Emperyalizm – Küreselleşme ve Devrimci Bakış-Mehmet Ali Yılmaz

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Öncelikle bir gerçeği kabul etmeliyiz; uzunca bir zamandır sosyalistler, devrimciler Türkiye politik hayatını etkileyecek düzeyde bir güç değil, olamadık. Bu sonucun oluşmasının dâhili ve harici çeşitli nedenleri var. Ama bu durum sosyalizmi revize etmeyi, ilkelerini saptırmayı, hedeflerinden vazgeçmeyi gerektirmiyor. Çünkü her şeyden önce, gerçek demokrasi ve devrimci-sosyalizm için verilen mücadele konjonktürel değildir, sömürü ve baskının yok edilmesinin, ekonomik ve toplumsal eşitliğin, insanın insan olmasından dolayı sahip olduğu hakların sağlanması ve geliştirilmesinin uzun erimli mücadelesidir. Ekonomik, siyasi, kültürel ve hatta etik de olan bu sınıfsal temelli mücadeleye kılavuzluk eden devrimci-sosyalist düşünceyi, yenilgiler yaşandığı, emperyalist kapitalizmin göreceli üstünlük sağlama görüntüsünün oluşması gibi nedenlerden dolayı neo-solcular kemirmeye, post-modernistler parçalamaya ve neo-liberaller geçersizleştirmeye kalkıştılar. 1990’lardan itibaren Marksizme, yurtsever-devrimciliğe karşı yoğunlaştırılan bu saldırılar işçi sınıfının ve dünya halklarının baş düşmanı emperyalist kapitalizmi ve onun sömürüsünü, talanını meşrulaştırma çabasıydı. Oysaki uluslararası mali sermaye ve çok uluslu sanayi tekelleri zenginliklerine zenginlik katarlarken dünyanın ezilen milletleri daha çok fakirleşiyorlardı.

“Örneğin, DTÖ’nün ilk Genel Yöneticisi Renato Ruggiero, DTÖ’nün liberalleştirme çabalarının, ‘gelecek (21 inci) yüzyılın başında, küresel sefaleti kökünden kurutma potansiyeline sahip’ olduğunu ilan etti. ‘Bu düşünce 20-30 yıl önce ütopikti, fakat bugün gerçek bir olasılık.’” diyerek emperyalist kapitalizmin sözcülerinin ikiyüzlülüklerini ve yalancılıklarını açığa vurmaktaydı. (1)

Kapitalizmin beşiği sayılan İngiltere’nin yayın kuruluşu BBC’nin yayınladığı bu haber bile tek başına söz konusu sahtekârlığı yüzlerine vuruyor. Haber, 21’inci yüzyılın başlarında da dünyanın zenginlerinin daha zengin, yoksullarının daha yoksul olduğunu ortaya koymaktadır. Bu habere göre, 21’inci yüzyılın başlarında bu dünyada yaşayan 26 kişi, yine bu dünyada yaşayan en yoksul 3 milyar 800 milyon insanın toplam varlığına eşit servete sahip. Dünyadaki bu bir avuç en zenginin serveti sürekli artarken, en yoksullarınki sürekli azalıyor. (2)

***

Özellikle Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra burjuva ideologları, tarihin sonunun geldiğini ve dünyanın artık tek kutuplu olduğunu, ulusal sınırların kalktığını vb. görüşleri savunmaya başladılar. Bu çevreler emperyalizmi geçmişte kalan bir kavram olarak sundular ve bu kavramı kullanmamak gerektiğini, artık küreselleşme gibi yumuşatılmış ifadeleri kullanmanın doğru olduğunu, kaldı ki küreselleşmeyle birlikte emperyalist devletler arasındaki çelişkilerin de ortadan kalktığını ileri sürdüler. Emperyalizmin geçmişte kaldığını iddia edenler, kapitalizmin bu en yüksek aşamasının “tarihsel sürekliliğini” inkâr ediyorlardı. Bunlar, Fransız emperyalizminin güney doğu Asya’yı kaybetmesinden sonra Vietnam, Kamboçya ve Laos’da ABD emperyalizminin işgalciliğini ve Irak’ın İngiliz emperyalizminin mandalığından kurtulmasından yıllar sonra, 2003’te ABD ve aralarında eski mandater İngiltere’nin de olduğu müttefikleri tarafından kanlı biçimde işgal edilmesini mantıklı bir biçimde açıklayamazlar.

