Osmanlı’da kardeş boğazlatan taht kavgaları, fütuhat (fetih) bitince ulufesi azalan yeniçerilerin kazan kaldırması, mürtecilerle işbirliği yaparak “İstemezük!” diye padişah indirip, sadrazam, vezir, ulema kafası kesmesi, ganimetsiz kalan sipahinin Celali isyanları çıkarması, yol tutup adam kaldırması, vaka-ı adiyedendi.
- yüzyılda başlayan celali isyanları ile Lale devrinde matbaayı ve rasathaneyi yakan Patrona Halil (1730), III. Selim’in Islahat girişimine karşı koyan Kabakçı Mustafa (1808) isyanları bu türdendi. 1826’da II. Mahmut’un Yeniçeri ve kapıkulu Sipahi ocaklarını kaldırsa da askerin iktidar için kullanılması bitmedi.
1839 Tanzimat fermanı, 1876’da Meşrutiyet ilanı Anayasal bir düzene kavuşturmuşsa da, Meşrutiyeti ilan edeceğim diye söz vererek padişah olan II. Abdülhamit, kısa süre sonra, Anayasa’yı askıya alarak, meclisi tatil ederek, 30 yıl sürecek istibdadını kurumlaştırdı.
İttihat Terakki, ordu içinde örgütlendi, yeniden meşrutiyeti ilan ettirmek için 3.Temmuz 1908’de isyan başlattı; Selanik’ten yola çıkan Binbaşı Enver, demiryolu boyunca tüm askeri birlikleri ayaklandırdı, birlikleriyle Kolağası Niyazi Bey Resne dağlarına, Kolağası Eyüp Sabri Ohri dağlarına çıktı, isyana destek verdi.
İsyanın bütün ülkeye yayılmasından çekinen II. Abdülhamit, Kanun-ı Esasiyi yeniden yürürlüğe koydu, Meclisi toplantıya çağırdı ve Meşrutiyet dönemi (II. Meşrutiyet) yeniden başladı.
Meşrutiyete son verilmesini, meclisin dağıtılmasını, İttihat Terakki yöneticilerin azil edilmesini isteyen mürteciler, avcı taburlarını kışkırtarak, 31 Mart 1909’da ayaklandı; Adliye Nazırını, Lâskîye Mebusunu, Manyaszade Refik’i, Kolağası Ali Kunilay’ı öldürdü, Harbiye Nezaretini kuşattı, İttihat Terakki yanlısı olduğunu düşündükleri matbaaları bastı, yaktı, yıktı, tahrip etti. II. Abdülhamit bir tebliğ yayınlayarak, “olaylardan isyancıları sorumlu tutulmayacağını, şeriata uyulacağını” açıkladı.
Mürteci isyanının yayılması, padişahın açıklaması meşrutiyet yanlısı subayları harekete geçirdi, Hareket Ordusu adıyla Selanik ve Edirne’den yola çıkan birlikler, 22/23 Nisan 1909 gecesi İstanbul’a girdi; Taşkışla, Taksim Kışlası, Fatih ve Şehzade Paşa karakollarına yuvalanan isyancı mürtecileri tepeledi; İstanbul’da yönetimi ele aldı, sıkıyönetim ilan edildi, . Divan-ı Harp kuruldu, isyancılar yargılanıp çeşitli cezalara çarptırıldı, İdam cezası verilenler asıldı.
27 Nisan 1909’da İstanbul’da toplanan Meclis-i Mebusan, Şeyhülislam Mehmet Ziyaeddin Efendi’den alınan fetvaya dayanarak II. Abdülhamit’i tahtan indirdi, V. Mehmet Reşat’ı tahta çıkardı, Kanun-i Esasi’nin bazı maddelerini değiştirerek, padişahın meclisi açma, kapama, kişileri sürgüne gönderme, savaş ve barış kararı alma gibi yetkilerini sınırladı.
İttihat Terakki, siyasal ortamı normalleştirdi; Eylül/Ekim 1909’da Selanik’te “gizli” olarak toplandı. Toplantıya katılan Mustafa Kemal’in, “Ordunun siyasetten ayrılması”, “Subayların cemiyetle ilişkisinin kesilmesi”, “Ordunun siyasete alet edilmemesi” önerisi (toplantıya) damgasını vurur.
Öneri ilke olarak benimsenirse de yeterli uygulaması olmadı. Abdülhamit tahtan indirilmesine karşın, İttihat Terakki siyasi iktidara tam hâkim olamadı, Babıâli paşalarını yeterince denetleyemedi, 1911’de Miralay Sadık Bey ile Mebus Abdülaziz Mecdi Efendi’nin başını çektiği “Hizbi-i Cedit (yeni hizip) adlı grup, on maddelik bir tutucu talepler listesi açıklayarak İttihat Terakki karşıtı muhalefete katılır.
18 Ocak 1912 yeni bir seçim yapılır, İttihat Terakki, 270 mebusun 264’ünü kazanır, birleşik muhalefetin oluşturduğu “Hürriyet ve İtilaf Fırkası” ise 6 mebusta kalarak ağır bir yenilgi alır.
İttihat Terakki, iktidarlarına karşı asker içinde bir hoşnutsuzluk oluştuğunu saptar, hükümet içinde daha etkin bir konuma gelmeye çalışır, ancak Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa hükümetten çekilmek zorunda kalır. Yeni Harbiye Nazırının kim olacağı konusunda tartışma çıkar, sonuçta İttihatçı Sait Halim Paşa hükümeti toptan istifa eder.
Ordu içindeki İttihat Terakki muhalifi Binbaşı Gelibolulu Kemal Bey (Şenkıl), Prens Sabahattin’in ile Hürriyet ve İtilaf Fırkası yöneticilerinin desteğini alarak, 18 Temmuz 1912’de toplanan Askeri Şura’ya bir muhtıra verir. “Halaskar-ı Zabitin” imzasını taşıyan bu muhtırada, “Meclis-i Mebusan’ın dağıtılması, Kamil Paşa başkanlığında yeni bir hükümet kurulması” istenir, “yapılmaması durumunda da yönetime el konulacağı” açıklanır. Bu muhtıra, tarihimizde askerin hükümete verdiği ilk muhtıradır.
Bahriye Nazırı Nazım Paşa’nın muhtıraya destek verdiği anlaşılınca, İttihat Terakki direnmekten vazgeçer, muhalefetin isteklerine boyun eğer, yalnızca Kamil Paşa’nın sadrazam olmasını engeller, Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın “Büyük Kabine” kurumasına olanak tanır.
İttihat Terakki’nin iktidardan uzaklaşması, askeri kanat lideri Mahmut Şevket Paşa’nın tasfiye edilmesi, İttihat ve Terakki içindeki sivil ve asker kanatların arasını açar. Askeri kanat, sivil kanata karşı etkin bir muhalefet başlatır. Kanatlar arasındaki gerginlik, İttihat ve Terakki’nin ilk kez kamuoyuna “açık” yapılan 1912 kongresinde açığa çıkar.
Trablusgarp Savaşı’nın yarattığı sorunları çözme durumunda kalan Gazi Ahmet Muhtar Paşa, İttihat Terakki’yi yönetimden tamamen dışlamak için sudan gerekçelerle V. Mehmet Reşat’a Meclis-i Mebusan’ı fesh ettirir.
17 Ekim 1912’de Bulgaristan, Sırbistan, Osmanlı’ya savaş açar. I. Balkan Savaşı denilen bu savaşın başlaması üzerine, Osmanlı savaşmakta olduğu İtalya ile acele anlaşır ve Trablusgarp’ı İtalya’ya bırakır. I. Balkan Savaşı’nda Osmanlı ordusu tüm cephelerde büyük bir bozguna uğrar, ancak Çatalca hattına çekilerek tutunabilir. Ahmet Muhtar Paşa hükümeti istifa eder, Kamil Paşa başkanlığında yeni bir hükümet kurulur. Bu yeni hükümet, İttihat Terakki karşıtı Hürriyet İtilaf Fırkası’nca oluşturulur. 3 Aralık 1912’de Balkan devletleriyle ateşkes yapılır, Rumeli tamamen elden çıkar.
Toprak kayıpları karşısında, İttihat Terakki hareketlenir, iktidarı yeniden ele geçirmek için çalışmaya başlar. Meclis-i Mebusan’ın feshi nedeniyle hükümeti düşürmek ve iktidarı ele geçirmek olanağını bulamaz. Ayrıca hükümet İttihat Terakki Cemiyeti’ni kapatmış ve birçok üyesi yurtdışına çıkmak zorunda kalmıştır, İktidarı ele geçirmek için darbeden başka çare görülmemektedir.
23 Ocak 1913 Perşembe günü Enver Paşa, başta İttihat Terakki silahşoru Yakup Cemil, Ömer Naci, Mümtaz ve Mustafa Necip olmak üzere bazı cemiyet ileri gelenleriyle, Çağaloğlu’ndaki merkez binadan beyaz bir ata binerek, Babıâli’ye doğru harekete geçer. Edirne’nin düşman eline düşmesine kızan, bağırıp çağıran büyük bir kalabalığın katılımıyla Babıâli’ye gelir, binaya girişi engellemeye çalışanları saf dışı eder. Sadrazam yapma vaadiyle önceden desteği alınan ve sonra “beni aldattınız” diye tavır koyan Harbiye Nazırı Nazım Paşa’yı Yakup Cemil vurur. Enver ve Talat Beyler içeri girer, hükümetin toplantı halinde olduğu salonu basar. Sadrazam Kamil Paşa’ya istifa dilekçesi yazdırıp imzalatılır, Padişaha sunularak Mahmut Şevket Paşa’nın sadrazam olması sağlanır.
Balkan Savaşı olanca hızıyla sürmektedir. Edirne’yi geri almak için iktidara geldiğini ilan eden İttihat Terakki, Edirne’nin düşman eline geçmesine engel olamaz, barış istemek zorunda kalır, 30 Mayıs 1913’te savaşı sona erdiren Londra Antlaşması imzalanır.
Edirne’nin kaybedilmesi muhalefeti harekete geçirir, darbe yapmayı düşünmeye başlarlar, Halaskar-ı Zabıtan Grubu yeniden ortaya çıkar, Prens Sabahattin’in özel kâtibi Saffet Lütfü’nün başını çektiği, âdemi merkeziyetçi bir hükümet kurulması için darbe girişiminde bulunulur. Girişimi bastıran Mahmut Şevket Paşa, milli birlik havasını bozmamak için, darbecilere karşı yumuşak davranır, bazı tutuklamalar olsa da Prens Sabahattin’i darbeye bulaştırmamaya özen gösterir. Halaskar-ı Zabitin liderlerinden Binbaşı Kemal ile Kudret Bey yurt dışına kaçar.
11 Haziran 1913’te Sadrazam Mahmut Şevket Paşa’ya Suikast düzenlenir. Suikast İttihat Terakki için tam bir “şok!” olur. İttihat Terakki’nin etkin isimlerinden Sait Halim Paşa sadrazamlığa getirilir, hükümet İttihatçılardan oluşur.
İktidarı eline geçiren İttihat Terakki, doğu Trakya ve Edirne’yi geri almanın çarelerini aramaya başlar. Balkan devletlerinin Osmanlı’dan aldıkları toprakları paylaşamayarak bir birine düşmesi, Bulgaristan’ın Sırbistan ve Yunanistan’a savaş açması, aranan fırsatı yaratır, ordu harekete geçirilir, 22 Temmuz 1913’te Edirne ve Doğu Trakya geri alınır.
Edirne’nin ve Doğu Trakya’nın geri alınması üzerine İttihat Terakki’ye halkın sevgisi, sempatisi artar. İttihat Terakki gücünü, etkinliğini yeniden artırır, muhalefeti sindirir. İslamcılık, Garpçılık, Türkçülük akımlarının hararetle tartışıldığı bu ortamda, 20 Eylül 1913’te İttihat Terakki İstanbul’da 5. Kongresini toplar, köklü siyasal, ekonomik, sosyal ve kültürel dönüşüm kararları alır, hızlı uygulamaya geçer, reformlara hız verir.
İngiltere’nin, Fransa’nın, Rusya’nın gizlice anlaşarak dağıtmaya karar verdiği Osmanlı, Almanya’nın yanında I. Dünya Savaşı’na katılmak zorunda kalır. Ordu, canını dişine takarak Kafkaslarda, İran, Irak, Suriye, Arabistan çöllerinde emperyalist ve işbirlikçi güçlere karşı savaşır, Çanakkale’de, Kutul-Amara’da, Galiçya’da destanlar yazar, kış koşullarına hazırlıksız yakalandığı Sarıkamış’ta 60-90 bin arasında askerini dondurarak felakete uğrar. İtilaf devletlerinin Türkiye’yi paylaşmak amacıyla yaptıkları gizli anlaşmayı Sovyet Devrimi sonrası Lenin açıklar, Osmanlı topraklarındaki Rus birliklerini çeker.
Osmanlı Almanya’nın yenilip teslim olmasıyla desteksiz kalır, ordu Anadolu’ya sıkışır, ülke toprakları korunmak istenirken elde kalan topraklardan da olunur.
İtilaf donaması, Çanakkale boğazından savaşarak geçemezken, savaş sonrası rahatlıkla geçer, Dolmabahçe önüne demir atar, İstanbul’u kuşatır. İmzalan Mondros Mütarekesi ile askeri terhis etmeye, silahlarına el koymaya başlar.
İtilaf devletleri, Türkleri dar bir alana sıkıştırarak, Ermenilere toprak, Kürtlere özerklik vaat ederek Anadolu’yu paylaşmaya kalkarlar. Kafkaslarda, Irak ve Suriye’de, Arabistan yarım adasında Osmanlı topraklarına ele geçiren İngiliz, Fransızlar ile İtalyanlar, asker çıkararak Anadolu’yu işgale başlarlar.
Anadolu’da işgale karşı yer yer silahlı direnişler olur, Müdafaa-ı Hukuk Cemiyetleri kurulmaya, kongreler yapılmaya, Kuvva-ı milliye adlı direniş birlikleri oluşmaya başlar. Mustafa Kemal’in Samsuna çıkması, Amasya tamimi, Erzurum ve Sivas kongreleri ile Ankara’da Milli Meclisin açılması, milleti daha organize, daha kararlı bir güce dönüştürür, mücadeleyi büyütür.
Anadolu halkı, Mustafa Kemal liderliğinde, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-ı Hukuk Cemiyeti öncülüğünde örgütlenerek, milli orduyu oluşturup güçlendirerek, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı savaşarak, kurtuluş mücadelesini zafere ulaştırır. Osmanlının küllerinden Lozan Antlaşmasıyla dünyanın tanıdığı, hanedanlığı, hilafeti, saltanatı kaldıran, tekke ve zaviyeleri kapatan, Latin harflerini kabul ederek bilimsel laik eğitimin yolunu açan, medreseyi üniversiteye dönüştürerek çağdaşlaşmayı hedef seçer, laik Türkiye Cumhuriyeti’ni kurar ve Türk devrimini gerçekleştirir.
Cumhuriyet kurulduktan sonra da, emperyalizminin kurtuluş savaşı sırasında kullandığı, mürteciler yine devreye girer, laik cumhuriyete karşı savaş açar, Menemen’de Kubilay’ın kafasını keser, Diyarbakır’da Şeyh Sait ile askerin kanını döker, Misak-ı Milli sınırları içindeki Halep’i Musul’u kaybettirir.
Her türlü zorluğa göğüs gererek İkinci Dünya Savaşı’na katılmayan Türkiye Cumhuriyeti’nin başına, emperyalizmin işbirlikçisi din bezirgânı, toprak ağası, montaj sanayicisi, kabz-ı malcı, stokçu, tefeci tüccar musallat olur; “Camiyi ahır yaptılar, sizi aç bıraktılar, çocuklarınızı dinsiz yapacaklar” iftiralarıyla iktidara geldiler, orduyu NATO’ya bağlayıp bağımsızlıkçı duruşunu, özgür iradesini yok ettiler.
“Halkın oyu ile iktidara geldim”, “Odunu göstersem milletvekili yaparım”, “Siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz”, “Tabanca çekenle tespih çeken bir midir”, “Demokrasi bir tramvaydır inilir binilir” diyenler iktidara yerleştiler, kardeşi kardeşe vurdurarak, din, mezhep, bölge, etnik ayrım yaparak, halkın birliğini, kardeşliğini bozdular, kaçınılmaz olarak da ihtilalle darbelerle karşı karşıya kaldılar, hiç suçları yokmuş gibi demokrasi kahramanlığına soyundular.
“Her türlü darbeye karşıyız, milli iradeye saygılıyız” gibi bir söylem yayılmaya çalışılıyor, ama yeterince karşılığını bulamıyor; çünkü hiçbir söylem, olaylar ve gerçekler görmezlikten gelinerek değerlendirilemez. Her ihtilalin, her darbenin karşıtı olduğu kadar yandaşı da vardır. İhtilaller ve darbeler karşında halkın büyük çoğunluğu susar, sonra da kazananın safına geçer. 27 Mayıs’ta da 12 Eylül’de de bu böyle olmuştur. Önemli olan darbeye/ihtilale karşı olmak değil, ihtilale ve darbeye neden olacak olumsuz ortamı yaratmamaktır.
Cumhuriyet kurulduğundan bu yana, çok kısa bir sürenin dışında ülkeyi genellikle sağ iktidarlar yönetti ve ihtilalle/darbeyle yüz yüze kaldı. Yapılan ihtilalin, darbenin, darbe girişiminin birinci derecede sorumlusu, dini siyasete alet eden, ekonomik, sosyal, kültürel ortamı bozan, siyasi husumetler yaratarak darbeye ortam hazırlayan, sağ siyasal iktidarlardır.
1923’te Cumhuriyet ilan edilmiş, 1938’e kadar Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde gerilikten kurtulma, çağdaşlaşma, sanayileşme yönünde büyük adımlar atılmış, devrimler gerçekleştirilmiş, uygarlığın tüm nimetlerinden halkın yararlanması için büyük çabalar harcanmış, izleyecek yol ve hedef belirlenmiştir. II. Dünya Savaşı gibi bir beladan kurtulmamıza, çağdaşlaşma yolunda bilimsel temelde yürünmesine karşın, siyasi iktidarı ele geçiren sağcı iktidarlar, toplumun gelişmesini durdurmayı, genç kuşakların bilimsel laik eğitime ve öğretimle yetişmesini önlemeyi, cumhuriyetin kurucu değerleriyle uğraşmayı, Türk devrimini param parça etmeyi iş edinmişlerdir.
15 Temmuz darbe girişimi de yaratılan ortamın ürünüdür, birinci derecede sorumlusu da siyasal iktidardır. 14 yıldır ülkeyi yönetiyorlar, bir sürü etnik gruptan söz ediyorlar, laik okulları imam hatip okullarına dönüştürerek arka bahçe yaptılar, cemaatçileri koruyup kollayarak devletin kilit noktalarına taşıdılar, demokrasiyi amaç değil araç gördüler, laiklik üzerine yemin edip 4+4+4 eğitim sistemiyle “dindar ve kindar nesiller” yetiştirmeye kalktılar, çevre ve sosyal hakları için meydanlara çıkanlara karşı polise destan yazdırdılar, orduya kumpaslar kurup ülkenin yetişmiş yurtsever subaylarını saf dışı ettiler, orduyu ve devleti cemaatçilerin işgaline uğrattılar, tehlike kendilerine yönelince şimdi feryat figan ediyorlar, kusuru kendilerinde değil başkalarında görüyorlar.
Her şeyde olduğu gibi darbe karşıtlığında da samimi değiller, çifte standartlılar. Muhalefete, Gezicilere kapatılan, kafa kırılıp göz çıkartılan meydanlar, iktidar yandaşlarına tam gün açık gülücükler dağıtıyorlar! Bunların demokrasi mücadeleleri bile hazine destekli (!); kamuya ait tren, otobüs, tramvay, metro günlerdir ücretsiz insan taşıyor, yandaş belediyeler stant kurmuş kumanya dağıtıyor, medya canlı gece gündüz canlı yayın yapıyor. .
Siyasi iktidarların seçimle gelip seçimle gitmesi, hem doğrudur hem de genel bir arzudur. Ama bu tek başına yeterli değildir, buna layık olmak gerekir. İktidara gelmek ve kalmak için her yolu deneyenin, meşru yolu tıkayanın bunu başardığı pek görülmemiştir. D.P, A.P bu yüzden tepe taklak gitmiştir.
15 Temmuz 1916 tarihli darbe girişimi, henüz çok net anlaşılabilmiş değil. İddia edilen, cemaattin ordu içinde örgütleyip oluşturduğu bir çetenin, emir-komuta dışında CİA ve NATO’nun desteğini alarak yapılan bir girişimdir.
İnsan şaşırıyor, Mustafa Kemal’in laik ordusu nasıl bu hale geldi, Cumhuriyetin generalleri nasıl cemaatçi oldu? Bunlar CİA denetiminde bir imamın buyruğuyla yurttaşına, ordusuna, meclisine bomba atıp, kurşun sıkıyorlar…
Olacağı buydu, 1950’den beri dini siyasette kullanır, mektebi medreseye dönüştürmeye, Milli Eğitim ile Milli Savunmanın milli kimliğini bozarsanız, iç ve dış güvenliğinizi NATO’ya bırakıp emperyalizme emanet ederseniz, olacağı buydu.
Bu darbe girişimini, polisin ve halkın önlediği kimi iktidar sözcüleri tarafından ifade ediliyor. Genelkurmay başkanının savunma bakanına tabi olması, jandarmanın içişleri bakanlığına bağlanması, muhafız alayının kaldırılması, imam hatip mezunlarının subay olması fikri buradan kaynaklanıyor.
Öncelikle şunu bilelim, istihbarat darbe gününü darbe günü bildirmek değildir. Anlaşılan o ki istihbarat ya uyumuş ya işin içinde ya da bekle gör dedi.
Darbenin en ince noktasına kadar ayrıntılı hazırlandığı, her türlü olasılığın düşünüldüğü basına yansıyan bilgiler ışığında anlaşılıyor. Ordu komutanlarının ikna edilmesi halinde gece 02’de, ikna edilemedikleri için gündüz 18’de girişimin başlatıldığı, başarılı olmayacağının ortaya çıkmasıyla çılgınlıklar yapıldığı anlaşılıyor.
Bu darbe girişimini darbeye karşı çıkan silahlı kuvvetler, emniyet birimleri, medya, sonrada cumhurbaşkanının çağrısıyla halkın sokağa çıkması önlemiştir. Ordu bütünüyle darbenin içinde olsaydı ve gece yarısı yapılsaydı önlenebilir miydi? Kuşkum var, önlenemezdi sanıyorum.
Başarılı olsalardı ülkenin de halkın da çok çekeceği vardı; girişim, iktidarın dar görüşlülüğünün, devlet adamı olmamanın, ülke tarihini bilmemenin, milleti bölmenin, dini siyasete alet etmenin özetidir. Bu bir faturadır, bu faturayı halkın değil, siyasi iktidarın ödemesi gerekir, taksime kışla yapma, başkan olma sevdası bu borcu kapatmaz. Reisin gücünün arttığı dillendiriliyorsa da orduya kumpas kurulması, davalarında savcı olunması, YAŞ kararlarına çekince konulması, cemaatin devlet organlarına sızıp palazlanması karşısında erim erim eridikleri de söyleniyor. Ne olacağını zaman gösterecek!
Hükümet yayınladığı kararname ile bütün ülkede, MGK’un tavsiyesi doğrultusunda, 3 ay süreyle Olağanüstü Hal İlan etti, Meclis bu kararı yerinde buldu ve 22.7.2016 tarih ve 667 sayılı ilk KHK’me Resmi Gazete’de yayımlandı.
OHAL, sivil sıkıyönetim demektir. İlk Kanunun Hükmündeki Kararname’den bunu anlamak mümkündür: Gözaltı süresi 30 güne çıkarılmış, kolluk görevlilerine (polis ve jandarma) şüpheli, tanık ifadelerini alma gibi yargılama işlemi yapma yetkisi verilmiştir. Tutuklunun avukatıyla görüşmesi kayıtlara bağlanmış, şüpheli durumlarda teknik cihazla sesli veya görüntülü kaydedilmesi, görüşmede görevli bulundurulması, avukatın verdiği belgelere el konulması, görüşme gün ve saatinin sınırlandırılması, avukatın tutukluyla görüşmesinin yasaklanması düzenlenmiştir. Terör örgütleriyle bağlantılı olduğu saptanan öğretim kurumu, yurt, pansiyon, vakıf, dernek bunların iktisadi işletmeleri, yükseköğretim kurumları, sendika, federasyon ve konfederasyonun kapatılması, kamu personelinin, memurun, öğretmenin, öğretim görevlisinin, subayın-askerin, hâkimin, savcının görevlerine son verilmesi kararlaştırılmıştır.
Bu işin başlangıcı, daha neler olacak göreceğiz? Görünen odur ki iktidarın demokrasi gibi bir derdi yok, o imam hatipliyi subay yaparak dinci polisle dinci subayla iktidarını korumak derdinde, ne laiklik, ne çağdaşlaşma ne de demokrasi umurunda! Bilimden, laiklikten, çağdaşlıktan soyutlanmış, hukukun üstünlüğünü, kuvvetler ayrımını içselleştirmemiş, yalnızca seçime indirgenmiş bir demokrasi olamaz olsa bile dikta olur, o da kavimler beşiği Anadolu’da tutmaz!