Search
Close this search box.

Emperyalizm ve Askeri Darbeler: Şili ve Türkiye Örnekleri (ÜÇÜNCÜ BÖLÜM)-Onur Aydemir

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Emperyalizm ve Askeri Darbeler: Şili ve Türkiye Örnekleri (ÜÇÜNCÜ BÖLÜM)

 
“Rayından Çıkan” Demokrasi:
Türkiye’de Askerî Darbeler
Onur Aydemir
onr3

Emperyalizmle Bağımlılık İlişkilerinin Gelişimi
Türkiye siyasî tarihi üzerine yapılan çalışmaların genelinde, bir ölçüde araştırmacının benimsediği politik tutumun bir tezahürü olarak düşünülebilecek çeşitli Türkiye tahlillerinden söz etmek mümkündür. Toplumsal araştırmalarda bu esas olarak kaçınılmaz bir şeydir. Türkiye sol-sosyalist hareketlerinin bir dönem tartışmalarının da ana eksenini oluşturan söz konusu tarihsel çözümlemelerde, Osmanlı İmparatorluğu’ndan başlayarak hâkim üretim tarzı ve sınıf yapısı; buna bağlı olarak devrimci gelişmenin temel dinamiği, mevcut-muhtemel güçlerin eğilimleri ve dolayısıyla buradan çıkarsanacak siyasal stratejinin ciddi bir ağırlığı bulunmaktaydı. Bu tartışmaların bir bölümü aynı zamanda “Doğu” toplumlarının “despotik” karakterinin içsel yapısını merkeze alan “Asya Tipi Üretim Tarzı” (ATÜT) modeli ile, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki feodalitenin mevcudiyetini-karakterini ve kapitalizmin gelişme dinamiklerini tartışan tezler arasındaki örtük bir gerilimle maluldür. Marx’ın eserlerinde Asya Tipi Üretim Tarzını ne kadar ele aldığı ve  geliştirdiği önemli bir sorudur. Buna karşılık, Türkiye’de Sencer Divitçioğlu, H. Berktay, Çağlar Keyder gibi bilim insanlarının, bir kısmı günümüzde siyasal gericiliğin meşruiyet zemininin yerleşmesine de katkıda bulunan geniş tarih tartışmaları  yürüttüklerini belirtmek gerekir.

Buna karşılık, imparatorluk mazisindeki merkezî feodalitenin sınıf yapısında geliştirdiği özgün bir eklemlenme tarzlarını inceleyen analizler, içerdiği dışa-bağımlılık ve sömürgeleşme tezleriyle, günümüz Türkiye’sini tarihsel olarak açıklamakta çok daha işlevsel görünmektedir. Tarihsel materyalist analize çalışmalarında öncelik vermiş araştırmacılar arasında, cumhuriyet dönemine ilişkin tarih okumalarında da iki ana eksenden söz edebiliyoruz.  Bunlardan birincisi, Türkiye burjuvazisinin işlevine yönelik klasik Marksist bir okuma öneren Yalçın Küçük-Hikmet Kıvılcımlı çizgisidir. İkinci çizgi ise, Doğan Avcıoğlu’dan başlayarak Mihri Belli ve Mahir Çayan’a kadar uzanan ve dış dinamiğin temel belirleyiciliğine atıf yapan bir tarih okumasıdır. Emperyalizm, kompradorlaşma, küçük burjuvazinin ülkemizin devrimci geleneğindeki kendine özgü radikal niteliği ve demokratik devrimin siyasal stratejisi gibi saptamalarla ortaya çıkan bu çizginin Türkiye tarihini anlamlandırma açısından son derece önemli saptalamarda bulunduğu düşünülmektedir.

Türkiye’ye Osmanlı İmparatorluğu’ndan devreden en önemli devrimci mirasın, yarım kalmış bir burjuva-demokratik devrim deneyimi olarak düşünülebilecek 1908 Meşrutiyet’i olduğu söylenebilir. Bu süreçle birlikte padişahın mutlak otoritesi sınırlandırılarak Osmanlı emlakı serbest ticaretin konusu olmaya başlamış, böylece feodalizm tasfiye sürecine sokularak burjuva demokrasisinin ilk adımları atılmaya başlamıştır (Boratav, 2007). Bu döneme damgasını, Osmanlı İmparatorluğu’nun yarı-sömürge niteliğinin beraberinde getirdiği sorunların ekonomik-politik gelişmelere olan etkisi vurmuş, sırasıyla İttihatçılar ve Kemalistler, tarihsel kökleri son derece derin olan emperyalizme bağımlılık ilişkilerinin dışına çıkmaya çabalaşmışlarsa da, bu tip bir ilerici atılımın asgari koşulların yokluğundan dolayı başaramamışlardır. Bu durum, 1923 devrimiyle birlikte bir ulusal burjuvazi yaratılarak (esas olarak İstanbul merkezli ve azınlıklara dayalı tekelci eğilimli ticaret burjuvazisinden farklı olarak yerli ve “millî” unsurlara dayanılmaya çalışılması) sermaye birikiminin devlet eliyle yaratılmak istenmesine neden olmuştur. Kemalizm bu dönemde, kendisi modern bir sınıf olmayan küçük burjuvazinin en radikal unsurlarının emperyalizme karşı ulusal bağımsızlık temelinde bir tavır alışı olarak ortaya çıkmaktadır (Çayan, 1988). Ancak bu olgu, aynı gerçekliğin çelişkisi tarafından tehdit edilmektedir; devrimin önder kadrosu olarak devrimin sınıf niteliğinden ayrı bir siyasal gerçekliğe denk düşen ve esas olarak iktisadî temelden yoksun bir ara katman olarak ortaya çıkan küçük-burjuvazinden, uzun vadede tutarlı bir ekonomi politikası beklenmemektedir. Bu nedenle, daha en başından itibaren çelişkilerle dolu bir karma-ekonomi politikası izlenmeye çalışılmaktadır. Bu durum, bürokrasiden sirayet eden bir kompradorlaşma eğiliminin (İş Bankası çevresi başta olmak üzere) sirayet etmesine neden olmaktadır, zira sermayenin tekelci dönemde kozmopolit bir eğilim taşıması kaçınılmazdır.

Sermaye birikimi için yeterli maddi koşulların yokluğu, Türkiye’de burjuvazinin dışa bağımlı olarak yukarıdan aşağıya ve çarpık biçimde gelişmesine neden olmuştur.  Emperyalizm çağında burjuvazinin en başından itibaren tekelci bir muhteva taşıması, burjuva demokrasisinin aşağıdan yukarı toplumsal mücadeleler yoluyla gelişiminin yarattığı tarihsel deneyimin yol açtığı asgari demokratik zeminin ortaya çık(a)mamasına, burjuva mülkiyet rejiminin siyasal üstyapıdaki kurumsal görünümü olan parlamentarizmin yapısal dinamiğinin zayıf kalmasına ve tekelci eğilimin kendini hegemonik sınıf fraksiyonu olarak örgütleyememesine neden olmuştur. Bu çağımıza özgü son derece karmaşık olgu, esas olarak hâkim sınıflar ittifakının çelişkili birliğinde kendini göstermiştir. Kapitalizmin çarpık, dışa bağımlı ve zayıf içsel dinamiği, hem sömürünün koşullarını ağırlaştırmış, hem kendine özgü grift bir sınıflar kompozisyonu yaratmış, hem de gelişiminin her aşamasında kendine ağır sorunlarla yüz yüze gelmesine neden olmuştur. Yapısal nedeni emperyalizmle bağımlılık ilişkilerinden başka bir şey olmayan bu sorunların en önemlileri, meşruiyet krizleriyle ve hükümet biçimleri ile  ilgilidir.

Ülkemizde Kurtuluş Savaşı ile kazanılan geçici ekonomik ve siyasî bağımsızlığın, ki burada dünyanın hâkim güçlerinin devir-teslimininden kaynaklanan otorite boşluğunun damga vurduğu bir siyasal konjonktürden söz etmek de mümkündür,  İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan yeniden kurulan ekonomik ve siyasî ilişkiler dizgesiyle birlikte hızlı bir aşınma sürecine girdiği düşünülebilir. İkinci Dünya Savaşı ile birlikte, ABD’nin Monroe doktrininde ifadesini bulan “Amerika kıtasının dışına çıkmama” politikası, yerini büyüyen ABD sermayesinin ihtiyaçları doğrultusunda karşı Kıta Avrupa’sına yayılmayı öngören Truman Doktrinine bırakmıştır. Truman Doktrini ve dolaylı saldırı kavramı, 1949 yılından itibaren, Türkiye gibi durumundaki kapitalizme geçiş aşamasındaki geri ülkeleri, Sovyetler Birliği ile çıkması muhtemel bir sıcak çatışmada ABD’nin ileri karakolları haline getirmektedir. Başka bir ifadeyle, Türkiye olası bir yeni dünya savaşının ilk çatışmalarının toprakları üzerinde gerçekleşeceği “cephe ülkesi” olmaktadır. Tehdidin ABD topraklarından uzak tutularak Avrupa’ya ve Akdeniz’e yayılmadan bertaraf edilmesi düşüncesine dayanan bu stratejik konsept, ülkemizin emperyalizmin yeni sömürgesi durumuna gelmesinde temel belirleyicilerden biri olmuştur.

Sanayisini yeniden kurmaya çalışan ülkeleri borçlandırmak amacıyla yaşama geçirilen ve ABD hegemonyasının dünya çapındaki ilk hamlesi olan Marshall Planı, dünyadaki bütün askerî güçleri ABD’nin birer lejyonu durumuna dönüştüren NATO üyeliği ile dış ticaretin üzerindeki denetimi ortadan kaldırmaya yönelik uygulamalar sonucunda, Türkiye’nin kısa sürede emperyalist sistemle bütünleşmesinin yolunu açıldığı rahatlıkla söylenebilir. İkinci Dünya Savaşı sonrası uluslararası tekelci sermaye tarafından dayatılan Türkiye için “tarım yoluyla kalkınma modelinin” (Avcıoğlu, 2001: 557-562) 1954 yılından başlayarak iflas etmesi, hızla bozulan dış ticaret dengesi ile artan dış borçlar (Boratav, 2007: 111) henüz nüve halindeki yerli burjuvazinin bunalımıyla birleşince sistemde genel bir tıkanma baş göstermiş, tıkanmanın politik düzleme sıçramasıyla baş gösteren “hegemonya ve meşruiyet bunalımı” (Sosyalizm ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, 1988: 1952-1954) 27 Mayıs 1960’da Demokrat Parti iktidarının askerî bir darbeyle devrilmesiyle neticelenmiştir.

Ülkemizdeki Askerî Darbelerin Anlamı

27 Mayıs’ın, siyasal iktidar değişikliği yoluyla düzenin restorasyonu yönünde bir hamle ya da emir-komuta zinciri içinde bir “ordu müdahalesi” olmaktan ziyade hiyerarşi dışı bir “hükümet darbesi” olduğu yönünde görüşlere de rastlamak mümkün. Böyle de olsa, bu durum hiçbir zaman yeni bir hegemonya projesinin ekonomi dışı zor biçimleri yoluyla gündeme getirildiği gerçeğini dışlamaz. Hükümet darbesi ifadesi kabul edilecek olursa, son derece kırılgan güç dengeleri üzerinde hareket edildiği muhakkak göz önünde bulundurulmalıdır. Kırılgan güç dengelerinin üzerinde yükselen bir hareketin kendi siyasal meşruiyetini dayandıracağı toplum kesimleriyle taktik düzeyde ilişkiler kurması olağandır. Bu nedenle, 27 Mayıs hareketinin dayandığı asgari meşruiyet zemininin, bürokrasinin içindeki CHP kadroları ile demokratik nitelikli öğrenci muhalefetinin yarattığı bir kitle desteği olduğunu söylemek mümkündür.

27 Mayıs hareketinin esas olarak bir restorasyon ihtiyacından kaynaklandığı belirtildiğinde, restorasyon kavramından ne anlaşıldığının açıklanabilmesi gerekir. Burada kastedilen, kavrama yaygın olarak yüklenen sol liberal anlamdan farklı olarak doğrudan bürokrasiye yönelik bir müdahale değil -ki bürokrasiye kendi başına bir sınıf niteliği atfetmek doğru olmaz- asıl olarak hâkim sınıflar arasındaki çatışmalı güç dengelerinin yeni bir politik zemine oturtulması zorunluluğudur. Ancak, yalnız bu kadarıyla kalındığında, Türkiye’deki askeri müdahalelerin temel nedeni olarak Türkiye burjuvazisinin güçsüzlüğü dolayısıyla yaşadığı hegemonya bunalımının ekonomi dışı zor biçimleriyle aşılmaya çalışıldığı, hegemonya bloğundaki her parçalanmanın burjuvazinin ihyasına dönük bir zor’a gebe olduğu sonucu çıkmaktadır. Bu ise, sol liberal tez’e yönelen önemli bir eleştiri olmakla birlikte, Türkiye özgülünde bambaşka bir başka uca savrulmaktır. Bu tez üzerine kurulan herhangi bir tartışma, ardılı 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 faşist darbelerinden çok farklı bir yerde konumlanan 27 Mayıs 1960’ı açıklamakta  yetersiz kalır. Sorun yalnızca hâkim sınıflar içi çelişkilerde taraf tutmak sorunu değildir, temeldeki neden, dışa bağımlı olarak gelişen Türkiye kapitalizminde küçük burjuvazinin ve onun sol kanadı olarak düşünülebilecek radikal bir kesimin, tutunduğu bürokratik mekanizmalardan dışlanarak hâkim sınıflar bloğundaki göreli güç dengelerinden tedricen tasfiye edilmesidir. 27 Mayıs hareketi, iktidar bloğundaki güç dengelerinin değişiminin belirli bir anında, bu kesimin gerçekleştirebildiği son ilerici atılım olmuştur. Zira sözü edilen ve bürokrasi içinde ve özellikle orduda temsil edilen küçük burjuvazi 1950’lerin ilk yarısında özellikle tarım sektöründe görülen nispi refah artışından yeterince yararlandırılmamış, 1950’lerin ikinci yarısında ortaya çıkan bunalım, sosyal haklardan mahrum bırakılma ve bölüşüm dengesizliği biçiminde emekçi kitlelerle birlikte ordu mensuplarına da ciddi biçimde yansımıştır. Kendisinden sonraki 12 Mart ve 12 Eylül süreçlerine gelinirken, burjuvazinin tekelci kanadı aynı “hatayı tekrar etmeyecek”, uluslararası sermayeyle bütünleşme sürecine desteğine ihtiyaç duyduğu kurum ve sınıfları da katacaktır.

12 Mart 1971 darbesi ise, görünürdeki siyasal gelişmelerin grift bir kombinasyonu olarak ortaya çıkmasıyla kendisinden önceki askeri müdahale biçimlerinden açıkça ayrılır; salt bu görünüm bile, darbenin ardındaki sınıfsal konumlanmaların berraklaştırılmasını tarihsel gelişmenin yönünün anlaşılabilmesi açısından yaşamsal bir hale getirmektedir. Kendisinden önceki dönemlerden son derece karmaşık bir güç dengeleri manzumesini içeren 12 Mart’ı 27 Mayıs sonrası dönemden bir bütün olarak ayırmak mümkün görünmemekle birlikte, dönemi tekelci burjuvazinin siyasal üstyapıda çeşitli hükümet biçimlerini deneyerek hegemonyasını kurmaya çalıştığı bir “müdahaleler süreci” olarak görmek anlamlı olabilir. 12 Mart’ı başlatan hamle, Süleyman Demirel’in 1969 seçimlerinden “zaferle” çıkan –buna bir Pirus zaferi demek olasıdır- AP hükümetinin bütçe oylaması sırasında, kendi milletvekillerinden 41 güvensizlik oyu alarak düşmesidir. Demirel hükümetinin kendi arkadaşlarının attığı 41 kurşunla vurulması,  günübirlik mücadelelerden kaynaklanan basit klik savaşlarıyla açıklanabilecek bir olay değildir. Bütçeye verilen 41 kırmızı oy, büyük sermayeye tedirginlik ve şüpheyle yaklaşan tekel dışı sermayenin iktidar bloğu içindeki direnişinin yol açtığı bir çatlamadır. İkinci önemli dönüm noktası, ABD’nin haşhaş ekimi yasağı görüntüsü altında yarattığı krizle Demirel hükümetinden dolaylı politik desteğini çekmesidir. Olgunlaşmasını 1970 devalüasyonuyla tamamlayacak olan kriz 1958-59 döneminde selefi Adnan Menderes ve DP iktidarının yaşadığı bunalım sürecine öylesine benzemektedir ki, hükümetin devrilmesinin neredeyse kaçınılmaz olduğunu daha ilk adımda bile görmemek imkânsızdır. Tekelci sermayenin kesilen dış desteğinin yerini iç talanı zorlayarak doldurmaya çalışan bir hükümetle, on yıl öncesine çok daha örgütlü ve mücadeleci bir işçi sınıfı arasında kıyasıya bir mücadele de o ölçüde kaçınılmazdır. Düşük taban fiyatı politikası ile küçük üreticinin tarımdaki konumunu, sendikal hakların kısıtlanması ile işçi sınıfının yükselen örgütlülük düzeyini birlikte parçalayarak yukarıdan aşağıya hâkim sınıfların farklı kesimlerini aynı anda tatmin etmeye yönelen girişimler bu nedenle krizin aşılmasında hiçbir olumlu sonuç vermemiştir.

Türkiye’nin sorunlu yeni sömürge kapitalizmi, etkisi yıllarca sürecek olan bir tıkanma sürecine girmiştir. Zira ABD’nin dış borç-kredi imkânlarının bağımlı ülkelere kullandırılması ancak belirli bir politika dâhilinde gerçekleşmektedir. Bu politikanın esası, borçlandırılmanın süreklileştirilmesi (Perkins, 2010: 48-60) ve toplumsal refah artışının geri ülkelerde ulusal bilinci yükselterek bağımsızlık eğilimlerine yol açmayacak bir düzeyde tutulmasıdır (Avcıoğlu, 2001: 1065-1070). Bağımlı ülkelerde tekel-dışı eğilimler güç kazanmaya başladığı anda sistem planlı biçimde krize sokulmaktadır. Zaten ikili anlaşmalar ve çeşitli paktlar aracılığıyla bağımlılık ilişkilerine dâhil edilmiş bağımlı ülkelerin göreli refah artışından daha fazla yararlandırılmasının mantıksal bir tutarlılığı da bulunmamaktadır. Sonuç olarak, tarımdaki düşük taban fiyatı politikasına karşı öğrenci-köylü direnişi, sendikal harekete müdahale eğilimlerine karşı 15-16 Haziran gibi görülmemiş bir işçi direnişi de hemen bu süreçte gelişmiş, kısa süre içerisinde krizin nispi de olsa demokratik yöntemlerle çözülemeyeceği ortaya anlaşılmıştır.

12 Mart’ın üçüncü evresi, 9-12 Mart 1971 arasında gerçekleşen, küçük burjuvazinin radikal unsurlarının kalıntılarından oluşan Kemalist 9 Mart cuntasının tasfiye edilerek Süleyman Demirel önderliğindeki AP hükümetinin düşürülmesi sürecinin iç içe geçirilmesidir. Olayların yoğunluğu ve karmaşası -bu bakımdan- Marks’ın sınıfsal güç dengelerinin anlık değişiminin analizini parlak bir öngörü ile yaptığı Louis Bonaparte’in darbesini akla getirmektedir (Marx, 2002). 12 Mart’ı tamamlayan asıl evre ise Nisan ayında ilan edilen sıkıyönetimdir. Sıkıyönetim ve sonrasında başlayan “Balyoz Harekâtı” ile birlikte, üstyapıdaki yeniden yapılanmanın önünde direnç oluşturabilecek mevcut ve olası bütün siyasal güçler ezilmeye ve dağıtılmaya çalışılmıştır. Esasen bu baş döndürücü süreç, son derece ilgi çekici niteliğiyle başlı başına bir araştırma konusudur.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜMÜN SONU

Onur Aydemir

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

2 Responses

  1. Osmanlı ve Asya tipi üretim meselesi biraz daha ayrıntılı ele alınmalı… Bu konuda Safet Bilen’in birkaç yazısını okudum.. yeni bir yaklşım geliştirme gayreti var… farklı düşündüğüm :1935 sonrası igdiş edilen bağımsızlık “Alman ekolü” etkisi,daha sonra 1945 sonrası abd ve ingiltere etkisindeki frekans farkı …yakın zaman için aynı istikametli görüşlerim var … baki selamlar…

  2. Orhan Karakuş hocam, öncelikle vakit ayırıp yazıyı okuduğunuz için teşekkür ederim. Elbette ki, ATÜT ve Osmanlı konusunda söyleyecek, düşünecek ve yazacak çok şey var. Bu gibi meselelerde son sözü söylemek mümkün değil. Yazının ele aldığı tarihsel kesit içerisinde kısaca bir gönderme yapmaya çalıştım. Her türlü eleştiri ve öneri benim için çok değerli. Saffet Bilen hocayla da etkileşim içindeyiz. Ülkemizin toplumsal yapısının ve tarihsel değişimin istikametinin ne olduğunu yeniden saptayacak her çaba çok kıymetli, önümüzü görecek sağlam bir teorik perspektife ihtiyacımız bakımından. Selam ve saygı bizden…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir