“Emperyalizme Direnirsen Aydınlanırsın Yaranırsan Kararırsın”…-Ali Tartanoğlu

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Aydınlık aydınlığı karartır mı? Ana aydınlık çocuklarını mı yiyor? Aydınlanma emperyalizmin tutsağı mı? Avrupa’dan başkası aydınlanamaz mı?

 

Nedir aydınlık? Karanlığın tersi… Yani IŞIK. Eskiden “münevver” diye bir kavram vardı. Yani Aydın. Aydınlık saçan, ışık saçan adam… “Münevver” “tenvir eder”di, aydın aydınlatırdı. Aydınlanma, bugün yaşadığımız sorunların tam orta yerinde duruyor, çünkü artık münevver tenvir edemiyor, aydın aydınlatamıyor. Hatta yer yer, zaman zaman karartıyor.

 

AYDINLANMA, 17’inci ve 18’inci yüzyıllarda gelişen bir fikri oluşum, bir düşünce akımı… Hatta bir büyük toplumsal; toplumlar arası hareket… Dekart, Kant, Didero, Monteskiyö, Jan Jak Russo, Volter, Jon Lok, Devid Hum… bu akımın önde gelen öncülerinden.*

 

 

DİN

 

Temelinde Rönesans ve Reform hareketlerinin de önemli etkisi ve katkısı bulunan Aydınlanma, aklı, akılcı düşünceyi eski, geleneksel, değişmez kabul edilen varsayımlardan, önyargılardan, ideolojilerden arındırıp, yeni bilgilerin kabulünü sağlamayı amaçlayan bir akım. Önermelerini öncelikle felsefi düşünceler olarak ortaya atan Aydınlanma hareketinin, kaçınılmaz olarak Modern Batı düşüncesi üzerinde, sonraki tarihlerde, siyasi ve sosyal felsefe üzerinde, siyasi ve sosyal akımlar, olaylar üzerinde çok önemli etkileri olmuş.

 

Her konuda AKLA öncelik tanıyan düşünce sisteminin etkisiyle Avrupa’da bilimde ve felsefede büyük gelişmelerin yaşandığı on sekizinci yüzyıla, AYDINLANMA ÇAĞI da deniyor.

 

Peki, karanlık mı varmış ki aydınlanma?

 

Evet. Batılılar, kendi Orta Çağ’larına “KARANLIK” diyorlar. Çünkü Orta Çağ’ın Avrupa’sı korkutucu, ürpertici bir kâbus adeta… Kilisenin, yani Papalığın, hangi kitabın yayınlanabileceğinden vergi toplamaya kadar her şeyi belirlediği, Vatikan Papa’sının yanında kralların esamesinin bile okunmadığı, papazlardan oluşan Engizisyon mahkemelerinin, günahkâr olduğuna karar verdiği insanları, özellikle de kadınları diri diri yaktığı, kilisenin “dünya güneş etrafında dönüyor” denmesini ölüm cezasını gerektiren bir suç sayıldığı… Cennetin anahtarlarını satmaktan başlayıp her türlü ticari işe de girişen Kilise’nin, en başta Vatikan Papalığı olmak üzere, en zengin kurum haline geldiği… Herkesin kendi kendine düşünmekten, hele soru sormaktan, yeryüzü otoriteleri olması gereken kralların bile kiliseden korktuğu, kilisenin, papazların herkes yerine düşünüp karar verdiği… Kısaca dinin, Kilise ve papazların sadece cennetiyle cehennemiyle öte dünya hayatını değil bu dünya hayatını da, Tanrı adına belirleyip kontrol ettiği bir ortam.

 

Dünya’nın diğer gezegenlerle birlikte güneşin çevresinde döndüğünü kanıtlayan ünlü ve fakat zavallı Nicolaus Copernicus (Kopernik), bu konuya ilişkin kitabını, kendisi de bir rahip olmasına rağmen Kilise’den, Papa’dan korktuğu için on yıllarca gizli tutmuş. Ancak hastalıklar bedenini kuşatıp iyice yaşlandığı, ölümü çok yakınında hissettiği yıllarda “artık nasılsa kaybedeceğim çok şey kalmadı” duygusuyla yayınlayabilmiş, üç yıl sonra da ölmüş.

O dönemde, güneşin sabit durması, İsa’nın güneşe verdiği bu yöndeki bir emirle açıklanıyor, dünyanın tepsi gibi düz ve aksini düşünenlerin cehennemlik olduğuna inanılıyordu. İncil’de yoktu bunlar, ama Kilise öyle buyurmuştu; Kilise’ye karşı çıkanların cezası ise diri diri yakılmaktı. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri Giordano Bruno (1548-1600) idi.