21’inci yüzyıla girerken ve sonrasında korolar halinde emperyalizm “küreselleşti, bütün dünyaya hâkim oldu, bu devasa gücün karşısında durulamaz, tek çare bu gücün oluşturduğu dünya düzenini reformize etmektir” şarkıları söylemeye başlayan birçok insan ortaya çıktı. 1991’den sonra bizde de birçok “solcu” kapitalizmin bu “yepyeni özelliğini” keşfetmiş gibiydiler. Emperyalizmin biçimsel değişimlerini, yeni politikalarını niteliksel değişiklikler ve kapitalizmin tarihi dönüm noktaları gibi ele aldılar. Oysaki Marx ve Engels, bu değişimin ilk haberini 1847 yılının başlarında yazımını bitirdikleri Komünist Manifesto’da veriyorlardı. Kapitalizm, emperyalizm aşamasından çok önce özellikle ticareti, pazarı yaygınlaştırma ve hammadde sağlama yönlerinden uluslararası bir özellik kazanmıştı.

“Burjuvazi dünya pazarını sömürerek bütün ülkelerdeki üretim ve tüketime kozmopolit bir nitelik kazandırmıştır. Burjuvazi sanayinin üzerinde durduğu ulusal zemini ayaklarının altından çekip alarak gericileri büyük bir yasa boğmuştur. Köhne ulusal sanayiler yıkılmıştır ve günden güne yıkılmaktadır. Bunların yerini, kurulmaları bütün uygar uluslar için bir ölüm kalım sorunu haline gelen yeni sanayiler, artık yerli hammaddeleri değil de en uzak yerlerden getirilen hammaddeleri işleyen ve ürünleri yalnızca ülke içinde değil, aynı zamanda bütün kıtalarda tüketilen sanayiler almaktadır.

Ülke içinde üretilen malların karşılayabildiği eski ihtiyaçların yerini uzak ülke ve iklimlerin ürünlerini zorunlu kılan yeni ihtiyaçların aldığı görülmektedir. Eski yerel ve ulusal kendi kendine yeterliliğin ve içe kapanıklığın yerini çok yönlü ilişkiler, ulusların çok yönlü karşılıklı bağımlılığı almaktadır.”

Kapitalizmin emperyalizm aşamasında bu özelliklere en başta sermaye ihracı, mali sermayenin uluslararası dolaşımı ve tekeller eklendi. Daha sonra çok uluslu büyük şirketler doğdu ve sistem içinde ağırlıklarını koydular.

***

Lenin, 1916 yılının ilk yarısında yazdığı “Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” başlıklı eserinde emperyalizmi tekelci, can çekişen, çürüyen kapitalizm ve sosyalizmin arifesi olarak tarif etmişti. Lenin bu eserinin Fransızca ve Almanca baskılarına 1920 yılında yazdığı önsözde ortaya koyduğu düşüncelerle, içinde bulunduğumuz dönemde de emperyalizmi ve özelliklerini perdeleyerek siyaset yapmayı öne çıkaran oportünistleri de ikaz ediyor gibidir. Lenin bu önsözde, emperyalizmin “Küçük patronun emeği üzerinde kurulu özel mülkiyet”i, serbest rekabeti, demokrasiyi geride bıraktığını, kapitalizmi, “evrensel bir sömürgeci baskı sistemine, bir avuç ‘ileri’ ülkenin, dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu mali yönden boğduğu bir sisteme” dönüştürdüğünü belirtir.

Emperyalizm, neoliberal politikaları uygulamaya başlamasıyla birlikte; çiftçiyi, küçük üreticiyi, ve hatta orta sanayiciyi daha fazla ezmeye başladı, bütün çalışan kesimleri işçileştirdi. Bu daha çok sömürme isteğine siyaset ve demokrasi alanındaki daha yoğun gericileştirme planlarını, hareketlerini de eklemeliyiz.  Özellikle “İslam ülkeleri”nde BOP’un uygulamaya sokulmasıyla birlikte, Türkiye’de yapıldığı gibi, laiklik ve tüm demokratik haklar yok edilmeye başlandı. Daha önce kazanılmış kısmi demokratik hakların yok edildiği bu gericileştirme sürecinde, birçok “aydın ve solcu” da Kemalizm’den kurtulma, statükoyu yıkma adına emperyalizmin bu politikalarının aleti oldular. Bu çevreler emperyalizmin ülkemizde 40-50 yıl öncesine göre çok daha yoğun bir şekilde içselleşmesine karşın devrimci demokrasi mücadelesini daraltmakla, saptırmakla kalmadılar, işbirlikçi sermaye kesimi ile aynı çizgiye düştüler ve gerici iktidarla paralelleştiler. (Bu işbirlikçi – gerici iktidara destek olanlara Vatan Partisi yönetimi de katıldı. Bu “yeni yetmez ama evetçiler” hep yaptıkları gibi ifrata varacak ölçülerde dönüş yaparak AKP iktidarına adeta paralize oldular. Belki de AKP’nin İdlip politikası bunlarda yeni bir savrulmaya daha yol açar…)

Bu liberal akıntının etkisi altında kalan ve geçmişin devrimci mücadelelerini savunuyor görünen “AB solculuğu” yapanlar ise devrimci Marksizmi lafızda benimsiyor gibi yaparak taraftarlarının gözlerini bağlayıp, devrimci demokrasi mücadelesi aşılmış gibi Menşevik vari politik görüşler ortaya attılar. Bu “liberal solcular”, “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı”nı emperyalizmin Ortadoğu politikasının dayanaklarından biri yapmasına da bulunmaz hizmetler sundular… Bu yanlış eğilimler,1991’den sonra, dünyada ve ülkemizde sosyalist solun uğradığı yenilgilerin de etkisiyle, Marksizm’den daha fazla uzaklaşılmasında başrolü oynadılar.

Ülkemizdeki devrimci kesimler için bu olumsuz sonucun doğmasında rol oynayan başlıca etkenleri (tekrar olsa da) şöyle özetleyebiliriz: 1971-72’de devrimci örgütlerin yenilgiye uğramalarından sonra, 1974’den itibaren yükselmeye başlayan devrimci, ilerici hareketlerin 12 Eylül 1980 faşist darbesiyle ikinci kez yenilmeleri kadrolar ve kitleler üzerinde derin etkiler bıraktı. Ülkemizde yaşanan bu yenilgi ikliminin etkilerinden henüz sıyrılamadan, revizyonist politikalar izlese de dünya solunun “ilham kaynağı” sayılan SSCB’nin dağılması ve ulusal kurtuluş mücadeleleriyle bağımsızlığını kazanan ülkelerin “sosyalist ekonomik politikalar” uygulayamamaları (bu gelişmelere ve nedenleri hakkında yapılan değerlendirmelere karşı dikkatli yaklaşılmalı) devrimci-sosyalist kesim için farklı düzeylerde darbeler oldu. Bu olumsuzluklara Avrupa ülkelerindeki “sosyalist-komünist” partilerin dağılmalarını ve bu ülkelerde gerici – ırkçı hareketlerin güç kazanmaya başlamalarını da eklemek gerekir. Bu gelişmelerin Türkiye halkı üzerinde yarattığı olumsuz etkilere emperyalist politikaların ateşlediği gerici, tutucu eğilimlerin de önemli düzeyde katkı koyduğu bilinmektedir. Özellikle ilk nedenler sol kesimde çeşitli oportünist, reformist, tasfiyeci akımların türemesine doğrudan ortam hazırladı. Bu arada devrimden yana kadrolar ve kitleler bu akımlara karşı gerekli ve yeterli direnci gösteremediler. Kurulan legal partiler, sendikalar da bu koşulları devrimciliğe doğru çevirmekte başarılı olamadılar. Çünkü bu kuruluşlarda genellikle reformistler etkili oldu ve devrimci görüşlerin önlerini tıkadılar. Devrimciler de bu örgütlerde ağırlıklarını koyma başarısını ortaya koyamayarak görevlerini yapamadılar ve bunun sonucunda ülkede “sol liberalizm” hemen hemen devrimciliğin yerine geçti. Bu olumsuz süreç ne yazık ki, kendiliğindenci yanı belirleyici olan, Gezi – Haziran eylemleriyle de aşılamadı ve hatta bu halk hareketi de “sol liberalizm”in ve etnikçi eğilimin etkisiyle sönümlendi. Dağınıklık, siyasi kararsızlık, büyük devrimci dalgaların altında kalma korkusu içinde olan devrimci kesimler bu halk hareketini devrimin amaçları doğrultusunda yönlendiremediler, sınıf eksenli bir konuma atlatmayı beceremediler ve sonuçta yeni bir devrimci toplumsal gelişme yaratılamadı.

Devrimciler her mücadeleye kazanmak için girerler ama kaybedince de yeni mücadeleler için kafa yormaktan geri kalmazlar. Eleştirirler, yenilgiden dersler çıkarırlar, yenisini düşünmeye başlarlar… Marx’ın dediği gibi “Bir savaşıma, ancak beklentilerin lehte olması koşuluyla girilmesi sözkonusu olsaydı, dünya tarihini yapmak gerçekten çok kolay olurdu.” (3)

Yukarıda saydığımız olumsuz gelişmeler bu yenilgileri daha da katmerleştirdi. Özellikle 12 Eylül yenilgisinden sonraki yıllarda dünyada meydana gelen önemli gelişmeler çoğunlukla devrimcilerin aleyhindeydi. Bütün “rastlantılar” neredeyse devrimci kesimlerin aleyhine seyretti. Bu da tarihin acı bir cilvesiydi. (İngiltere’de Thatcher’dan sonra ABD’de de Reagan gibi azılı bir anti-komünistin emperyalist dünyanın başına geçmesi ve bunların etkisiyle neo-liberalizmin dünyayı kasıp kavurmaya başlaması, Afganistan’ın Sovyetler Birliği için tam bir bataklık haline gelmesi, Doğu Bloku’nun dağılması, Sovyetler Birliği’nin yıkılması, ABD’nin Orta Amerika’da yarattığı kontra hareketleri,  ulusal kurtuluş hareketlerinin gerilemesi, Bağlantısızlar Hareketi’nin dağılması, Yugoslavya’nın parçalanması gibi “raslantılar”…)

Ama hiç bir şey bitmiş değil, hayat devam ediyor ve her gün yeni mücadele alanlarını ve olanakları beraberinde getiriyor. Önümüzdeki günler de devrimci çıkışlar için yeni gelişmelere, hareketlere gebe. Yeter ki bu gelişmelere devrimci politikalarla müdahale edebilecek siyasi, kitlesel-demokratik örgütlülükler yaratılabilsin.

Dipnotlar:

(1)Martin Hart-Landsberg, Neo-Liberalizm: Mitler ve Gerçeklik, Monthly Review, Mayıs 2006, Sayı: 5)

(2)“Yoksulluğa karşı çalışmalarıyla bilinen yardım kuruluşu Oxfam, Davos … Dünya Ekonomik Forumu öncesinde yıllık raporunu yayımladı. Raporda, dünyanın en zengin 26 milyarderinin, dünya nüfusunun en yoksul yüzde 50’sini oluşturan 3,8 milyar insanın toplam varlığına eşit servete sahip olduğu bildirildi.

‘Kamu yararı mı, özel servet mi?’ başlıklı raporda, servetin giderek daha az sayıda elde yoğunlaşmasına dikkat çekilerek 2018’de zenginlerin daha zengin, yoksulların daha yoksul hale geldiği ifade edildi.

Aradaki uçurumun giderek büyümesinin yoksulluğa karşı mücadeleyi zorlaştırdığını belirten Oxfam, %1 oranındaki bir varlık vergisi ile 418 milyar dolar gelir sağlanabileceğini ve bununla, dünyada okula gitmeyen tüm çocukların eğitim masraflarının yanı sıra sağlık hizmetlerinin de karşılanabileceğini ve 3 milyon ölümün engellenebileceğini vurguladı…

Rapora göre, dünya çapında 2200 milyarderin serveti 2018 yılında 900 milyar dolar, yani günde 2,5 milyar dolar artış gösterdi.

En zenginlerin serveti yüzde 12 oranında artarken, dünya nüfusunun en yoksul yarısının varlığı yüzde 11 azaldı.” (BBC, 21 Ocak 2019)

Bu rakamlardan da anlaşıldığı gibi kapitalistlerin karları, ekonomilerin krizler yaşaması, çalışma koşullarının kötüleşmesi, işsizliğin büyümesi pahasına arttı. Liberalleştirme, kuralsızlaştırma, kamuculuğu yok etme, özelleştirme, ulusal sınır tanımama hep bu bir avuç azınlığı daha zengin etmeye yaradı. İşte sermayenin küreselleşmesi denilen emperyalist girişimin yarattığı ağır ve acı sonucun can alıcı yanı.

Emperyalizmin yeni sömürgeliğinden bırakalım kurtulmayı daha fazla bağımlı hale sokulan ülkemizdeki zenginlerle yoksullar arasındaki fark da giderek derinleşmektedir.

Rakamları iktidarın istediği şekilde düzenlediğine inanılan TÜİK’in açıkladığı verilere göre, 2018 yılında 2017’ye göre ülkedeki yoksullar daha yoksullaşırken zenginler daha zenginleşti.

2018 yılında en düşük gelire sahip, “ilk yüzde 20″lik grubun payı bir önceki yıla göre 0.2 puan azalarak yüzde 6.1’e düştü. Aynı dönemde en yüksek gelire sahip yüzde 20’lik grubun payı 0.2 puan artarak yüzde 47.6’ya yükseldi.

DİSK-AR’ın açıklamasına göre de, “Gelir eşitsizliği artıyor.” TÜİK Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması 2018 sonuçlarını değerlendiren DİSK-AR şöyle diyor: “Gelir eşitsizliği son 10 yılda giderek arttı. En zengin yüzde 20’nin milli gelirden aldığı pay en yoksul yüzde 20’nin 7,6 katına çıktı. Bu oran 2010’da 6,9 idi. Gini katsayısına göre Türkiye OECD ülkeleri içinde en kötü gelir dağılıma sahip üç ülkeden biri. Gelir dağılımı Türkiye’den bozuk olan ülkeler sadece Şili ve Meksika” ifadelerine yer verildi.

Türkiye’deki zenginlerin giderek daha zengin olduklarını BDDK verilerinden derlenen bilgiler de göstermektedir. Bu verilere göre, 2019’da hesabında 1 milyon lira veya üzeri parası olan mudi sayısı, 2018’e göre 45 bin 314 kişi artarak 225 bini aştı. Söz konusu milyonerlerin 2019’daki toplam mevduatı 1 trilyon 391 milyar 597 milyon liraya çıktı. 2018 sonunda ise milyonerlerin toplam mevduatı 1 trilyon 109 milyar 859 milyon lira seviyesindeydi.

2018’de 6 milyon 162 bin lira olan milyoner başına düşen ortalama mevduat tutarı, 2019 sonunda 6 milyon 173 bin lira seviyesine ulaştı.

(3)Marx’ın L. Kugelmann’a 17 Nisan 1871’de yazdığı mektuptan.

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

One Response

  1. PDA’cılar Mahir’in “oportünizm bukalemun gibidir” özdeyişinin doğruluğunu bir kez daha kanıtladılar.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir