Çok partili siyasi hayata geçilmesinden sonra özellikle yoksul ve eğitimsiz kesim üzerinde etkili olan dinci akımların ve çevrelerin tamamının sağcı siyasi partileri destekledikleri görülür.
Ülkemizdeki dincilerin bu davranışlarına normal olan budur diyebiliriz. Onların doğrudan kontrolündeki mürit durumundakilerin aynı davranışı sergilemeleri de anlaşılabilir. Ama kırsal kesimde ve şehirlerin yoksul semtlerinde yaşayan ve büyük nüfus oluşturan fakir ve her bakımdan sömürülen insanların da bu işbirlikçi grupların peşinden gitmeleri normal değildir. Bu anormalliğin nedenleri nelerdir?
Bu nedenleri sıralamaya çalışalım: Dini taassup, muhafazakâr yaşam tarzı ve geleneklere bağlılık birinci neden olmalı. Eğitimsizlik ve bu kapsam içindeki tarih-coğrafya bilinçsizliği ikinci nedendir. Yoksulluğun yarattığı çaresizlik içinde sadaka beklentisi de üçüncü nedendir. Dördüncü bir neden de, sağcı-dinci yöneticilerin şehir estetiği ve mimarisi gibi dertleri olmadığı için yoksul gecekondu sahiplerine rant sağlama imkanlarını, sol görüşlü siyasetçilere göre, daha kolay açtıklarına dair yerleşen düşüncedir.
Bu nedenlerle, kırdaki ve şehirdeki yoksul kesimlerin büyük bir kısmı sağcıların, dincilerin kontrolü altına girmektedirler. Dinciliğin karanlık tüneline sokulan bu yoksul kitlelerin birçoğu yıllar içinde adeta düşünmeyen, büyülenmiş insanlara dönüştürülmektedir. Bu insanlar, emperyalizmin ve onun işbirlikçisi sermaye kesiminin politikalarına ve çıkarlarına hizmet ettiklerinin bilincinde değildirler. Onlar yıllardır düşmanları olarak belletilen solculara-komünistlere, dinsizlere-laiklere karşı bilendikleri için ait oldukları belletilen sağ cephenin askerleri haline sokulmuşlardır. Takım tutmanın da ötesinde taraf tutar hale getirilmişlerdir.
Destekledikleri sağcı partileri de ait oldukları cephenin örgütleri olduğu için, düşünmeden desteklemektedirler. Bir dönemin en büyük sağ partisini destekleyen bu geniş kitle, başka bir dönemin en büyük sağ partisine de kolayca yönelebilmektedirler. Sağ partiler arasında zaman zaman ayrılıklar ve hatta çatışmalar meydana gelmesine karşın, bu kesimin sonuçta neredeyse tamamı, en büyük sağ partide bir araya gelmektedirler.
Bu kitleler, aydınlanmacı-laik ve sol kesimler tarafından karşı cepheye itilmemişlerdir. Bu sonucun ortaya çıkmasında solun sorumluluğu belirleyici değildir. Osmanlının son dönemlerinden itibaren emperyalizmin ve onun ülkedeki işbirlikçileri tarafından kontrol altına alınmışlar ve ilerici-devrimci kesimlerin karşısında yer almaları sağlanmaya başlanmıştır. Bu sonucun tarihsel bir arka planının olduğunu bilmeliyiz. Yıllar içinde sola, aydınlanmacılığa karşı kesin tavır almalarını egemenler sağlamışlardır. Egemenlerin bu oyununu bozma yönünde solcular ve demokratlar, bu yoksul ama gericiliğin kontrolü altındaki kesimlere ulaşma konusunda ciddiye alınacak adımlar atmışlar mıdır?
Tarihimize baktığımız zaman şöyle bir manzara ile karşılaşırız:
1908 Devrimi, mutlakiyetçi diktatörlüğe karşı aydınlanmacıların ve demokrasi isteyenlerin hareketidir. Bu harekete karşı girişilen 31 Mart karşı saldırısı dinci gericiliğin mutlak diktatoryayı tekrar kurma girişimidir. Bu gerici saldırıyı yenilgiye uğratan Harekât Ordusu’nun hareketi ilerici-devrimci bir girişimdir. İlk tohumu 1876’da atılan bu mücadele sürecinde iki cephe oluştu. Bir yanda mutlakiyeti yıkarak kısmen de olsa demokrasiye geçişi amaçlayan aydınların başını çektiği ilerici cephe; diğer yanda padişahçı, mutlakıyetçi gerici-dinci cephe. Birinci cephenin önderleri, Fransız aydınlanmacılığını-devrimciliğini örnek almış, Fransız Devriminden sonra meclisin sol tarafında oturanları örnek alanlardır. Karşı tarafı oluşturanlar ise Abdülhamit’in mutlakıyetini savunan dinci gericiler ve kapitalizmi savunanlardı.
Kurtuluş Savaşında da bu iki cephenin savaşı sürdürdüğünü görürüz. Bir yanda işgalci emperyalistlerin ve padişah-halifenin tarafında yer alanlar, bunların önde gidenleri, ki bunlar; 31 Mart gericilerinden başkası değildir. Diğer tarafta ise, 1908 Devrimini gerçekleştirenlerin devamı olan Kuvay-ı Milliyeciler, aydınlanmadan ve işgal nedeniyle bu kavrama eklenen “bağımsızlık”tan yana olanlar yer alıyordu. 31 Mart vakasını yaratan gericiler, Kurtuluş Savaşı boyunca emperyalizmin liderlerinden işgalci İngiltere’nin politikalarına hizmet eden isyancılar olarak boy gösterdiler. Kurtuluştan sonra ortaya çıkan isyanlar ve yeniliklere direnmeler de aynı doğrultudaki hareketlerden başka şeyler değildi.
İkinci Paylaşım Savaşından sonra emperyalizmin ülkeye yeniden girişinden itibaren bu gerici kesim, yeni isyanlara sürüklenmek yerine devlet yönetiminde etkin olmaya, kaleyi içerden ele geçirmeye yönlendirildi. Türkiye egemenlerinin tabi olduğu Batı emperyalizminin 1950 ve sonrasındaki politikası olan anti-komünizmi kolayca benimseyen dinci-gericilik, bu siyasayı özellikle yoksul kitleler içinde kolaylıkla yaymanın yolu olarak dinciliği tercih ettiler. Cumhuriyetin kuruluş yıllarındaki aydınlanma ve laikleşme hareketlerine karşı kullanılan dincilik bu sefer soğuk savaşın aracı olarak yoksul kitleleri etki alanı içine almada kullanılıyordu. Sınıfsal açıdan bakınca, solun kitlesi olması gereken bu kır ve şehir yoksulları; tam tersine, din kullanılarak, egemen sınıfların en önemli destekçileri haline getiriliyordu. Bu sonucun yaratılmasında başrolü dinciliği politika haline getiren işbirlikçi politikacılar ve tarikat erbapları oynuyordu. Yıllar içinde, din temeline dayandırılarak, adeta bir kültürel unsur, bir gelenek gibi benimsetilen anti-komünizm sayesinde yoksulların aydınların karşısında saf tutmaları sağlanıyordu. Yaratılan bu sol düşmanlığı, toplumun çok geniş hayat alanını kapsamaktaydı ve geleceğine karşı en önemli siyasi-ideolojik saldırı aracı haline getiriliyordu. Toplumun yarınlarına karşı kullanılan bu etkili silah, sosyalistlerden aydınlara ve demokratlara kadar çok geniş bir kesimi hedef alıyordu. Bu arada büyük kitleler de dincilik içinde gelişen bu ideoloji tarafından esaret altına alınıyordu. Ancak din sayesinde toplumun derinliklerine yuvalanan bu ideoloji emperyalizmin yenilenen politikalarına göre değişimler göstermekte, yeni biçimler almaktaydı.
Özellikle 12 Eylül faşizminden sonra dinci kesim bir yandan daha önceki dönemlerde görülmemiş bir biçimde desteklenirken diğer yandan da ciddi bir ayıklanmaya tabi tutulmuştur. Eskiyen politika ve stratejilerin, ilişkilerin ortakları, elemanları süreç içinde tasfiyeye uğratılarak yeni dönemin politika ve stratejilerine uygun unsurlar öne çıkarılmıştır. 20. yüzyıln sonlarından itibaren emperyalizmin yeni Ortadoğu politikaları gereği bu kesim, yeniden örgütlenerek ya da var olanlar daha fazla desteklenerek, daha sıkı bir biçimde yönlendirilerek iktidara taşınmaya başlandı. AKP’nin yaratılması ve iktidara taşınması işte bu emperyal amaçlı sürecin bir gereğiydi.
AKP iktidarı, yukarıda anlattığımız yüz yıllık işbirlikçi-gerici hazırlanmanın üstüne oturtulmuş bir yönetimdir. Bu iktidarın kitle tabanı, emperyalizm ve dinci-gerici tarikatların, cemaatlerin on yıllardır yaptıkları propagandalarla oluşturulmuştur. Birçoğunun akılları, fikirleri, düşünme yetileri körleştirilmiş olan bu kesimlerin bilimsellikle, aydınlanmayla, demokrasiyle, insan haklarıyla vb bağlantıları koparılarak; ortaçağın karanlığına mahkûm edilmişlerdir. Bu insanlara dünyayı değil ahreti, akli olanı değil inancı, bilimselliği değil “ilmi” olanı, sendikayı değil cemaati, mücadele ile hak aramayı değil zenginlerin sadakasıyla yetinmeyi öğretmişlerdir. Bu insanları bizden olan-bize düşman olan şeklinde ikiye ayırarak şartlandırmışlardır. Onlara göre, hayatta her şey ak ya da karadan ibarettir…
İşte emperyalizm, 21.yüzyılın başında dünyaya bu şekilde bakan zihniyetin sahiplerini, “başları”nı ülkemizde iktidara taşıyordu. Bu iktidar, kendilerine oy veren geniş ve yoksul kesimleri, yani “ayakları” kapalı dünyalarında, dinci gettolarında tutmaya devam ederken ülkeyi soyarak zenginleşmenin yolunu keşfetmekten de geri kalmıyordu. Bu dinci iktidarın sahipleri ve sonradan görme zenginleri halkı aldatıp soyarken ülkeyi de içinden çıkılması zor bir bataklığa sokuyorlardı. Kumarhane ekonomisiyle ülkeyi borç batağına sürüklediler, üretimi yok ettiler, halkın dişinden tırnağından arttırarak yaptığı fabrikaları, arsaları yok pahasına sattılar. Sanatı, kültürü avamlaştırdılar, siyaseti lümpenleştirdiler. Ülke gittikçe daha fazla tarikatlaşmanın, etnikçiliğin kucağına atılarak yarattıkları sorunların üstünü örttüler. Varoşlarda yaşayan geniş kitle bu berbat yönetimin ağına düşürüldüğünün hala farkında değil. RTE’ye gönülden bağlı olanlar ise bu gidişten hiç rahatsız değil. Onlara tevekkül ve kömür, bulgur yetiyor görünüyor. Ülkemiz Libyalaşıyormuş, Iraklaşıyormuş umurlarında değil. Onlar hala “Bakara ve makarna”yla yetiniyor. Değişmeleri kolay da değil.
Ama bütün bu olumsuzluğa rağmen yine de tek çare var. O da aydınların ve ülkenin bu gidişinden rahatsız olan herkesin el ve akıl birliği ile bu kesimleri kendi hallerine bırakmamasından geçmektedir. “Ne halleri varsa görsünler” demekle hiçbir sorunu çözmüş olmuyoruz.
Dinsel inançları kullanılarak esir alınanları bu siyaset cambazlarının eline ve insafına terk etmeye devam edersek yarın daha ağır sonuçlarla karşılaşırız. Onlara kültürle, sanatla, bilgiyle, siyasetle ve dinin gerçekte ne olduğunu, dincilikle neleri kaybettiklerini anlatarak gitmeliyiz. Dinciliğin tarih boyunca ülkemize yaşattığı sorunları ortaya koymalıyız. Daha da önemlisi sınıfsal konumlarını, sınıfsal çıkarlarını ve bu durumların ne anlama geldiğini kavratmak için çalışmalıyız. Ülkeyi kardeş kavgasına sürükleyen, yarattıkları bir sahte kahramanın etkisinden kurtulmalarının önemini anlamalarını sağlamalıyız. Yoksa daha büyük iç kargaşaların çıkartılacağına, kardeşkanı döküleceğine onları ikna etmeye çalışmalıyız. Bu iktidar tarafından komşu ülkelerle yaratılan düşmanlığın hangi büyük ve geri dönülmez sorunlar yaratacağını kavramaları için çaba harcamalıyız. Bir adamın peşinden daha fazla gidilmesi halinde, çocuklarının savaşlarda nasıl harcanacağını somut örneklerle açıklamak gerekir.
Sadakacılığın bir tür aşağılanma, özgürlüğünü ve iradesini yitirme olduğunu ve bu bağlanma halinden kurtulmadan insanlığını, kişiliğini kazanamayacağını bu kitlelere tekrar kavratmak gerekir. Sadakacılığın ülke ekonomisine zarar verdiğini, üretimciliği ve bu Ortadoğu kültürünün insan onurunu da gerilettiğini açıklıkla tartışmaya açmalıyız. Sadaka kültürü yerine emek vererek kazanmanın onurunu yaşamanın erdemleri kitlelere anlatılmalı.
Halkın çıkarını esas alan siyasal güçlerin yerel ve genel iktidara taşınmasının gerekliliğine kırsalda ve varoşlarda yaşayan yoksul insanları inandırmadan bu ülkede kalıcı gelişme ve kalkınma sağlamak çok güç. İnsanlar arasında olması gereken eşitliği, kardeşliği ve demokratik iradeyi ortadan kaldıran ortaçağ ideolojilerini etkisizleştirmeden, bu ideolojilerin zihinleri kontrol etmesi en aza indirilmeden en basit insan haklarından da söz edilemeyeceğini bilmek zorundayız. Dincilerin hegemonyası altındaki kesimler bu gerçeği kavramadan bu kitlenin tarikatçıların, cemaatlerin ve AKP gibi partilerin kontrolleri altından çıkmaları mümkün görünmemektedir.
Bu kitlelere yarın veya gelecek vurgusu güçlü ve güven verecek şekillerde yapılmalı. Toplumun en önemli, en temel sorunları ele alınmalı ve çözüm yolları gösterilmelidir. Açlık-yoksulluk, işsizlik sorununun nedenleri, hangi kesimlerden kaynaklandığı ve çözümleri ortaya konulmalı. Bu çözümlerin o kitlelerin ulaşamayacağı kadar yükseklerde olmadığı, elini uzatırsa bir ucundan yakalayabileceği şeklinde izah edilmeli. Somut sorunların çözümleri de somut, basit ve anlaşılır olmalı. Enerji, ulaşım, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik-fakirlik sigortası, emeklilik, su sorunları, akşam yiyeceği ekmek gibi en hayati konular işlenmeli. Altına girdiği borçların nasıl halledileceği, evindeki yaşlısının bakımının nasıl yapılacağı anlatılmalı. Dünyanın en pahalı benzini-mazotu, dolaylı vergilerin nedenleri ve kimin işine yaradığı ele alınmalı; tarım ve hayvancılığın yerlerde süründürülmesinin nedenleri üzerinde durulmalı. Yapılan yollar ve binaların kimleri zengin ettiği, ülke adına yapılan borçların ne anlama geldiği onlara tekrar tekrar anlatılmalı. Türkiye’nin giderek bozulan iç ve dış güvenliğinin, Libyalaşmamızın, Suriyeleşmememizin, Iraklaşmamamızın sorumlularının işbirlikçi-dinci yönetimler olduğu gözler önüne serilmeli. Ülkenin akşamdan sabaha nelerle karşılaşacağının bilinmediği, ABD emperyalizminin emrinde varlığını sürdürmeyi esas alan AKP iktidarının bölge politikalarının, BOP uygulamacılığı altında yürütülmeye çalışılan bir Osmanlı maceracılığı olduğu ve bu anlayışın memleketin hayrına olmadığı açıkça ortaya konularak, insanlara/topluma çeşitli yöntemlerle kavratılmalıdır.
Çok önemli bir başka sorunun da altını çizmeden bitirmeyelim. İnsanların kafalarında soru işaretleri oluşturmak ve daha ötesi ikna etmek için gerçekleri açıklamak yetmez. Halkın önüne somut politikaların yanı sıra güven verecek, insanların çatısı altına sığınabileceği siyasal alternatif de konulmalıdır. Ortaya konulacak politikalar inandırıcı, siyasal alternatif ise güven verici bir etki yaratmalıdır. Hatta bu somut siyasal alternatif, giderek çekim gücü oluşturacağı kanaati de uyandırmalıdır. Bu imajı yaratma yönünde gelişme gösteremeyen, hele de kitlelerin gözünde yıpranmış bir siyasi hareketin (ya da partinin) bırakın gericiliğin etkisi altında kalanları yanına çekmesini, toplumun ilerici-demokrat kesimleriyle diyalog geliştirmesi bile çok zor görünmektedir.
Mehmet Ali Yılmaz