 

Kopernik’in Güneş Sistemi teorisini savunan Galileo ise, kitabı Kilisece yasaklanmaktan başka, ömür boyu hapse mahkûm edildi, yetmiş yaşındayken hapse girdi, orada kör oldu. Avrupa’daki aydınlanma ve AKIL ÇAĞI’nın gerçek kurucusu sayılan İngiliz düşünür John Locke ise, ilk kitaplarını isimsiz yayınladı ve hiçbir zaman da bu kitapların kendisine ait olduğunu kabul etmedi.

 

Bu arada çok sayıda kanlı din savaşını, Haçlı Seferlerini da unutmamak gerek.

 

Anlaşılacağı üzere, Aydınlanma, gerçekten de “Karanlık” nitelemesini hak eden bir döneme yönelik bir isyan adeta…

 

Karanlık dönemin temeli, ağır kilise baskısıyla bir hurafeler manzumesi ve papazlar diktatörlüğünün, bir nevi faşizminin çıkarlarını koruyan anayasa haline indirgenen DİN idi. Aydınlanma’nın belirleyicisi ise, bu DİN’e karşı AKIL! Karanlığa karşı niçin, nasıl ışık, Aydınlık ise, dine karşı da Akıl!

 

O zaman İncil Latince… Çoğu zaten kendi dilinde bile okuma yazma bilmeyen Avrupalı, İncil’i hiç okuyamıyor. Okuyabilenler sadece papazlar… Sokaktaki Avrupalı papaz ne derse onu doğru kabul ediyor safça. Papazların dışında okuyup yazabilenler ise, sözünü ettiğimiz cezalarla korkutuldukları için susmak zorunda kalıyor, susmazlarsa yakılıyorlar…

 

(Bugün Müslüman dünyada, özelde Türkiye’de artık okuma-yazma sorunu neredeyse kalmadı. Ama dil sorunu hâlâ var. Kuran ve ibadet tümüyle Arapça… İmamların, imam hatiplilerin bile doğru dürüst, hatta hiç Arapça bilmediği düşünülürse halkın ezici çoğunluğu Kuranı hiç anlamıyor. Kuranın rahat anlaşılabilir bir Türkçesi yok; olsun denince gerici softalar ayağa kalkıyor. Yani bizde “imamlar ne derse din o…” durumu Avrupa’daki Aydınlanmadan yüzyıllarca sonra hala devam ediyor. Bunun iktisadi, siyasi, sosyal yansımaları, sonuçları da…)

 

Aydınlanmanın aklı ve bireyi öne çıkarması, Kilise’ye haddini bildirip din’i vicdanlara hapsetmesi, bugünkü Batı Medeniyetini yaratıyor. Çünkü Aydınlanma felsefesi, insanın kendisini, hayatını, toplumsal yaşamını yeniden gündeme getirmiş, düşüncenin ve toplumsal yaşamın büyük değişimlere uğrayacağı bir süreci başlatmış, bu değişimlerin fikri, felsefi ateşleyicisi olmuş. 1789 Fransız devrimi ve ardında gerçekleşen modernleşme süreçleri, düşünsel anlamda etkilerini ve kaynaklarını aydınlanma felsefesinde bulmuş. Din ya da Tanrı merkezli toplumsal yapının ve düzenlemelerin yerini akıl merkezli toplumsal düzenlemeler, en azından bu yönde arayışlar almış.

 

 

LAİKLİK

 

Aydınlanma felsefesinin, aydınlanmacılığın temeli Laiklik. Laiklik sayesinde bir yanda rasyonalizm, yani akılcılık, öte yandan ampirizm yani deneycilik ve gözlemcilik güçlenmiş. Aydınlanmacılığı “aklı kullanma cesareti” olarak tanımlayan Alman düşünür Kant, aydınlanma düşüncesinin kurucu ilkesi olan akıl konusunda diyor ki:

 

“Aydınlanma, insanın kendi kusuru ile düşmüş olduğu bir reşit olmama, sağlıklı, mantıklı düşünememe durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamaması halidir. Bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır.”

 

“Aklını kendin kullanmak cesaretini göster!” sözü Aydınlanmanın parolası olmuş.

 

Aydınlanmacı filozofların bir kısmı ateisttir; yani dini de Tanrıyı da reddeder; diğerleri ise (teistler, deistler) Tanrıya inanır. Onlar, din adamı-insanların oluşturduğu, bilimsel düşünceyi, aklı, deneyi ve gözlemi engelleyen, yasaklayan kurumlara, bir başka ifadeyle kurumlaşmış dine karşı çıkmaktadır. Çünkü metafizik alanında yani fizik ötesi alanda -ki bu alan dinin alanıdır- bilimsel bilgi mümkün değildir; sadece inanç vardır.

 

Akıl öne çıkmasa, deney ve gözlem olmasa ve bilgi sadece dinin egemenlik alanında kalsaydı, hala dünyanın tepsi gibi düz ve bir öküzün boynuzları üzerinde duran, kendisinin ve güneşin çevresinde dönmeyen bir nesne olduğuna inanıyor olacaktık. Oysa bunlar bugün son derece basit bilgiler.

 

Aydınlanmanın yol arkadaşlarından biri de Sanayi Devrimi. Sanayi Devrimi, çalışma koşullarının insana yakışır bir şekilde düzeltilmesinin olduğu kadar bugün bilinen anlamıyla sınıfları yani proletarya ve burjuvaziyi, işçi sınıfı ile sermaye sınıfını doğurmuş. Aynı etki, Uluslaşma süreci için de söz konusu. Laiklik zaten hareket noktası… Buna, demokrasi ve insan haklarını eklemek de mümkün.

 

Bu çerçevede, Aydınlanma’nın bilim ve teknolojideki gelişmeleri nasıl etkilediğini açıklamaya gerek yok. Bu doğal ve kaçınılmaz. Bunun dinin, Kilise’nin etkisini sınırlayıp, onu kendi doğal sınırlarına sokması da kaçınılmaz.

 

Ama siyasi ve sosyal alanlardaki etkisi gerçekten ilginç… Dinin temel ideoloji olduğu tarım toplumunun sanayi toplumuna dönüşmesi ilginç sonuçlar doğurmuş. Sanayi toplumunda, o yüzyıllarda dahi dinin ve Kilise’nin Orta Çağ’daki kadar etkin olması mümkün değil. Çünkü sanayinin arkasında da bilim var, teknoloji var, akıl var…

 

Ama artık “sınıf”lar da var. Bu sınıflardan biri de sermaye… İşçi sınıfı zaten “ulus”suz düşünülemez. Oysa yeni oluşan kapitalist sınıfın da bir devlete ihtiyacı var. Bu devletin de ulus-devlet olması şart.

 

 

AYDINLANMA ve ULUSLAŞMA

 

Yerli kapitalizm sürekli kendi işçi sınıfını sömüremez. Aydınlanmanın getirdiği özgür düşünce, işçi sınıfına da hak aramayı öğretmiş. Dolayısıyla kapitalistin başka ulusların emeğini de, hem de giderek daha fazla sömürmesi gerek. Burada kapitalizmin en önemli desteği, yardımcısı, mensup olduğu ulusun devleti. Başka siyasi nedenler de bir araya gelince Aydınlanma, uluslaşma sürecine de büyük bir ivme kazandırmış.

 

Ancak Batı, Aydınlanmayı kendi içinde böyle olağanüstü dinamik, yaratıcı, doğru bir şekilde değerlendirip bundan çok büyük yararlar sağlarken başkalarının aynı şeyi yapmasına kıskançlıkla, zalimce karşı çıkmış. Nitekim Batı, bugün de kendi içinde Aydınlanmacı, laik, bilime, akla öncelik veren bir yapıya sahip. Dışarıya karşı ise bunların hepsini ayaklar altına alan bir Emperyalist canavar!

 

Yazının başında, “dünyanın da Türkiye’nin de yaşadığı sorunların tam orta yerinde AYDINLANMA duruyor” derken kast ettiğimiz buydu.

 

Aydınlanma’nın öne çıkardığı akıl ve bilim, teknoloji ve sanayileşme, laiklik ve demokrasi, ulus(al) devlet ve onun bağımsızlığı, özgürlüğü sadece belli ülkelere mi aittir? Bunlar olumlu, iyi şeylerse bütün insanlığın sahip olması gerekmez mi? Budur bugün yaşanan sorunları yaratan bence.

 

Öyle ya! Özgür düşünceyi geliştirmiş, bireyin, insanın önemini ispatlamış,“hümanizm”i felsefe haline getirmiş Aydınlanma bir tekel malı mıdır?

 

Bilim de, felsefe de, akıl da, özgürlük de bütün insanlığın aynı yönde çabalarının, katkılarının, mücadelelerinin ortak ürünü. Hiçbir ulus, hiçbir anakara bunları tek başına kendisine mal edip patent veya telif hakkı talep edemez.

 

Bütün unsurlarıyla Aydınlanmadan nasibini alamamış ülkelere geri, Aydınlanma’yı dört başı mamur yaşayanlara ileri diyoruz. Geri’ler niye geri?! Elbette kendi yanlış tercihlerinin, tembelliklerinin de rolü olabilir, ama onların geri’liklerinde ilerilerin hiç mi payı yok? Hatta bu pay, hayli çok diyebileceğimiz bir pay değil mi? Batı’nın hiç mi geri, ilkel, vahşi dönemi olmadı, hiç mi yanlış tercihleri, tembellikleri, bağnazlıkları olmadı?

 

“Medeniyetler Çatışması” adı altında bir takım uluslara açıkça “siz gerisiniz, gayri medenisiniz” diyen ileriler, Kenya’nın kurucusu Jomo Kenyatta’ya “misyonerler geldiğinde ellerinde İncil, bizimse topraklarımız vardı. Bize gözlerimizi yumup dua etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda bizim elimizde İncil vardı; topraklarımızsa onların olmuştu” dedirtenlerdir. Afrika’yı “yok” edenlerdir.

 

Aydınlanma’nın doğum yeri Avrupa’dır. Hıristiyanlık özelinde genel olarak dinin, din adamlarının ve kurumlarının yalana, hurafeye dayalı otoritelerine bayrak açmanın adı olan Aydınlanmanın çocuklarının Afrika’yı Hıristiyanlık misyonerleriyle, yani dini kullanarak yok etmesi ne yaman ve hazin çelişkidir.

 

Aklıyla, düşüncesiyle birey olarak insanı hak ettiği yere getirmenin adı olan Aydınlanmanın çocuklarının, hem de aynı yüzyıllarda, köle ticareti sırasında çeşitli kaynaklara göre 50-200 milyon, daha on yıl önce Ruanda da kabile çatışmalarında 800 bin Afrikalının ölümüne yol açması ne gözü doymaz bir ihtirastır.

 

 

 

AYDINLANMA EMPERYALİZM ve TÜRKİYE

 

Aydınlanma sadece Avrupa’ya mı aittir, bütün insanlığa mı aittir çekişmesinin en ibret verici sahnesi de Türkiye!

 

Çünkü Türkiye, geriliğinden kendi hatalı tercihleriyle, tembelliğiyle suçlanmamak için muazzam bir atılım yaparak, Avrupa’nın silahlı silahsız bütün engellemelerine rağmen Cumhuriyet Devrimiyle Aydınlanmayı kendi ülkesinde gerçekleştirmiş Avrupalı olmayan hemen tek ülke…

 

Bu nedenle Aydınlanmaya kendisinden başkasını layık görmeyen Avrupa için, Batı için korkutucu bir model.

 

Avrupa, bizim olanaksızlıklar içinde gerçekleştirdiğimiz Aydınlanma olan Cumhuriyet’ten dehşete düştü. Hatta diyebiliriz ki, Türkiye Avrupa’yı sadece savaşta yenseydi, Kurtuluş Savaşını kazanmakla yetinip üstüne bir de Cumhuriyet’i kurmasaydı, Avrupa yenildiğine bile bu kadar üzülmeyecek, bu kadar dehşete kapılmayacaktı. (Batı, Cumhuriyet’in kurulacağını bilseydi, Osmanlı’yı parçalamaya kalkışmazdı, demek bile mümkün.)

 

Her şeyden önce Türk aydınlanması henüz sanayileşmemiş bir tarım toplumu olan Osmanlı üzerine yeşerdi.

 

Avrupa’nın Aydınlanması Kilise’ye karşıydı. Hıristiyanlığa aykırıydı. Ama yerine de başka bir din öngörmediği için evrensel bir nitelik taşıyordu. Yani başka ülkelerde de benimsenmemesi için hiçbir neden yoktu. Nitekim Osmanlı Aydınları da Avrupa’ya gidip gelirken, oradaki değişimi görüp etkisinde kalmışlardı. Üstelik bu Aydınlanmada başka ulusların da, Doğu kültürünün de payı vardı.

 

Ancak Osmanlının bu düşünce ve yaşam tarzı değişimi için gerekli sosyal, iktisadi alt yapısı, ne proletaryası ne sanayi hatta ticaret burjuvazisi yoktu. Tarım toplumunun ideolojisi olan dinin tahakküm ettiği bir toplumda “özgürlük”, “millileşme”, “laiklik” diyenin sesi boşlukta kaybolup gidiyordu.

 

Osmanlı devlet düzeni padişahlığın ve halifeliğin dinsel egemenliği altındaydı; hilafet laikliğe engeldi. Çokuluslu olan Osmanlı imparatorluğunda, din etkisindeki ümmet bilinci aşılsın dendiğinde, etnik grupların bölücülüğü ortaya çıkıyordu. Şeriat hukukunun geçerli olduğu yerde insan hakları ve demokrasi gelişemiyordu. Her cemaate kendi geleneksel hukukunun uygulanması, medeni kanunun yaşama geçmesini engelliyor, kadının yeri erkekle eşitlenemiyordu; çünkü İslam öyle emrediyordu.

 

Bütün bu olumsuz koşullara rağmen Avrupa aydınlanmasının etkileri, imparatorluğu oluşturan bütün etnik topluluklara yayılıyor, bağımsızlık ve özgürlük eğilimlerini körüklüyordu.

 

Batı’nın sömürme hırsı, Birinci Dünya Savaşından yenik çıkan Osmanlı topraklarını bölüşme kararına dönüştü. Ama bu hırs ve karar, Mustafa Kemal önderliğinde Milli Kurtuluş Savaşı duvarına çarptı. Anadolu aydınlanmasının temellerini bu savaş attı.

 

Aydınlanma felsefesinin “laiklik, insan hakları, uluslaşma, demokrasi, sanayileşme” kavramlarıyla yakından bağını, Anadolu, dış düşmana ve emperyalizme karşı verilen savaşın ulusal içeriğinde öğrenmeye başladı. Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti “hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir” diyerek ümmet bilincinden uzaklaşmanın düğmesine bastı. Halifenin düşmanla işbirliği, laikliğe giden yolun taşlarını döşedi. Padişahın bir İngiliz savaş gemisine binerek kaçması, cumhuriyetin ilanını kolaylaştırdı.

 

Arap İslam’ıyla Anadolu Müslümanlığı arasındaki farkın en çok belirginleştiği alan olan ve Anadolu Müslümanlığı diyebileceğimiz Alevi-Bektaşi inancı da bunlara eklendi. Aleviler, Sünni şeriatına karşıydı. Sünni halifenin padişahlığı, Alevileri ezmişti. Cumhuriyetin laiklik ilkesi ise Aleviler için eşitlik ve baskılardan kurtuluş demekti. Aleviler, Kurtuluş Savaşı’nda olduğu gibi, laikliğin devletin temel ilkesi olarak benimsenmesinde de Mustafa Kemal’e çok büyük destek verdiler.

 

Kaldı ki Osmanlı, Avrupa ile iç içe yaşarken, Hıristiyan’la yan yana, iç içe yaşayan Anadolu Müslüman’ı da Hıristiyan’a, Yahudi’ye yabancı ve düşman değildi.

 

“Aydınlanma devrimi” ile birlikte yükselen ulusçuluk, imparatorluktaki etnik toplulukları etkiledikçe, Osmanlı da milliyetçiliğe zorunlu olarak yakınlaştı. Osmanlı devlet yönetimi, inançları çeşitli din ve mezheplerin karması içinde düşünmek zorundaydı.

 

Alevi-Bektaşi toplumunun dışında kalan Müslüman kitlede de tasavvufun etkileri azımsanamayacak bir ağırlıktaydı. Tasavvuf ise tanrıya inançtaki bakış açısında hoşgörüyü savunan bir din felsefesi ve dünya görüşüne dayanıyordu.

 

Özetle Avrupa’da kilise egemenliğine başkaldıran sanayi burjuvazisine benzer sınıfsal taban Türkiye’de yoktu, ama Anadolu Müslümanlığının yapısında laikliğin dayanakları vardı. Hem de devlet katına, devlet başına bile egemen zalim Sünni bağnazlığına rağmen…

 

Osmanlı devletinin çöküşünü, altında bu Sünni bağnazlığın yattığı dinsel gericiliğe bağlayan sivil-asker aydınlar, Birinci Dünya Savaşı’nda görmüşlerdi ki İslam dünyası, halifenin “Cihat” çağrısına uzak kalmış; Müslüman Araplar, İngilizlerle birleşerek Türkleri arkadan vurmuşlardı; halifenin düşmanlarla birleşmesi de bunlara eklenince; sanayi burjuvazisinden yoksun bir tarım toplumunda Aydınlanma Devrimi’nin koşulları oluştu.

 

Toplumun ümmetlikten çıkıp ulus haline gelmesi için kulluktan kurtulup yurttaşlığa kısa sürede geçmesi gerekiyordu. Okuma yazma oranı yüzde 10’u geçmeyen böyle bir toplumda Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra bu işlevi öğretmenler üstlendi. Batı’da yüzyıllar süren Aydınlanma’yı Türkiye’de kısa bir zaman dilimine sığdırmak, laikliği güvence altına almak anlamını taşıyordu ve ancak bu yolla mümkündü.

 

Bir tarım ülkesinde Aydınlanmayı gerçekleştirmek için sanayileşmeyi de iktisadi planlama ışığında ve devlet öncülüğünde yürütmek gerekiyordu. Devrimci devlet, bir yandan Milli Eğitim Bakanlığı eliyle “Aydınlanma”nın felsefi ve sanatsal adımlarını atarken, bir yandan da fabrikalar açıyordu.

 

Aydınlanma; Anadolu’da Avrupa’dakinden çok daha değişik bir süreçte, ayrı yöntemlerle yaşandı, yaşanıyor.

 

Şimdi bakınız Atatürk’ün kurduğu, ama ne yazık ki bizim yeterince sahip çıkmadığımız Cumhuriyet devrimlerine…

 

Taassubun, hurafenin yerini aklın, bilimin, bilginin, deneyin, gözlemin alması mı? Alın size onun kurduğu üniversiteler, Türk Dil ve Tarih Kurumları, Halkevleri.

 

Laikleşme mi? Alın size hilafetin kaldırılması, kadınlara erkekle eşitliğin seçme ve seçilme hakkıyla birlikte sağlanması, Harf Devrimi, Kıyafet Devrimi, Eğitimin Birleştirilmesi yani Tevhidi Tedrisat Kanunu, Medeni Kanun… Daha sayabiliriz…

 

Uluslaşma mı? Alın size bir ulus-devlet olan Türkiye. Sanayileşme mi? Alın size Sümerbank, Etibank, Karabük Demir Çelik Fabrikası, SEKA, demiryolları, fabrikalar, fabrikalar…

 

Yine bakınız, okullarda Atatürk İlkeleri olarak öğrettiğimiz, Cumhuriyet Halk Partisinin de amblemindeki altı okla ifade ettiği, Atatürk’ten miras ilkelere: Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Laiklik, Halkçılık, Devletçilik, Devrimcilik…

 

Bazı siyaset bilimciler bunlardan ilk üçünün 1789 Fransız İhtilalinin, son üçünün ise 1917 Sovyet Devriminin ilhamı olduğunu söyler. Bu tez ilk bakışta doğrudur; Fransız İhtilali Halkçılık, Devrimcilik ve Devletçiliğe, Sovyet Devrimi ise Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik ve Laikliğe ikinci planda yer verirmiş hatta yer vermezmiş gibi görünür.

 

Ama konuya Fransız İhtilali veya Sovyet Devrimi pencerelerinin dört köşesinden değil daha geniş açıyla bakıldığında bu yorumun yetersiz, eksiktir. Aydınlanma felsefesi, Aydınlanma Hareketi Fransız İhtilali’nden ibaret değildir. Fransız İhtilali son derece önemlidir; kendi başına pek çok sonucu olmuş, pek çok gelişmeye yol açmıştır; ama Aydınlanma’nın etkilediği, yarattığı pek çok sonuçtan, gelişmeden sadece biridir.

 

Dolayısıyla tek başına Fransız İhtilali belki Halkçılık, Devrimcilik, Devletçilik ilkelerini ihmal ediyor görünebilir. Ama konuya bir bütün olarak AYDINLANMA diye bakıldığında, Atatürk ilkelerinin hemen hepsini içerdiği görülecektir. Aynı şekilde, Sovyet Devrimi’nin de adıyla sanıyla olmasa da laikliği önemsemediğini söylemek mümkün değildir. Sovyet devrimi de özünde, çok uluslu bir imparatorluk olan Rus Çarlığında Çar saltanatına karşı yapılmış bir “RUS” devrimidir. Millidir yani. Veya Fransız İhtilalini halkçılıktan, devrimcilikten uzak olduğu söylene bilir mi?

 

Aydınlanma hareketi bizatihi bir “devrim” olarak nitelendiği gibi, kendi içinde Sanayi devrimi gibi başka devrimleri de barındırır. Uluslaşma, demokrasi, insan hakları da bu çerçevede düşünülebilir, düşünülmelidir. Aydınlanma hareketinin, felsefesinin özünde akıl ve bilimin özgürleşmesi, dolayısıyla düşüncenin özgürleşmesi yatıyorsa, bunun uluslaşmanın, demokrasinin, insan haklarının önünü açmasından daha doğal bir soncu olamaz. Çünkü akıl bağımsızlaşmış, özgürleşmiştir; din bezirgânlarının zincirlerinden, tacizinden kurtulmuştur. Özel olarak Rusların Sovyet Devriminin, genel olarak bütün sosyalist, burjuva devrimlerin, hareketlerin hangisi dini bağnazlığı, hurafeleri devlet ve toplum düzeni yapıp aklı bilimi, deneyi dışlamıştır?

 

Aydınlanma öncesinde Kilise ve daha düşük oranda Kral, Tanrının yeryüzündeki temsilcisi idi. Söyledikleri, hatta kimi zaman söylemedikleri Tanrı’nın da buyruğu, kanunu sayılıyordu. Kilisenin-Kralın, Şeyhülislamın-Padişahın düşüncesine, emrine, söylediğine (yani kanununa) karşı çıkmaksa Tanrıya karşı çıkmak demekti.

 

Aydınlanma, Avrupa’da Kilise’ye veya Krala, Osmanlı’da Şeyhülislama veya Padişah’a “dur” demek idiyse, Atatürk’ün Cumhuriyetinin, bir başka ifadeyle Türk Aydınlanmasının, Anadolu Aydınlanmasının yaptığı da bunun ta kendisiydi. Değil 17’inci, 18’inci, hatta 19’uncu yüzyılda, günümüz koşullarında bile, dünyanın neresinde olursa olsun din bezirgânlarına, din baronlarına “dur” demek bizatihi bir devrimdir. Aydınlanma Hareketi de bu nedenle bir devrimdir.

 

Ücretinin, çalışma koşullarının belirlenmesinde, bunların “insan”a yakışır düzeyde olmasını sağlamada en ufak bir söz hakkı olmayan işçinin, Sanayi Devrimiyle birlikte kendi emeği, ücreti, hatta hayatı üzerinde söz sahibi olması, “halkçılık” ilkesinin bir yansıması olduktan başka, yine bir “devrim”dir.

 

Uluslaşmaya, ulus-devletlerin doğumuna yol açan Aydınlanma’nın, “devletçilik” ilkesine yabancı olduğunu söylemek de mümkün değildir. Avrupa’da kapitalizmin, sermaye sınıfının ihtiyacı olduğu için güçlenen, varlığı aranan devlet, Türkiye’de, yatırım yapacak özel sektör sermayesi dahi olmadığı için gerekli ve zorunlu olmuştur. Aydınlanmanın bir ucu da sanayileşme idiyse, fabrikaların kurulması, toplumsal sınıfların oluşması idiyse… Ve fakat bunu yapan, yapacak olan bir özel birikim de yok idiyse, devlet eliyle yapılmıştır.

 

Kısaca Cumhuriyet, Anadolu Aydınlanmasıdır, Türk halkının Aydınlanmasıdır; Avrupa Aydınlanması’nın Türkçesidir, Anadolucasıdır. Avrupa Aydınlanması’nın bir devrim olduğunu, Avrupa dışındaki dünya da kabul ediyor. Öyleyse “Anadolu Aydınlanması” da bir devrimdir. Atatürk de bu devrimin “devrimci”sidir…

 

Ne var ki…

 

Avrupa, kendisinden başka kimseye yar etmek istemiyor Aydınlanmayı. Elbette Türkiye’ye de… ”Ya benimsin, ya kara toprağın…” diyor adeta… Avrupa’ya, Amerika’yı da dahil edip geniş anlamıyla Batı dersek… Aydınlanmayı kendisinden başkasına yar etmeme projesini, içimizden devşirdiği, satın aldığı, iğdiş ettiği, uyuşturduğu, salaklaştırdığı bilinçli-bilinçsiz işbirlikçiler eliyle gerçekleştiriyor. Bilinçli olma durumu varsa, bu işbirlikçiliği “hainlik” olarak okumamız mümkün.

 

 

 

AYDINLANMA ve “GÜNCEL” TÜRKİYE

 

Şimdi bakalım günümüz Türkiye’sindeki alçaklıklara, hainliklere…

 

Aydınlanma neydi? Mesela laiklikti. Mustafa Kemal Atatürk Türkiye Cumhuriyetini laiklik temeli üzerine inşa etmişti. Şimdi Türkiye’de Ilımlı İslam gulyabanisi var.

 

Aydınlanma neydi? Mesela aklın, bilimin, deneyin, gözlemin egemenliğiydi. Atatürk “En büyük yol gösterici bilimdir” diyerek üniversiteler, araştırma kurumları açmıştı. Şimdi Türkiye’de, evet bakkal dükkânı gibi açılmış 200’e yakın üniversite var. Ama hepsinin rektörünün, dekanının cemaat mensubu olmasına ramak kaldı. Trende mescit olsun diye başvurup, AKP’nin(!) Devlet Demiryolları Müdürlüğünden “sürekli yön değiştiren bir araçta kıble tayini mümkün olmadığından, mescit de mümkün değildir” cevabını alan “genetik profesörleri” var!

 

Aydınlanma neydi? Sanayileşme idi. Mustafa Kemal Atatürk Sümerbank, Etibank, SEKA, Demir Çelik Fabrikaları, Et Balık Kurumu, Zirai Donatım Kurumu kurmuş, bol bol şeker fabrikası, dokuma fabrikası, çimento fabrikası yapmıştı. Osmanlıdan kalma Paşabahçemizi, tersanelerimizi koruyup geliştirmişti. Biz üstüne TÜPRAŞ’lar, PETKİM’ler eklemiştik. Türkiye tarım alanında kendi kendine yetebilen pek az ülkeden biriydi.

 

Şimdi Türkiye’de fabrikaların bir kısmı tamamen yok edildi. Bir kısmı arsa fiyatına yerlilere, yabancılara peşkeş çekildi. Tersanelerimiz ölüm tarlalarına döndü. Tarımda kendimize yetmek bir yana, buğdayımızı, etimizi, samanımızı bile dışarıdan alır olduk.

Bütün bunları yapan Türk siyasetçileri, Türk hükümetleri, her şeye, her yere burnunu sokan, karışan Aydınlanmanın anası Avrupa tarafından eleştirilip, uyarılmak bir yana canla başla desteklendi, 60 yıldır destekleniyor. Başka pek çok ülkede de aynı durum yaşandı. Kendi gücüyle “aydınlanmaya” çalışan, çabalayan ülkelerin hiç biri istikrarsızlıktan kurtulamıyor. Çabalamayanlarsa zaten hala Orta Çağı, “Karanlık Çağ”ı yaşıyor.

 

Aydınlanmış Batı, kendi dışında aydınlanmak için en ufak adım atanın kafasını eziyor. Böyle bir adım atmasanız bile, mutlak itaat istiyor. Sanıyor musunuz ki Amerika İran’ın rejiminden, yani hala Aydınlanmayı gerçekleştirememiş olmasından rahatsızdır? Hayır. Dizinin dibinden ayrılmayacak bir Ahmedinejad, isterse saçının ucu görünen bütün kadınları astırsın, Amerika için yine de muteberdir, makbuldür. Tıpkı Suudi Arabistan, Kuveyt, Katar ve benzerleri gibi… Hatta Türkiye gibi…

 

Peki, Anadolu Aydınlanması, yani Atatürk’ün Cumhuriyet devrimi Amerika’ya, Batı’ya itaatkâr olsaydı gerçekleşebilir, kurulabilir miydi? Hayır. Çünkü Atatürk Anadolu’yu Aydınlanmanın anası Avrupa’nın olağanüstü direncine rağmen aydınlatmıştı. Batı’ya itaat ederek Aydınlanma olamazdı zaten.

 

Son dönemde, “rövanş” sözcüğü sık sık kullanılıyor. Devrim-karşı devrim tanımlaması da öyle… Ama devrimi Cumhuriyet, karşı devrimi şeriat, rövanşı da sadece ülke içinde şeriatın cumhuriyete karşı rövanşı olarak anlamak büyük bir eksiklik olur.

 

Bu, Lord Kurzon’un Lozan’da İsmet Paşa’ya açıkça ifade ettiği gibi o günkü düşmanlarımızın bize karşı, Avrupa’nın Anadolu’ya karşı ve nihayet Karanlığın Aydınlığa karşı rövanşı!

 

Bu anlamda, dünyanın ve Türkiye’nin bugün yaşadığı çok ciddi sorunlara baktığımızda “dünya ve Türkiye aydınlanmış mıdır” sorusu büyük bir önem taşıyor.

 

 

ANLAMLI BİR ÖRNEK: TÜRKİYE

 

Batı kendi içinde aydınlanmış olabilir. Ama yoğun bir karanlığın ortasındaki küçük bir el fenerinden, hatta mumdan ibaret bir aydınlıktır bu. Avrupa bu nedenle kendi adasından dışarı bir adım bile atamamaktadır. Çünkü paylaşmayı bilmemekte, aydınlığı paylaşmak istememekte, ama böylece çevresindeki karanlığı gittikçe çoğaltmakta, yoğunlaştırmaktadır.

 

Hatta o karanlık yavaş yavaş Batı’nın içinde de belirmeye, onun aydınlığını azaltmaya, onu boğmaya başlamıştır. Bugün sadece Fransa’da eski sömürgelere mensup dört milyon Müslüman vardır ve Çarli Hebdo ve Paris katliamları öncesi, Fransa vatandaşı olarak Fransa devletini ciddi ciddi “türban”ı kabule zorlamakta, Müslüman bağnazlığını da Hıristiyan bağnazlığını da hortlatmaktadırlar.

 

Türkiye, kendi aydınlanmasını, yine kendisi, hem de Batı’ya rağmen, onunla dişe diş mücadele ederek gerçekleştirmişti. Ama Batı, zaman içerisinde içimizden devşirdiği işbirlikçilerle aydınlığımızı yeniden karartmaya girişti ve ne yazık ki bu yolda epeyce yol aldı. Kısaca dünya ve Türkiye aydınlanmış değil; aydınlığın karanlığa karşı mücadelesi hala devam ediyor.

 

Aydınlanma mücadelesi vermek zorunda olan ülkelere Türkiye anlamlı bir örnek.

Batı karşısında esas duruşa geçerek Aydınlanmanın asla mümkün olmadığını… Batı’nın Aydınlanma yolunda kendilerini destekleyeceğini sanmanın çok derin bir safdillik olduğunu… Ancak Batı’ya direnerek, Batı’ya rağmen aydınlanabileceklerini bilmeleri gerekiyor.

 

Türkiye gerçekten çok güzel bir örnek… Batı’ya, Batı’nın bütün emperyalist canavarlığına, bize karanlığı dikte etmesine direndiğimizde AYDINLANMIŞTIK. Batı’ya yamanmayı marifet saymaya başlayınca KARANLIĞA boğuluyoruz.

 

Batı’nın da, kendileri yiyip başkaları bakınca kıyametin kopacağını, dolayısıyla paylaşmayı, Aydınlanmayı, aydınlığı paylaşmayı öğrenmesi gerek. Oluşmasında çok büyük pay sahibi olduğu bu fırtınalı, zifiri karanlık okyanusta, Batı da aydınlık olamaz. İşte Amerika’nın iktisadi pürmelali, işte Avrupa’nın işsizliği, sosyal, iktisadi çöküntüsü… Londra sokaklarında da artık kapkaççılar kol geziyor.

 

*Düşünürlerin isimleri Türkçe ağzına göre tarafımdan kullanılmıştır. (A.T.)

 

Ali Tartanoğlu 

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir