20’inci yüzyıl, dünya tarihinin hızlanmış bir dönemiydi. Bu yüzyılın başında patlak veren Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşının sonunda Büyük Ekim Devrimi’yle dünyanın bir kısmını kaybeden emperyalistler, ikinci büyük katliamlarından sonra daha fazlasını kaybettiler. Yine bu yüzyılda ortaya çıkan ulusal kurtuluş mücadeleleriyle de eski sömürge ve yarı sömürgeleri ellerinden kayıp gitti… Ancak bu yüzyılın sonlarına doğru dünya solunda yaşanan büyük sarsıntının da etkisiyle halkların ve işçi sınıfının mücadelelerinin durgunlaşması nedeniyle toplumsal tarihin akışı yavaşladı. Ulusal-toplumsal mücadelelerdeki bu durgunluk döneminde emperyalizm neo-liberal politikalarıyla ekonomik, siyasi ve askeri olarak daha çok saldırganlaştı, dünya halklarını ve işçi sınıflarını daha yoğun biçimlerde baskı altına aldı ve sömürdü. Ama sonuçta dünya yerinde saymadı, ezilen milyarlarca insan emperyalizmin bu ağır sömürü ve baskı politikalarının etkisinden kurtulmak için çeşitli mücadele biçimleri geliştirmeye çalışmaktan da geri durmadı, tarihin sonu gelmedi aksine akışı devam etti…
Fakat bu arada 1990’la birlikte, Sovyetler Birliği’nin dağılmasının da etkisiyle bu çürüyen emperyalist devletler boş teneke misali yüksek sesle zafer naraları atmaya başladılar. Emperyalist kapitalist sistemin sözcüleri Marksizm-Leninizm’e karşı topyekûn saldırıya geçtiler. Sosyalizmi ideolojik olarak yok etmeyi amaçlayan bu saldırıya “içimizden” sayılabilecek çeşitli çevreler ve kişiler de katıldı. Bunların kimisi açıkça devrimci-sosyalist dünya görüşünü çökertmeye çalışırken, kimisi de gizli, ikiyüzlü biçimlerde çınarın özünü kemirmeye kalkıştılar. Neoliberalizmi aleni savunanlar olduğu gibi gizli gizli, kaçamak yollara başvurarak destekleyenler de oldu. Sosyalizmi sorgulamak adına üstüne çıkıp tepinenler, Leninizm’i mahkûm ederek onun yerine demokratizmi, sosyal reformizmi ikame etmeye kalkışan “yeni solcu”lar türedi. Dünyadaki bu gelişme Türkiye’ye de yansımakta gecikmedi. Bu sağcılaşmış, oportünist akımların solda etkili oldukları dönemde siyasallaştırılmış dincilik, ciddi bir engelle karşılaşmadan Türkiye’nin tepesine oturtuldu. Siyasal İslamcı AKP iktidarının neoliberalizmi uygulaması, AB ile yakın temasa geçmesi, Batı destekli Kıbrıs ve “çözüm süreci” politikalarını başlatması bu sosyal reformistleri memnun etti. Bunların önemli bir kısmı açıkça, bir bölümü de üstü örtük biçimde “yetmez ama evetçi”lik yaparak AKP’nin ve Gülencilerin dayattığı anayasa değişikliklerini destekleyerek gericiliğin, Ortaçağ zihniyetinin her alanda etkin olması ve tek adam rejimine gidişin yolunun açılmasına hizmet ettiler. Yaratılan bu yeni dinci siyasal ortam içinde olgunlaştırılan 15 Temmuz Amerikan – FETÖ darbe girişimi sonrasında oluşan siyasal havayı kullanan AKP iktidarı, 16 Nisan 2017’de yapılan anayasa referandumunda bir kanunsuzluğa imza atan YSK (bu referandum sırasında seçim kanununun açık hükmünü çiğneyen YSK, hukuka karşı açık bir darbe gerçekleştirdi) sayesinde tek adam rejiminin kurulmasını sağladı.
18 yıl süren Türkiye’yi teokratikleştirme sürecinde, devrimci-sosyalistler yaşanan sürecin gereği olan devrimci tavrı ortaya koyamadılar, bu konuda kararlı bir davranış gösteremediler, gösteremedik. Bu dönemin en önemli kitlesel eylemliliği olan Haziran halk hareketi de bu gidişi durdurmaya yetmedi, kendiliğindenci özelliği-siyasi önderlikten yoksun oluşu, örgütsüz yapısıyla yetmesi de mümkün değildi… Bugünkü siyasal ortamın oluşmasının birçok mazereti bulunabilir, ama ne olursa olsun bunlar, durumu izah etmeye yetecek gerekçeler olamaz. Karşı devrim cephesinin saldırıları, baskıları günbegün artarken, en doğal hukuk kuralları ve insan hakları çiğnenirken bunları göğüsleyecek bir örgütlenme ve eylem çizgisi yaratılamadı. Bu sonucun oluşması dünyanın bazı ülkelerindeki gerici gelişmelere, neo-faşizmin güç kazanmasına paralel şekilde seyretti ve bu sağcılaşma eğilimi kırılarak yeni bir devrimci hareket yaratılamadı. Bu sağcılaşma, ister istemez siyasete ve eylem çizgisine de yansıdı. Bu koşullarda fabrikalardan, köylülüğe ve üniversitelere kadar halk kitlelerine dayanan ve aydın kesimi hareketlendiren, devrimci mücadeleyi örgütleyecek, yürütecek bir gelişme içine girilemedi. Çünkü bu olumsuz koşullardan başka kitlelerden önce devrimci kesimin önünde yer alanların birçoğunun hedefleri belirsizdi, liberalleşmiş “sol” düşüncelerin etkisi altındaydılar. Bunların toplumsal koşullara, tarihin bu dönemindeki gelişmelere cevap verebilecek devrimci politikalar üretmeleri mümkün görünmüyordu. Eski bedene uygun elbiseleri yenisine uydurma “solcu” görüntüsü altında insanları oyalarlarken, gerçekte liberalleşmiş sol düşüncelerle uyum içindeydiler. Bunların sosyalizmleri ise “belediye sosyalizmciliği”nden ileriye gitmeyen reformizmdi. Bu kaygan ortamda ortaya çıkan genç devrimciler ise bu yanlışlıklara boyun eğmenin ötesine geçemediler. (*)
Oysaki bu koşullarda gerçek hayatta karşılığı olmayan bu düşünceleri reddederek, özellikle devrimci görüşü liberalleştiren eğilimlerin net biçimde karşısında durulmalıydı. Ülke gerçekliğinden hareket edilerek, tarihin akışının doğru tespit edilmesine ışık tutan devrimci ideoloji temelinde bir mücadele anlayışı geliştirilmeli ve bunun etrafında bir araya gelinerek devrimcilik yapılmalıydı.
Peki, bu yaklaşım temelinde günümüzde atılması gereken ilk adım nedir?
Öncelikle ideolojik açıklık ve devrimci politik bir bakış gereklidir. Bunun için izlenecek yöntem Marksist-Leninist bakış ve yaklaşımı esas almaktır. Marksizm-Leninizm diyorum, tek başına Marksizm veya Leninizm demiyorum. Çünkü Lenin’in teorisini yaptığı ve eylemini örgütlediği devrim Marx’ınkinden zaman ve mekân olarak farklıydı, Leninizm Marksizm’in kopyası değildi ama ondan hareketle, onun tamamlayıcısı olmayı başardı. Marx’ın görüşlerini temel alan Lenin’in felsefi ve ideolojik bakışı, somut durumun somut değerlendirilmesi esasına göre politik mücadeleyi örgütlemeyi esas almaktaydı. Lenin’in devrimci görüş ve pratiğini incelediğimizde onun Marx sonrasındaki somut gelişmeleri devrimci diyalektik bir bakışla yorumlayıp bunu pratiğe uyarladığını görürüz. Devrimi başarmış bir lider olarak onun mirasını günümüz koşullarında yorumlayarak, dogmatizme saplanmadan ve revizyonizme sapmadan, devrimin yolunu çizen yöntemini esas alarak, somut durumun diyalektik bir bakışla tahlilini yaparak, pratikten kaynaklanan ideolojik-politik çizgiyi belirlemek en doğru yöntemdir.
Bunu yaparken emperyalizmin gücü, işbirlikçi egemen sınıfların kurduğu ve giderek ağırlaşan baskıcı-gerici rejim gözümüzü korkutmamalı. Çünkü haklı olanlar dünya nüfusunun çok büyük çoğunluğunu oluşturan ezilenlerdir ve devrimciler de onların öncülüğünü yapanlardır. Devrimciler devrim mücadelesini tek başlarına yapmazlar, bu ezici çoğunluğu örgütleyerek onlarla birlikte yaparlar ve bu yüz milyonlarca insanın gücünü devrimciler harekete geçirmekle yükümlüdürler. Lenin, 2 Mayıs 1922’de “Pravda’nın Onuncu Yıl Dönümü” için yazdığı yazıda, dünya devriminin ezilenlerin en büyük kıtası Asya’nın derinliklerine doğru ilerlemekte olduğunu ortaya koyar, Rusya’da devrimcilerin mücadeleyi nasıl bir baskı, yenilgi koşullarında ve hangi güçlerle sürdürdüklerini anlatır:
“1906-07’de çarlık hükümeti devrimi tastamam tepelemiş görünüyordu. Birkaç yıl sonra Bolşevik Partisi –değişik bir biçimde, değişik bir yöntemle– düşmanın öz kalesinin içine girmeyi başardı ve her gün, ‘legal olarak’ kahrolası çarlık ve toprak sahipleri aristokrasisini içerden çökertmeye koyuldu. Birkaç yıl daha geçti. Bolşeviklerin örgütlediği proleter devrimi zafere ulaştı.
1900’de eski Iskra’nın kuruluşunda on devrimci ya var ya yoktu. 1903’te Brüksel ve Londra illegal kongrelerinde Bolşevikliğin doğuşuna tanıklık edenler ise topu topu kırk kişi kadardı.”
***
Yenilgi sonrasındaki kararlılığın, mücadele azminin önemini vurgulamak bakımından kendi tarihimizden bir örnek verebiliriz: 1975 baharında devrimci gençlik kitlesinin temsilcileri AYÖD’ü kurduktan sonra, o yaz Ankara’da kalarak faşistlerin saldırılarına karşı mücadeleyi aktif olarak sürdüren devrimci genç sayısı iki elin parmaklarından daha fazla değildi. Sayımız az da olsa devrimci mücadelemiz, devrime olan inancı koruyarak, kararlılıkla ve karşılaşılan somut sorunlara gençlik kitlelerinin benimseyebileceği açıklıkta politikalarla ve doğru eylem çizgisiyle cevap vermek esas alınınca, çok geçmeden, binlerce genç tarafından omuzlandı. Böylece devrimci gençlik mücadelesi, 12 Mart yenilgisinin yarattığı sayısız olumsuzluğa karşın (bu arada büyük bir iç bölünme yaşandığını da hatırlayalım) gelişmeye, yükselmeye başladı. Bu süreç tesadüfi, tepkisel ve sadece savunma amaçlı değil; bilinçli ve devrim hedefi olan bir mücadelenin başlangıcıydı.
***
Yüz yılı aşan bir zaman önce, kapitalizmin emperyalizm aşamasına geçmesiyle birlikte emperyalist devletler dünyaya hâkim olma savaşının içine girdiler. Bu savaş sırasında Lenin, finans kapitalin egemenliği, sermaye ihracı vb. üzerine kurulu olmayan “feodal-askeri bir emperyalizm” olan Rusya gibi Batı emperyalizmine göre geri bir ülkede proletarya devriminin gerçekleştirilmesine ve dünyada ilk kez işçi sınıfı sosyalizminin kurulmasına önderlik etmiştir. Lenin, Marksizmin gelişmiş kapitalist ülkeler için öngördüğü devrim anlayışından farklı olarak, emperyalist kapitalizmin sömürgesi, yarı-sömürgesi olan, burjuvazisi bu dış güçlere bağımlı ve işçi sınıfının devrime fiilen öncülük edecek düzeyde gelişmediği ülkelerde milli kurtuluş mücadelelerinin, 20’inci yüzyılın başlarında, Çin, Hindistan, İran, Türkiye ve Güney Afrika gibi sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde ortaya çıkmakta olduğunu anlamıştı. Bu bakımdan Leninizm, sadece işçi sınıfı iktidarının değil, aynı zamanda ezilen halkların bağımsızlık ve demokrasi mücadelesinin teorisi ve pratiğidir de. (**)
Bugün Türkiye’nin devrimi ve yolunu tespit etmek için yapılması gereken iş, Lenin’in yaptığı gibi somut gerçeklikten hareket ederek ulaşılan sonuçları ana hedefe uygun biçimde formüle etmektir. Mahir Çayan’ın ifadesiyle atılması gereken ilk adım; “Marx, Engels, Lenin, Stalin, Mao… gibi” ustaların yaptığını yapmaktır. “… somutun tahlilinden elde ettikleri sonuçları soyut olarak formüle” etmektir. (Mahir Çayan, Devrimde Sınıfların Mevzilenmesi.)
Türkiye’nin içinde bulunduğu somut koşulların soyutlanmasıyla ulaşılacak sonuçları daha üst düzeyde soyutlayarak oluşturulacak formülasyonlar, ülkemizde yürütülecek devrimci mücadelenin stratejisini ortaya koyacaktır. 1960’ların sonlarında ve 1970’lerde bu formülasyonlar daha net bir şekilde cevaplandırılabiliyordu. Çünkü bunların o günlerin koşullarıyla uyumlu dünya devrimci pratiğinde yaşanan karşılıkları vardı. Eğer o günlerde “işçi sınıfı temel güç, köylülük yedek güçtür” derseniz size “Sovyetik” devrim modelini esas aldığınız söylenirdi. Bu görüşün kastettiği devrim ve örgütlenme anlayışı, çalışma tarzı başkaydı; “Proletarya önder güç, köylülük temel güçtür, proletaryanın önderliği esasen ideolojiktir” dediğiniz zaman ortaya koyduğunuz formülasyonunun işaret ettiği devrim anlayışı, çalışma tarzı ve örgütlenme modeli başkaydı. Bu formülasyonların her biri farklı devrim anlayışlarını ifade etmekteydi.
Bugünün Türkiye’sinde bu tezlerin herhangi birisi ne kadar geçerli, ya da bugün geçerli devrim anlayışı nasıl olmalı? Asıl cevaplandırılması gereken soru budur. Bu soruya cevap bulmayı önüne koymayanlar okyanusun ortasında pusulasız teknede kürek çekmeyi kabullenmiş olurlar. Yukarıdaki kavramlar, dar anlamlarıyla tahlil edilmeye kalkışılmadan, günümüzün dünya ve Türkiye koşullarında, diyalektik-materyalizm temelinde ele alınınca ancak doğru bir devrim ve mücadele anlayışına, çalışma tarzına ve örgütlenme modeline ulaşılır. Ülkenin içinde bulunduğu somut iktisadi, siyasi, toplumsal vb. koşullardan çıkarılacak sonuçlara göre sınıfların mevzilenmesi tarif edilecek ve buna göre devrimin stratejisi çizilecektir. Eskiyi olduğu gibi tekrar etmek dogmatikliktir ama toplumsal ve tarihi gelişmeleri gerçekçi biçimde hesaba katmayan revizyonist bakış da yanlıştır. Diyalektik-materyalizmi doğru anlayanlar ve bu anlayışa göre somut koşulları doğru biçimde soyutlayarak pratiğe geçirenler ve bu pratiğin yarattığı sonuçların yeni soyutlamalarını yapabilenler ancak bu yanlışlara düşmezler.
Ekim Devrimi’nin 103’üncü yılını kutlarken ülkemiz ve emekçi halkımız için doğru devrimci mücadelenin pusulasının ne ve nasıl olması gerektiğini düşünmek en önemli işimiz olmalı…
(*) “Belediye sosyalizmi” kavramı Lenin’e aittir. V. İ. Lenin, Marx-Engels Marksizm, s.227, Sol Y. Kasım 1976.
(**)Henri Lefebvre, “Leninizmi proletarya diktatörlüğünün teorisi ve pratiği olarak tanımlamak daha doğru olur” demektedir. (H. Lefebvre, V. İ. Lenin Hayatı ve Filozofik Ekonomik Politik Düşüncesi, s.21, 3. Basım, Yalçın Y. Türkçesi: Rasih Nuri İleri)
Bu görüşün Lenin’in ideolojisini ve pratiğini daraltıcı bir yaklaşım olduğunu düşünmek yanlış olmaz. Çünkü Lenin, dünya devrimi ve Sovyet Rusya’nın varlığını sürdürebilmesi için dünya işçi sınıfının mücadelesine verdiği önemle birlikte dünyanın ezilen milletlerinin milli kurtuluş hareketlerini desteklemeyi de savunuyordu.
Lenin, 1 Temmuz 1921’de Komünist Enternasyonal III. Kongresi’nde yaptığı konuşmayı şöyle tamamlar: “Ve mücadelede kitleyi, sadece işçi sınıfının çoğunluğunu değil, tüm sömürülenlerin ve ezilenlerin çoğunluğunu yanımıza çekersek, o zaman gerçekten zaferi kazanacağız.”