorsak “zor bir durumla karşı karşıya” olduğumuzu söyleyerek söze başlamaktadır. Bazıları durumu daha da zorlaştıran “Kırk katır mı kırk satır mı?” sorusunu sorarak cevap vermeye kalkışmaktadır. Evet, gerçekten de zor bir durumdayız. Parlamentodan yirmi demokrat-ilerici milletvekili çıkmadı. O safhayı çoktan geçtik. Cumhurbaşkanlığı seçimine kısa bir süre kaldı. Önümüzde üç aday var. Bu adayların ikisinden birinin kazanacağı da belli. Ya Tayyip ya Ekmel. İlk turda üçüncüye (Selahattin Demirtaş’a) oy verenler de ikinci tura kalınırsa ikisinden birine verecek. Sonuçta Tayyip ile Ekmel arasında bir seçim yapmak zorunda bırakıldık. Boykotun yanlışlığını tartışmanın bile bir anlamının olmadığı açık. Onu İP’liler kendi aralarında tartışadursunlar.
Karşı karşıya bırakıldığımız iki adayın konumlanışını İkinci Dünya Savaşı’nın taraflarına benzeterek açıklamak mantıklı görünüyor. Bir tarafta liderliğini Hitler’in yaptığı faşist cephe, bu cephenin en önemli ortağı Mussolini ve Japonya. Karşı taraftaki Müttefiklerin liderliğini ise İngiltere Başbakanı W. Churchill’in yaptığını söyleyebiliriz. Dünyanın yeniden paylaşımı nedeniyle patlayan bu savaşın her iki tarafının başını çeken faşist Hitler de emperyalist sermayenin adamı, liberal W. Churchill de. Aslında başta iki taraf da dünyanın en etkin emperyalist gücü olmak istiyordu. Ama Hitler, kısa sürede bütün Avrupa’yı, Sovyetler Birliği’nin çok önemli bir bölümünü ve Akdeniz çevresini ele geçirince iş değişti. Stalin, artık Churchill’le birlik olmak zorunda kalıyordu. Hitler’in işgal ettiği Fransa adına C. deGaulle de bu cephede yerini aldı. Bir süre sonra ABD’nin çıkarları da İngiltere’nin ve ortaklarının yanında savaşa girmeyi gerektirdiği için Müttefiklere katıldı.
Hitler’in de Churchill’in de emperyalizmin farklı cephelerinin temsilcileri olduklarını belirttik. Savaşı başlatan Hitler’in kısa sürede dünyanın en tehlikeli ve en zalim işgalcisi haline gelmesi ve insanlık düşmanı zulümler yapması karşısında birleşen güçlerin çoğunluğunun emperyalist olması, demokrat ya da sosyalist bir gücün onlarla birlik olmasına engel değildi. Bir yanda işgalci ve faşist bir ittifak, diğer yanda, geniş anlamda, “demokrasi güçleri” olarak tanımlanabilecek bir cepheleşme oluştu. Dünyanın kaderi bu iki cephenin savaşıyla belirlenecekti. Dünya ya faşist Hitler’in eline geçecekti ya da Kapitalistlerin ağırlıkta olduğu ve içinde Sovyetler Birliği’nin de yer aldığı güçlerin etkisi altına girecekti. Bu kanlı savaşın sonunda Hitler yenildi, savaşın galipleri ise kısa bir süre içinde iki bloğa bölünerek aralarındaki kadim mücadeleye kaldıkları yerden, daha doğrusu yeni dünya koşullarında devam ettiler.
Şimdi bizdeki cumhurbaşkanlığı seçiminin birinci turunda ilk ikiyi paylaşacağı kesin görünen adayları düşünecek olursak; bu örnekteki Hitler’e kim, Churchill’e (ya da deGaulle’e) kim karşılık düşüyor? Aramızda Tayyip faşist Hitler’e karşılık değildir diyen, onu “demokrasi” cephesinde gören varsa ona diyeceğimiz bir şey yok. Ekmel’in Churchill kadar emperyalizmin içten bir adamı olduğunu söyleyemeyiz ama Batı’nın adamı olduğunu gösteren nedenler var.
Avrupa’daki gelişmelerden hareketle yaptığımız karşılaştırmalı açıklamamıza bir de yakın tarihten örnek verelim. Hatırlanacağı üzere 2002 Fransız başkanlık seçimlerinin ilk turunda ilk iki sırayı sağcı J. Chirac ile ırkçı-faşist J. M. Le Pen paylaşmışlardı. Sosyalist Partinin adayı üçüncü sıraya düşmüştü. İkinci tur seçimlerinde merkez sağ, liberal ve her türlü sol faşist Le Pen’e karşı Batı emperyalizminin adamı Chirac’ı destekleyerek Fransa tarihinde görülmemiş bir oy oranı ve miktarıyla (Chirac’ın) seçilmesini sağladılar. Chirac’ın %82 oy aldığı ikinci tur öncesinde solcuların sloganı şöyleydi: “Votez escros, pas fashol”, yani “Faşiste değil hırsıza oy verin” diyorlardı. Fransız solcularının bu iki aday arasında paylaştırdığı iki “özelliğin” ikisinin de bizde bir kişide toplandığını bilmeyen yok. Bu durumda, bizim Cumhurbaşkanlığı seçiminde takınacağımız tavrın izahı Fransız solcularından daha kolay görünmekte.
Ekmel Bey’in son zamanlardaki konuşmalarını dinleyince bir konuda, beklenenin aksine, olumlu gelişmeler içine girebileceğinin işaretlerini verdiğini söyleyebiliriz. Bu muhtemel gelişme, ülkeyi Tayyip ile Davutoğlu’nun soktukları Ortadoğu bataklığından çıkarmaya çalışacağıdır. Ortadoğu’nun çıkmazlarını, sorunlarını ve toplumsal yapılarını iyi bilen bu kişinin ülkenin politik yönelimini kendi sorunlarına, Anadolu ve Trakya’nın meselelerine çevirmeye çalışacağını tahmin edebiliriz. Bunun gerçekleşmesi önemli bir gelişme olacaktır. Söz konusu olası gelişmenin birçok olumlu artçısının olacağının da altını çizmeliyiz. Böyle bir rota değişikliği, özellikle AKP döneminde içine sokulduğumuz dincileştirme siyasasında zayıflamaya, maceracı dış politikadan da normalleşmeye doğru gidişin kapısını aralayacaktır.
Son bir söz: Artık “o da değil- bu da değil, boykot da değil” demenin politika olmadığını anlamak zorundayız. Belirsizlik politika olamaz. Hayat bizi oy vermeye zorluyor. Evet, Ekmel Bey sağcı bir adam ama diktatör olacak birisine benzemiyor. Öbürü ise zaten diktatör. Ona “Diktatör İstifa” diye bağırmadık mı?
Ve devrimciler siyaset yaparken; bazı koşullarda çok büyük sorunlarla, açmazlarla ve güç karar anlarıyla karşılaşırlar. Bunları aşma becerisini göstermeye niyetleri olmayanlara, işin kolayına kaçanlara, ilk yol ağzında tüyenlere, elini taşın altına sokmak istemeyenlere son bir söz söylemek zorundayız: Devrimci insan, her somut durumun politikasını açıklıkla ortaya koyabilme ve bu politikaya uygun davranabilme cesaretini gösteren insandır. Somut ülke gerçeklerinden kaçarak politika üretilemez, devrimcilik yapılamaz. Bugünü düşünmeden, güncelin politikası üretilmeden yarınlar hakkında üretilecek siyasetin, düşüncenin altı boş kalır. Çünkü yarının politikası ya da fikri bugünkünün üzerinde yükselecektir. Hayat gibi politika da fikir de boşluk üzerinde gelişemez. Aday belirleme sürecinin somutundaki politikanın ne olması gerektiğini söyledik, savunduğumuz görüş ne yazık ki karşılık bulmadı. O noktada, dünde çakılıp kalamayız. Şimdi görev bugünün, şu anın politikasını tespit edip halka sunmaktır. Bundan geri durmak, kurnazlık yapmak bize yakışmaz. Ülkemizin ve halkımızın bugününü ve yarınını, iyiliğini düşünmek gibi dertleri olanlar, büyük ve hatta en büyük resme bakmak zorundadırlar. Bencillik yaparsak, siyaseti kişiselleştirirsek, açık davranmazsak halka kötülük yapmış oluruz. Elimizi zor da olsa taşın altına sokmak durumundayız. Her şeye rağmen Halka ve Ülkeye karşı olan sorumluluğumuzdan kaçamayız. Herkes son bir kez bir daha düşünmek zorunda…
Mehmet Ali Yılmaz