Cumhuriyet çözülüyor

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

CUMHURİYET ÇÖZÜLÜRKEN

CUMHURİYET SAVCILARI VE YARGI NE YAPIYOR?

Şimdi adını anımsamıyorum, birisi anlatmıştı: İran’da Humeyni Şah Rejimini yıkıp Şeriatçı bir devleti kurduğu yıllarda, bizim komutanlar bir kokteylde sohbet ederken, “Şahın ordusu milletin ordusu değildi sessiz kaldı, hâlbuki bizim ordu cumhuriyeti kuran milletin ordusu, köyüne kadar örgütlü, böyle bir gelişmeye izin vermez…”demişler. Şimdi aynı kanıyı taşıyorlar mı bilmiyorum!

İlkokullardaki sosyal bilgiler, hayat bilgisi, tarih derslerinde ülkede ekonomik, sosyal, siyasal, toplumsal bir düzen olduğu, bu düzenin sınırlarının Anayasaca belirlendiği, yasa, tüzük, yönetmenliklerle korunup kollandığı, düzeni bozanların hukuki, cezai, idari yaptırımla karşılaşacağı özlüce anlatılır. Bu anlatımlar orta öğretimde geliştirilerek sürdürülür. Yüksekokul ve üniversitelerde, özellikle tarih, iktisat, siyasal bilgiler, idari ilimler alanlarında öğretim yapan fakültelerde, idare hukuku, iktisat, tarih ve Anayasa hukuku derslerine yer verilir.

Doğal olarak Hukuk Fakülteleri, temel olarak Anayasa Hukuku, Medeni Hukuk (Yurttaşlar Hukuku), İdare Hukuku, Ceza Hukuku, Borçlar Hukuku, Ticaret Hukuku, Vergi Hukuku, Toprak Hukuku, Devletler Hukuku, Hukuk Felsefesi, Hukuk Tarihi, Hukuk Sosyolojisi, İktisat, Maliye, Adli Tıp gibi dersleri okutarak, ülkeye, yargıya hukukçu yetiştirir.

Eğitim ve öğretimin hem bilimsel hem de ideolojik olduğu herkesçe bilinir. Bir yandan devletin doğuşunu, hangi sınıfsal ve ideolojik temelde örgütlendiğini, hangi sınıfsal evrelerden geçtiğini, toplumun ve insanın, insan düşüncesinin gelişim ve değişimini incelerken, öte yandan devletin, toplumun yönetilmesinde, kuşakların yetiştirilmesinde hangi düşüncelerin (ideolojilerin) belirleyici olduğunu ortaya koyar.

Bu çerçevede Türkiye Cumhuriyetine bakıldığında, I.Dünya Savaşı sonucunda dağılıp parçalanan Osmanlı İmparatorluğunun bakiyesi topraklar üzerinde, yedi düvel denilen emperyalizme karşı savaşarak, dış düşmanı yenip, işbirlikçi iç düşmanı ezerek, millet egemenliğine dayalı, anti-emperyalist, bağımsızlıkçı, üniter, laik, bilimi esas alan bir devlet olarak kurulduğu görülür.

Cumhuriyeti kuran iradenin milli ve devrimci bir irade olduğu kuşkusuzdur. Bu irade, ülkenin, devletin, toplumunun yönetilmesinde ve kuşakların eğitilmesinde izlenecek yolu göstermiş ve bunu altı ilke olarak (umde) saptamış, Anayasaya da yazmıştır. Bu ilkelerin, halkçılık, devrimcilik, laiklik, devletçilik, milliyetçilik, cumhuriyetçilik olduğu bilinmektedir. Bu altı ilkenin yanında emperyalizme karşı durma, bağımsız olma, ülkenin birliğini, halkın bütünlüğünü savunma eklenir ve bunlar cumhuriyetinin “olmazsa olmazı” kabul edilir.

Bu ilkeleri özümsemenin ve özümsetmenin tek yolu kuşkusuz bilimsel laik eğitim ve öğretimdir. Eğitim ve öğretim ise, ancak ortaklaştırılmış bir dille olur. Farklı diller öğretilebilir, ancak milli ve üniter devletlerde birden fazla dille eğitim olmuyor; çünkü toplumu dil, kültür, ortak tarih bilinciyle birleştirelim derken, ayrıştırırsınız deniyor.

Unutmamak gerekir ki bir toplumu bir arada tutan en önemli unsur kuşkusuz ortak dil, kültür, tarih bilinci yanında devletin inançlar karşısında yansız olmasıdır. İnançlar karşında yansız olmanın ölçütü laikliktir. Laiklik yalnızca din ile devlet işlerinin birbirinde ayrılması değil, aynı zamanda devlet ve toplum yönetimindeki temel kuralların dini kurallara dayanmaması, yönetiminin din ve mezheplere eşit uzaklıkta olması ve eşit davranılmasıdır; başka bir deyişle dünyevi yaşamın dünyevi kurallara göre düzenlemesi, uhrevi yaşamın insanın özeline bırakılmasıdır.

Laikliği topluma benimsetecek olan kuşkusuz eğitim ve öğretimdir, koruyacak olan ise özgür düşünce ve hukuktur. Laik düşüncenin ortaya çıkması, Avrupa’da burjuvazinin tarih sahnesine çıkmasıyla başlar, aydınlanma (Rönesans) düşüncesiyle ilerler, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıyla (Papa-Kral/Halife-Padişah/İmam-Şah) gelişir, 1789 Fransız Devrimi ile burjuvazinin feodaliteyi tasfiye etmesiyle ve cumhuriyeti ilan etmesiyle sonuçlanır. Doğal olarak Osmanlı toplumu da bu gelişmeden şu veya bu biçimde etkilenir.

Osmanlı’da şerri kurallar ile örfi kurallar yan yanadır. Şerri hukuk, devlet ve toplum hayatını düzenlerken, Şerri hukukun kapsamına girmeyen alanlarda padişahın yayınladığı fermanlar, yaptığı idari ve mali düzenlemeler, örfi hukuk olarak somutlaşır. Osmanlı, yalnızca din kurallarına dayanarak devleti ve toplumu yönetmenin olanaksız olduğunu görür. Öyle ki Tanzimat’ın (1839) ilanından sonra laik anlayışlı yönetici yetiştirmek için Fransa’da okul bile açar.

Demem o ki: Laik hukuk Şerri hukuk tartışması ve ayrışması Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuyla başlamamıştır, Osmanlının ıslahat hareketlerini başlattığı döneme kadar gider. Osmanlı eğitimde, ekonomide, sanayide köklü değişikliklere yönelirse de mürteci baskınına uğrar, rasathaneyi, matbaayı kapatmak zorunda kalır, değişimi, dönüşümü gerçekleştiremez, ekonomide, bilimde, teknikte ve sanayide gelişemez, çağ dışı kalır. Fransa, İngiltere, Rusya gibi gelişmiş devletlerle girdiği her savaşı genellikle kaybeder, ödün üstüne ödünler vermesine karşın, hasta adam olmaktan ve dağılmaktan kurtulamaz.

Batı ülkeleri, ekonomik, teknik, askeri üstünlükleriyle Osmanlıyı baskı altına alır, kabul ettirdikleri çeşitli anlaşmalarla (kapitülasyon), kendi yurttaşlarına ve Osmanlı tebaası gayrimüslimlere ayrıcalıklar sağlarlar; bunlarla da yetinmeyerek Osmanlı tebaası gayrimüslimlerin koruyucusu ve kollayıcısı olurlar.

Osmanlı, bu ülkelerin gayrimüslim tebaaya karşı baskı uygulandığı, ayrımcılık yapıldığı iddialarını önlemek için ilk önce Tanzimat Fermanını (1839) yayınlar, Hıristiyan-Müslüman ayrımı olmaksızın tebaanın can, mal güvenliğinin sağlanacağını, onurunun korunacağını, herkesin kanun önünde eşit olacağını dünyaya ilan eder. Buna rağmen iç huzur sağlayamaz, dış baskıları engelleyemez, Hıristiyan azınlıklara yeni haklar tanıyan Islahat Fermanını (1856) yayınlamak zorunda kalır.

Bu fermanda derde deva olamaz, 1876’da Genç Osmanlılar, II. Abdülhamit’le anlaşarak Meşrutiyet ilan ettirirler. İki meclisli (Meclis-i Mebussan-Meclisi Ayan= Osmanlı Meclisi Umumisi) meşruti yönetim kısa bir süre faaliyette bulunur, 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşını bahane eden Padişah II. Abdülhamit’in, Kanun-u Esasi’yi (Anayasa) askıya alması, Meclisi dağıtmasıyla son bulur. İstibdat dönemi denilen bu dönem 30 yıl süren karanlık, baskının, zulmün, hafiyeliğin, jurnalciliğin kurumlaştığı bir dönemdir.

Bu karanlık döneme, Hürriyet, Uhuvvet, Adalet sloganlarıyla baş kaldıran İttihat ve Terakki son verir. İttihat ve Terakki, Kolağası Niyazi Beyi Resne’de, Kolağası Eyüp Sabri Beyi Ohri’de askerlerin başında dağa çıkarır; Binbaşı Enver Bey, Selanik’ten yola çıkarak demiryolu boyunca bütün askeri birlikleri ayaklandırır. Selanik, Manastır, Preşova, Üsküp, Köprülü, Kosova ve Serez’i içine alan bölgede Meşrutiyet ilan eder.

Padişah II. Abdülhamit ise, isyanın bütün ülkeye yayılacağından çekinerek, 24 Temmuz 1908’de yayınladığı fermanla Kanun-u Esasi’yi yeniden yürürlüğe koyar, Osmanlı Meclis-i Umumisini toplantıya çağırır, II. Meşruiyet dönemini Osmanlı mülkünde yeniden başlatır.

Bu dönem, ümmetin millete geçişin, tebaadan yurttaşa dönüşün hızlı yaşandığı bir dönem olduğu kadar, Osmanlı İmparatorluğu’nun çökmesi, dağılması, yıkılması ve tarihten silinmesiyle sonuçlanacak bir dönem olarak da hafızalarda yer alır.

 

8/9 Haziran 1908’de Reval’de bir araya gelen İngiltere Kralı VII Edward ile Rus Çarı II. Nikola, Almanlara karşı duydukları korkunun da etkisiyle, Osmanlının geleceğini, Balkanların durumunu, Boğazların konumunu görüşürler, birlikte Osmanlıyı dağıtmaya, parçalamaya karar verirler ve ilk iş olarak Makedonya’da ıslahat yapılmasını isterler.

 

Gelişmiş ülkeler dünyanın zenginliklerine el koymak için birbiriyle kıyasıya yarışır, bir yanda Rusya, İngiltere, Fransa (İtilaf=Anlaşık), öte yanda Almanya, Avusturya-Macaristan (İttifak=Bağlaşık) saflaşır, savaş kaçınılmaz olur. (İtalya başlangıçta İttifak içindedir ama sonra saf değiştirir.)

Dünya savaşının çıkacağını anlayan Osmanlı, İngiltere ve Fransa’ya ittifak önersinde bulunur. İngiltere, “şimdilik siyasi bağlar altına giremeyiz,” der, Fransa ise “Rusya razı olmadıkça bu iş olmaz,”yanıtını verir. Önerisi reddedilen Osmanlı, 27 Temmuz 1914’te imzaladığı gizli bir anlaşmayla Almanya’yla ittifak kurar.

 

Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde, bu anlaşmadan bilgisi olmayan İtilaf devletleri, Osmanlının savaşta tarafsız kalması için çaba gösterir; ancak Almanya ile ittifak kurmuş Osmanlı, ilk iş olarak seferberlik ilan eder, silahlı tarafsızlık siyaseti izleyeceğini duyurur.

 

Savaşa hemen katılmak istemeyen Osmanlı’nın Silahlı Tarafsızlık Siyaseti, Akdeniz’de İtilaf devletleri filosunun önünden kaçan Goben ve Breslav adlı Alman savaş gemilerinin Çanakkale Boğaz’ından geçerek Marmara Denizi’ne girip, demir atmasıyla çöker.

 

Osmanlı, bu gemileri satın aldığını, adını Midilli ve Yavuz koyduğunu ilan ederse de Alman Amirali Sauchon’u (şoşon) Osmanlı Donanması komutan yardımcılığına ataması; Şoşon’da tatbikat yapıyoruz diyerek gemideki Alman askerine fes giydirip Karadeniz’e çıkarması, Sivastopol ve Odesa’yı bombalatması Osmanlı için sonun başlangıcı olur.

 

Rusya, 2 Kasım 1914’te, İngiltere, Fransa 5 Kasım 1914’te Osmanlı’ya, Osmanlı’da, 11 Kasım 1914’te İngiltere, Rusya, Fransa ve İtalya’ya savaş açar. Almanya yanında savaşa giren Osmanlı, 4 yıl süren savaşta, birçok cephede İngiliz, Fransız, İtalyan, Rus kuvvetleriyle savaşır; Sarıkamış ve Kanal harekâtında felaket yaşar, Çanakkale’de direnir, Kut-el Amara’da, Galiçya’da ağır kayıplar vererek zafer kazanır; ancak genel olarak tutunamaz, topraklarının 2/3’ünü kaybederek Anadolu’ya doğru çekilmek zorunda kalır.

 

Birinci Dünya Savaşı’nın galipleri, 30 Ekim 1918’de Mondros limanında imzalattığı mütarekeyle, Osmanlı’ya ordusunu dağıtmasını, boğazların ve gerekli gördükleri yerlerin galiplerce işgal edilmesini kabul ettirir. İttifak Kuvvetleri, 12 Kasım 1918 Çanakkale istihkâmlarını işgal eder, 13 Kasım’da donanmalarını Marmara Denizine sokar, Dolmabahçe önlerine demirler. Bununla da yetinmezler, 1920’de imzalattıkları Sevr Antlaşması ile Osmanlı ordularının elinde kalan toprakları ve Anadolu’yu İngiliz, Fransız, İtalyan devletleri ile Ermeni ve Kürtler arasında paylaştırır, Türkleri İç Anadolu’nun dar bir kısmına sıkıştırır, Hıristiyan azınlıkları ve Kürtleri kışkırtarak harekete geçirir, tüm yönlerden Anadolu’yu işgale kalkışır.

 

Mustafa Kemal’in önderliğinde ayağa kalkan yoksul Anadolu halkı, varını yoğunu ortaya koyarak, 4 yıl süren (1919-1923) kanlı bir savaşla dış düşmanı yener, işbirlikçi iç düşmanı ezer, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurar; Lozan’da bu yeni devleti dosta düşmana kabul ettirir.

 

Türkiye Cumhuriyeti, Anadolu’nun aydınlık yüzüdür. Cumhuriyetle birlikte halk yüzünü aydınlığa döner; laik eğitim ve laik hukuku esas alır; kadın erkek eşitliğini benimser, feodal bir köylü toplumundan çağdaş bir topluma dönüşmek için gecesini gündüzüne katarak çalışır, demir ağlarla ülkeyi donatmaya, okul, yol, köprü, baraj yapmaya, dokuma, şeker ve çimento fabrikalar açmaya, hız verir; Ziraat Bankası düzene sokularak, Sümerbank, Etibank’ı kurarak tarımda, sanayide, teknolojide ilerlemenin, kalkınmanın tüm temellerini atar; Osmanlıdan kalma bütün borçları öder, II. Dünya Savaşından uzak durur, “Yurtta Sulh Cihanda Sulh”u hayata geçirir.

 

Ne oldu da ağır bedeller ödenerek kurulan, halk yararına yüce hedeflere yönelen cumhuriyet, dinci gericiliğin ağına düştü de kazanımları birer birer siyasi iktidar eliyle tüketiliyor, birikimleri haraç mezat satılıyor?

 

Aslında durum çok açık, cumhuriyetin kuruluş sürecinde halk düşmanı olarak görülenler dışta İngiliz, Fransız, Rus, İtalyan ve bunların tetikçisi Yunanlılar, içte padişahçı, hilafetçi, dinci, Hürriyet ve İhtilafçı işbirlikçiler, ayrılma yanlısı Ermeni, Rum Hıristiyan azınlıklar, ayrılıkçı Kürtler ve bunların silahlı gruplarıydı. Bu günde durum bundan pek farklı değil, dışta emperyalist ABD baş düşman, içte ayrılıkçı Kürt hareketi ve İrtica baş tehlike. Cumhuriyet kurulurken emperyalizmin işbirlikçisi, yerinden yönetimci, dinci/liberal karması Hürriyet İhtilafçı ve iktidarları ile mütareke basını, cumhuriyet çözülürken de emperyalizmin işbirlikçisi, yerinden yönetimci, serbest piyasacı dinci/liberal AKP iktidarı ile dinci/medya iş başında.

 

Emperyalizmin işbirlikçisi halk düşmanı bu cephe laik hukuk, laik karma eğitim ve öğretimi baş düşman; harf ve dil devrimleri, kadın-erkek eşitliği, sosyal haklar, siyasal ve ekonomik bağımsızlık (kısmi de olsa) baş hedef olarak seçtiler.

 

Devlet ve toplumun yönetiminde, yasama, yürütme, yargıdan oluşan kuvvetler birbirine girmiş, kuvvetler ayrılığı ilkesi her gün çiğneniyor. Siyasi iktidar, Anayasa’yı çiğneyerek, yasamayı ve yargıyı yürütmenin baskısı altına sokarak ülke yönetiyor. Cumhurbaşkanı yeminini çiğneyip yansızlığını bir yana bırakarak siyasi iktidarın başı gibi davranıyor, muhalefeti hedef alıyor, 1150 odalı kaçak sarayda gölge kabine kurmaya çalışarak, laik cumhuriyeti yıkmaya, değerlerini çürütmeye çabalıyor, halkı birbirine kışkırtarak ikilik yaratıyor, “binmiş alamete gidiyor kıyamete.” İş adamlarının, tarikatların sahibi olduğu özel kanallar ve yansız olması gereken TRT, iktidar sahiplerinin her konuşmasını saatlerce yayınlayarak, yurttaşın kafasını bulandırıyor. Kaldı ki konuşmalarda hem cehalet fışkırıyor, hem cumhuriyete, hem Anayasaya hem de devrim kanunlarına karşı açıkça suç işleniyor. Dini istismar etme, ölmüş Osmanlıcayı diriltme, kadın erkek eşitliğini reddetme, eğitim birliğini parçalama, dinci eğitimi temel eğitim yapma, dogma ile gençleri yetiştirmeye kalkmak “laikliğe karşı eylemlerin odağı” olmak değil de nedir? Cumhuriyetin okullarından yetişip, cumhuriyetin değerlerine savaş açmak körlüktür, hatta nankörlüktür, karşı devrimciliktir.

 

Merak ediyorum, Arapçayı seçmeli ders yapan, Osmanlıcayı okuyacaksınız diye direten, Türkçe yetersizdir, felsefe yapılamıyor diyen eş başbakan, Arapça, Osmanlıca biliyor mu, Arapça ve Osmanlıca okuyup yazabilir mi, felsefe yapabilir mi? 624 yıllık Osmanlı’da bir fizikçi, kimyacı, biyolojicisi, felsefeci yetişmiş mi? Bu gün toplum okumuşluğunu Latin harflerinin kabulüne borçlu değil mi? Genç kuşaklarının kolayca okuyup yazabilmesi için Osmanlı münevverleri, şairleri, edebiyatçıları, Latin harflerinin kabulünü istememiş mi? Cumhuriyet bu haklı istemi yerine getirerek, yıllarca okumasına karşın Osmanlıcayı sökemeyen, okuyup yazamayan ülke çocuklarının, 3 ay gibi kısa bir sürede okuyup yazmasına, iş ve meslek sahibi olmak için okumasına, akademik çalışmalar yaparak bilimci, sanatçı, eğitimci yetişmesine neden olmamış mıdır?

 

Herkes sanıyor ki Anayasal düzene karşı suç yalnızca silahlı muhalif örgütlerce işlenir, hayır bu suç iktidarda bulunan, iktidar gücüyle Anayasal düzeni değiştirmeye kalkan iktidarlarca da işlenir.

 

Bu gün AKP iktidarı ve iktidarın başları, iktidar gücünü kullanarak laik demokratik cumhuriyeti yıkmaya kalkıyorlar, bunu herkes görüyor da cumhuriyeti hukuken korumak durumunda olan yargı görmüyor mu? Suç takibiyle görevli cumhuriyet savcıları ne yapıyor? Siyasi iktidar, Anayasa’nın 174. maddesinde koruma altına alınan devrim kanunları ile Anayasanın 14. maddesinde sayılan ve TCK’nun 305. maddesi ile 309. maddesinde yaptırıma bağlanan suçları sürekli olarak işliyor. Kimsenin, bakanın, başbakanın, cumhurbaşkanın suç işleme imtiyazı yoktur. Dokunulmazlık (Anayasa 83. md), yasama faaliyeti ile sınırlıdır, suç işleyenin meclis kararı olmadan tutuklanamaması, sorguya çekilememesi, yargılanamamasını ifade eder; ancak ağır cezalık (10 yıldan fazla hapsi gerektiren suçlar) ile Anayasa’nın 14. Maddesine aykırı eylemler bu korumanın dışındadır. Hazırlık soruşturmasına karşı dokunulmazlık ileri sürülemez, şüpheli meclis kararı olmadan sorguya çekilemese de hakkında ki suç kanıtları toplanır, varsa tanıklar dinlenir, fezlekesi hazırlanır, dokunulmazlığının kaldırılması için TBMM’ne sunulur. Siyasi iktidar temsilcilerinin Anayasa’ya karşı işledikleri ihlal suçlarını görmezden gelen, suç kanıtlarını toplamayan, fezleke hazırlayan cumhuriyet savcıları görevini yapmayarak suç işlemiş olmuyorlar mı? Bu tutum, suçun işlenmesine yardımcı olmak değil midir? Savcılar sustukça, yargı işlevini yapmadıkça, siyasal iktidardakiler bize bir şey olmuyor diye raydan çıkıyor. Bu gidiş iyi gidiş değildir, devlet ülkenin bir bölümünde otoritesini yitirmiş, ayrılıkçı hareket yol kesiyor, hendek kazıyor, vergi topluyor, cumhuriyete meydan okuyor. İktidar aklını başına almalı, cumhuriyetin değerleriyle oynamayı bırakmalı, savcılık ve yargı yasal ve Anayasal görevini yapmalı, yoksa felaket bizi beklemektedir. Bu koşullarda sürekli şikâyet edilen iç karmaşa, çekişme, çatışma ortamının daha fazla oluşması kaçınılmazdır.

   Av. Mehdi Bektaş

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

One Response

  1. sevgili ve çok saygı duyduğum vekilim . yakın tarihimize yönelik haklı kaygılarını anlıyorum. ve canı gönülden katılıyorum . bir farkla geçmişte; gerici kürt ayaklanmaları kadar , gerici başka ayaklanmalar da vardır. kaybedilen cumhuriyet değerlerinin sebebini; gerici AKP iktdarının olduğu kadar, bu günkü kürt hareketini de göstermiş olmanızı yadırgadım.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir