Search
Close this search box.

Ergenekon Gibi Davalar- Av. Mehdi Bektaş

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Bu davalardan ve verilen kararlardan anlaşılan odur ki Türk Silahlı Kuvvetleri içindeki

 laik ve Kemalist unsurları temizlemek için komplolar kurulmuş, toplumun gözünde iyi ya da kötü üne sahip kişilerle, sıradan insanlar karıştırılıp yargılanmış, ağır cezalar yağdırılarak, yaşını başını almış, devlete, halka hizmetten kaçınmamış birçok insan cezaevine tıkılarak ölüme itilmiştir.

ERGENEKON GİBİ DAVALAR

Başka ülkeleri bilmem ama bizim ülkemizde yargı çok konuşuluyor, tartışılıyor. Herkesin bildiği ve yakından ilgilendiği üç önemli konu var, birincisi ekonomi, ikincisi sağlık, üçüncüsü hukuk. Bu üç konuda bilen bilmeyen herkes konuşuyor!  Kendi sorununu çözmeyenler başkasına akıl vermeyi pek seviyor! Bunun nedeni insanın bu üç konuyla iç içe yaşaması olmalı. Hangi ekonomik, sosyal, siyasal sistem olursa olsun, bu üç konu toplumun “olmazsa olmazı”dır.

Ekonomi bireysel ve toplumsal yaşamın sürmesinde, sağlık yaşamın kaliteli olmasında, hukuk huzurun sağlanmasında işlevseldir.   

Ekonomisi bozuk bir ülkede sağlığın düzgün olması, hukukun adil işlemesi çok zordur, hatta olanaksızdır! Ekonomiyi geliştirebilir, sağlığı düzeltebilirsiniz, ancak hukuku sağlıklı işletip adaleti sağlayamazsanız huzuru da bulamazsınız!

Hukuk yalnızca insan yargılayan, ceza veren bir kurum olarak algılanmamalıdır, çünkü o ekonomiden siyasete, sosyal yaşamdan eğitime kadar tüm yaşam alanlarını düzenleyen, düzgün işlemesini sağlayan bir düzendir yani sistemdir. Hukuki düzeni düzgün olmazsa, yaşam alanlarındaki çatışmalar kaçınılmazdır.

Hukuk, hem ideolojiktir hem de politiktir. Yaşam alanlarının işleyişinde öncelik kime veriliyor, kim yarar sağlıyor, topluma mı, sınıfa mı, bir azınlığa mı hizmet ediliyor, buna bakılır!

İktidarın eylem ve işlemlerine, yaptığı düzenlemelere, çıkardıkları kanunlara, izledikleri iç ve dış politikalara, toplumsal olaylara karşı gösterdikleri tepkilere bakarak bunu anlamak çok kolaydır.

İktidarların izlediği yol, somut duruma ve çağın gelişimine uymuyorsa ve bunda ısrar ediyorsa, yapacak fazla bir şey de yoktur, bireysel ve toplumsal ekonomi dikiş tutmaz, sosyal düzen bozulur, adalet duygusu zayıflar, fiziksel ve ruhsal çöküntü başlar, çatışma kaçınılmaz hale gelir.

İktidarlar devlet gücünü kullanarak, hukuki görünen şiddete başvurarak bu çatışma ortamını önleyeceğini sanırsa da genellikle yanılır, zorla sağlanan huzurun geçici olduğu kısa sürede anlaşılır. Ekonomik, sosyal, siyasal, hukuki sorunlar, çağın gereklerine, toplumun ihtiyaçlarına göre çözümlenmezse, çözüm umudu verilmezse yeni toplumsal olaylar, patlamalar, çatışmalar kaçınılmaz olur!     

Son on yıla damgasını vuran AKP iktidarı,  ekonomiyi özel sektöre devretmiştir, kamuyu dışlamış, yeraltı ve yerüstü kaynaklarını çokuluslu şirketlerin yağmasına sunmuş, ülkenin birikimlerini yok pahasına yabancılara satmıştır. Çalışma yaşamını altüst etmiş ve çalışanı “bir lokma bir hırka”ya muhtaç hale getirmiştir. Sağlık alanını ise yurt içi yurt dışı tekellerin eline vermiş, devletin hastanelerini sağlık ocağına dönüştürmüş, hastayı tarikatların cemaatlerin elinde müşteri konumuna sokmuştur. Diğer yandan medeni, ceza, borçlar, iş, ticaret, idare ve usul hukuku dallarında yeni düzenlemeler ve köklü değişiklikler yaparak yargı güvenliğini ortadan kaldırmış, hukukun üstünlüğü, bağımsız yargı, yansız yargıç ilkelerinin içini boşaltmıştır.     

AKP iktidarın cumhuriyet hukukuyla bu kadar oynanmasının nedenini anlamak için şanlı diye niteledikleri Osmanlıya, Osmanlının hukuk düzenine kısaca bakmak yeterlidir. Davranışlarının hem ideolojik, hem politik olduğu, cumhuriyetin değerlerini yok ederek, laik hukuk düzeninden kurtularak, dinci iktidarlarını kalıcı kılmak için çalıştıklarını anlamak zor değildir.   

Osmanlı’da, Tanzimat’ın ilanına (1876) kadar şerii hukuk ile örfi hukuk yan yana olmuş, idari işlemlerde örfi hukuk, aile, miras, ticaret, cezai vs. alanlarda Şerii (Dinsel) hukuk uygulanmıştır.  

Şerri mahkemelerde medreseden mezun olan mollalar görev yaptığı, Kur’an, Sünnet, İcma hükümlerine göre karar verdikleri için, kararlar üzerinde pek tartışma yoktur. Yapılan tartışmalar ise şerii mahkemelere yol gösteren, uygulanacak kuralları belirleyen Şeyhülislam fetvaları üzerinedir.  

İslam hukukunun adı fıkıh’tır. Fıkıh’ın dine ait kurallarına İbadat, özel yaşama ilişkin kurallarına Muamelat, ceza hukukuna ise Ukubat denir. Kaynakları ise Kur’an (Ayetler), Sünnet(Hazreti Peygamberin sözleri), İcma (Din Âlimlerin bir konudaki ortak görüşü),  Kıyas (Benzer konularda aynı hükmün uygulanması) ve içtihattır (Âlimlerin çeşitli konulara ilişkin görüşü)
İslam Ceza Hukukunda suç ya Allah’a ya da kişiye karşı işlenir. Suça verilen cezada dört gruptur: Kısas, Diyet, Had, Tazir.  

Kısas, cana karşı canla ödeşmedir.
Diyet (=Kanlık), bedel ödemedir.
Had, Kuran’da belirtilen değişmez cezaların uygulanmasıdır ki bunlarda zina, iftira, hamr (alkol, şarap içme), hırsızlık ve yağmadır.
Hamr ile zina yapan kadına uygulanan Recim (taşlayarak öldürme) cezası icma yoluyla konulmuştur.  

Tazir, Kuran’da yer almayan suçlara karşı verilecek cezadır, ölüm cezası yoktur, ancak Halifeye, Hükümdara, Devlete karşı işlenen suçlarda, Şeyhülislam fetvasıyla idam uygulanabilir.  

Ülkenin baş kadısı olan Şeyhülislam’ı halife atar. Şeyhülislam din işlerine bakan en yüksek görevlidir, manevi makamdır, bundan dolayı ulemanın da başı sayılır. Sadrazam Padişahın dünyevi vekili iken Şeyhülislam uhrevi (dinsel) vekilidir; padişahların tahta çıkmasında, kılıç kuşanmasında, sultan cenazelerinin kaldırmasında görevlidir; padişahın özel olarak gönderdiği davalara bakar, şerii konulara ilişkin fetva verir, kadılara yol gösterir, ancak yerlerine geçip hüküm kuramaz.  

Osmanlı’nın halifeliği almasından sonra halife padişahça şeyhülislamlığa atanan İbn Kemalpaşazade (1468–1534)  ile Ebussuud Efendi’nin (1491–1574) Kızılbaşlık, Rafızîlik, Mülhitlik olarak nitelenen Alevilik ile Şiilik hakkında verdikleri fetvalar, çok tartışılır, dinin siyasette kullanılmasının en tipik örneklerini oluşturur.       

Padişah III. Murat’ın izniyle Mısırlı müneccim Takiyeddin Efendi’nin 1574’te Tophane sırtlarında kurduğu rasathane (gözlemevi), İbrahim Müteferrika’nın 1727 yılında İstanbul’da açtığı matbaa, dinen caiz olamadığı yolundaki fetvalar üzerine yakılır, yıkılır.  

Tanzimatla birlikte şerii hukuk yanında laik hukuk ortaya çıkarsa da yeterli gelişmeyi sağlayamaz. Cumhuriyetin laik hukuk sistemini benimsemesi, Şerii hukuk düzenini ortadan kaldırması köklü bir dönüşümdür. Ancak dinci, sağcı siyasal iktidarların tutumu, laikliği örseleyen eğitim politikaları, laikliği özümseyememiş, içselleştirememiş uygulamacıların, hukukçuların varlığı, kamuyla bireyin, devletle yurttaşın karşı karşıya geldiği davalarda nesnel kararlar verilmesinde sıkıntılar yaratır. Laiklik karşıtı siyasal iktidarların yargıyı zorlamak, yönlendirmek için her yolu meşru gördükleri gözlemlenir.       

AKP iktidarının başının, Danıştay’ın zorunlu din dersinde zorlama yapılamayacağı yolundaki kararına karşı “Yargı bu işe ne karışıyor, fetva alınması gerekir” demesi, geçmişteki şerii yargılamaya öykünmesinden, dini siyasete alet etmesinden kaynaklanmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda yapılan, “Yetmez Ama Evet”çilerin de desteği ile 12 Eylül 2010’de yapılan referandumla halka onaylattırılan değişikliklerle, yargının işleyişi, denetlenişi, hâkimlerin, savcıların mesleğe alınması, yetiştirilmesi, atanması, yüksek yargı organlarına üye seçilmesi yeniden düzenlenir. Laik cumhuriyet hukukunun içinin boşaltılmasının, yargı erkinin yürütmenin gözetim ve denetimine girmesinin, bağımsızlığın, yansızlığın,  hukukun üstünlüğü ilkesinin sözde kalmasının yolu açılır. Hâkim ve savcıların atanmalarında, yükseltilmelerinde, yüksek yargı organlarına üye seçiminde laik görüş, özgür düşünce dışlanır, liyakat yerine yandaşlık, tarikat bağlantısı öne çıkar, dogmatik düşünce (medrese anlayışı) yargıyı kuşatır, yargı bu düzenlemeden sonra verdiği kararlarla bireyin ve toplumun çağdaş gelişimini engelleyen bir unsur olarak ortaya çıkar.  

Siyasi iktidar, cumhuriyet ve değerleriyle hesaplaşırken, şimdi kime güveniyor, kimden destek alıyor, görülmüyor mu? Anayasa Mahkemesi’nin 4+4+4 konusunda, Danıştay’ın türbanlı avukat konusunda verdiği kararlara bakılırsa, laik cumhuriyetin ruhuna yargı aracılığıyla fatiha okunuyor. Önceden yargıcın vicdanıyla cüzdanı arasına sıkıştığı söylenirdi, şimdi yüksek maaşından, makam odasından, arabasından, kişisel malından, mülkünden, iktidar ve tarikata bağlantısından söz ediliyor!

Bugünkü yargının işleyişine bakarak, cumhuriyetin aydınlanmacı, laik yargısı denilebilir mi?  Hani 1970’lerde “Askeri mahkemeler sivil yurttaşı yargılayamaz!” deniyordu, şimdi sivil mahkemeler askeri yargılıyor, kimsede bir şey demiyor, bir şey sormuyor! Sivil olduğu savlanan yargıyı kullanan siyasi iktidar, laik düşünce yanlısı, şeriat karşıtı askerden intikam alıyor, millicilerin,  ulusalcıların, yurtsever solcuların dışında kimsenin sesi çıkmıyor, zil takıp oynuyorlar!  

Hukukta, bir suç işlendikten sonra bu suça bakmak için kurulmuş mahkemeye olağan mahkeme, görev yapan yargıca olağan yargıç (Tabii Hâkim) denilemez! Bu tür mahkemeler olağanüstü mahkemelerdir.

Ülkede Özel yetkili mahkemeler, kurulmasından çok önce işlendiği savlanan suçlara ilişkin davalara bakıyor, örneğin 12 Eylül’den çok sonra kurulmalarına karşın 12 Eylül davasını rahatlıkla görüyor(!) Sıkıyönetim mahkemeleri olağanüstü mahkemelerdir diye yeri göğü inletenler, bu duruma sessiz kalıyor,  darbecilerden hesap soruyor diye övgüler düzüyor, davaya müdahil olarak katılıyor, olağanüstü mahkemeyi meşrulaştırıp, 12 Eylül’ün ürünü olan siyasi iktidarı aklıyor!

Siyasi iktidarın başı, sözcüleri, her konuda olduğu gibi maşallah yargılamalar konusunda da allameler; bilgisizlik, ilkesizlik, tutarsızlık, toplumu kuşattığı için olsa gerek rahatça konuşuyorlar; Ergenekon, Balyoz, Poyrazköy, 28 Şubat, 12 Eylül davalarıyla cuntacıların vurulduğunu, derin devletin açığa çıkartıldığını söylüyorlar, demokrasi kazandı diye masal okuyorlar!  
 “Ergenekon davası cumhuriyet tarihinin en büyük hukuki hesaplaşmasının adıdır. Bu dava ile 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve 27 Nisan’dan süzülüp gelen müdahale ruhundan hesap sorulmuştur!” diyerek, kendi hukuksuzluklarının üstünü rahatça örtüyorlar!

AKP hakkında kapatma davası açıldığında yargıya demediğini bırakmayanlar, demokrasiyi bir araç ve inilecek istasyon sayanlar, sanat eserini “ucube” diye yıkanlar, tükürenler, Tandoğan’daki güneş çocukları heykelini kaldırıp yerine ibrik koyanlar, dört yol ağızlarına sanat eseri diye Suudi işi fıskiyeli havuz yapanlar, parkları, bahçeleri yerle bir ederek yol geçirenler, gökdelenler dikenler, boş buldukları yere alış veriş merkezi açanlar, gaipten haber alıp örtülü ödenekten harcayanlar, beytülmalle el uzatarak abat olanlar, gümrük duvarlarını bir kararnameyle indirip kaldırarak köşe dönenler, beş vakit ibadeti siyasete dönüştürenler, torba yasalar çıkararak hukuk düzenini altüst edenler, cumhuriyetin kurucularına “Ayyaş” diye saldıranlar, ülkenin yeraltı yerüstü zenginliklerini peşkeş çekenler, birikimlerini haraç mezat satanlar, kendilerine han, hamam, vatandaşa din iman sunanlar, sıfır sorun diyerek komşularla kanlı bıçaklı olanlar, halkın gözünün içine baka baka hukuktan söz ediyorlar!

Ülkemizde durup dururken mi askeri darbeler oldu? Darbelerin, müdahalelerin oluşumunda siyasi iktidarların hiç mi kusuru yok? Darbelerle, müdahalelerle yıkılan siyasi iktidarlar, siyasetçiler, sütten çıkmış ak kaşık mı?

27 Mayıs 1960 devriminin mağduru (!) Menderes, halka, “Siz isterseniz hilafeti bile getirebilirsiniz!”, “Odunu göstersem milletvekili yaparım”, “Orduyu çavuşlarla yönetirim?” dememiş midir? Parlamentodaki muhalefeti yok etmek için yargı yetkisine sahip tahkikat komisyonu kurmamış mıdır,  vatan cephesi örgütlenmesiyle iktidar yandaşları ve karşıtları olarak ikilik yaratmamış mıdır? Örtülü ödenekten yandaş beslememiş midir? ABD’nin gözüne girmek için Kore’ye asker gönderip, kanına girmemiş midir?   

12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 darbelerinin mağduru (!) Süleyman Demirel, “Bana sağcılar suç işletiyor dedirtemeziniz!”, Çorum’da halkın kanı faşist katillerce akıtılırken “Çorumu Bırak Fatsa’ya Bak!” , “Tetik çekenle tespih çeken bir mi?”, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan’ın asılması için “Üçe karşı üç!” dememiş midir, oy vermemiş midir? “Kars kalesine kızıl bayrak astılar” diye meydanlarda dolaşıp halka kan kusturan Milliyetçi Cepheyi kurmamış mıdır?  24 Ocak ekonomik kararlarına Özal’la birlikte alıp emekçileri yoksulluğa, örgütsüzlüğe itmemiş midir? “En çok imam hatip okulu ben açtım” diye dinci gericiliğin yolunu açmamış mıdır?

28 Şubat 1997’un muhtırasının mağduru Necmettin Erbakan, “Adil Düzen kanlı mı kurulacak kansız mı kurulacak buna karar verilecek!”, “Patates dininden olanlar olmayanlar ayrışacak”, “Rektörler türbana selam duracak!”, laik düzende yaşamak arzusuyla sürekli aydınlık için bir dakika karanlık eylemine katılanları  “Gulu gulu dansı yapıyorlar, mum söndürüyorlar!” dememiş midir? Tarikat şeyhlerine cumhuriyetin kesesinden başbakanlıkta yemek vermemiş midir? Cumhuriyetin değerlerine meydan okuyan türbanlı, ABD vatandaşı Merve Kavakçı’yı milletvekili yapıp, parlamentoya sokmamış mıdır?   

27 Nisan 2007 bildirisinin mağduru olduğunu iddia eden, 11 yıldır iktidarda bulunan Tayip Erdoğan, Abdullah Gül, Bülent Arınç ve ekibi, iftar sofralarını dolaşarak siyasi nutuk atmıyor mu, törenle cami açılışı yaparak dini siyasete alet etmiyor mu? Resmi daireleri mescitlerle donatarak, ramazanda yemekhaneleri tadilat gerekçesiyle kapatarak, namaz kılanlar kılmayanlar, oruç tutanlar tutmayanlar diye kamu görevlilerini ayırmıyor mu, kamu görevine eleman alımında inanç ayrımı yapmıyor, tarikatlar kamu kurumlarını ele geçirip parsellemedi mi?   

İktidarların, siyasetçilerin, cumhuriyetin değerlerine, toplumsal yaşama ilişkin söylediklerini, halkın geleceğine yönelik kurdukları tuzakları görmezden gelenler, sözler şiddet içermiyor diye, çağdışı düşünceyi perdelemiyor mu? Cumhuriyetin okullarında yetişip cumhuriyetin çanına ot tıkayanları, emperyalizmin hizmetinde ülkeyi bölüp parçalamaya kalkanları, demokrasi kahramanı, özgürlük savaşçısı olarak niteleyerek,  cumhuriyeti ve değerlerini savunanların vesayetçi, darbeci diye suçlanmasına, çıkarcılar, saflar dışında kim inanır?

Siyasal ve toplumsal olayları incelerken somut gelişmeleri görmezden gelerek ve bilhassa genellemeler yaparak darbelerle ilgili değerlendirme yapmak çok sağlıksız sonuçlara gidilmesine neden olur. Son yıllarda ülkemizde toptancı anlayışlarla siyasi ve toplumsal değerlendirmeler yapmak çok moda oldu. Darbeler hakkında çeşitli çevrelerin ve bilhassa 12 Eylül gibi ülkemizi çok geri götüren Amerikancı, faşist bir darbeye destek olanların bugünlerde takındıkları darbe karşıtı pozlar kimseyi kandıramaz. Sol kaçkını liberallerin ise AKP’ye yaranmak için yarattıkları özgürlükçülük oyununun sahnesini genişletmek için başvurdukları darbecilik edebiyatı artık insanları sıkmaya başlamıştır.

Siyasi iktidarlar, Anayasanın ve yasaların çizdiği sınırlar içinde, demokratik kurallara uygun olarak, çoğunluğun yanında azınlığın haklarını koruyarak, halkı ayrıştırmadan, birbirine düşürmeden, can ve mal güvenliğini sağlayarak, çağdaş gelişimin önünü açarak, seçildikleri süreyle sınırlı, kuruluş değerlerine bağlı olarak ülkeyi yönetiyorlar da, bir kısım kendini bilmez, ikbal, istikbal uğruna darbe mi yapıyor, iktidarı mı deviriyor?

İktidarlar şunu iyi bilmek durumundadır: Seçim kazanmak, sınırsız iktidar olmak, dilediğini yapmak değildir. Cumhuriyetin değerlerini örseleyen, hukuk tanımayan, ülkenin varını yoğunu yabancıya satan, dini, dince kutsal sayılan değerleri kullanan, çağ dışı yaklaşım ve örgütlenmelerle halkın özgürce oy kullanmasını önleyen, demokrasinin hiçbir kuralına uymayan ya da kendine yontan bir siyasi iktidara halk uzun süre dayanamaz! Her şeyin bir sınırı vardır, bir olur, iki olur! Hukuksuzluklar, haksızlıklar giderilemezse halk ayağa kalkar, yeter der, istense de istenmese de ortalık karışır, kitleler silahlı gücün olaya müdahale etmesi beklentisine girer. Bu anlamda da her darbenin, müdahalenin destekçisinin olduğu görülür.  
Halk birbirine düşmüşse, hükümet taraf haline gelmişse, halkın bir kesimine karşı şiddet uygularsa, sokak karışıyorsa, birlik bütünlük, kardeş kavgasını önleme adına darbe gündeme girer, meşrulaşır! Bugüne kadar yapılan müdahalelerin görünürdeki durumu böyle olmuştur.

Bu darbelerin arkasında kimler var, kim planlamış, kim destek vermiş gibi konular üzerinde fazla durulmaz, bilinmez, kaldı ki yeterli kanıtta bulunmaz, çıkarsama yoluyla yorumlar yapılırsa da somut bir sonuca varılmaz!

Siyasi iktidarlar bu gerçekleri bilerek ülkeyi yönetirse pek sıkıntı yaşanmaz. Bir ülke halkın binlerce yıllık birikimi üzerine kurulur, iktidarlar ne oldum delisi olmayacak, ortalığı yakıp yıkmayacak, geçmişin iyi şeylerini inkâr ederek her şeyi kendinden başlatmayacak, yoksa Gezi olayları gibi olaylar patlak verir, halk ayağa kalkar, kimyalar bozulur, uykular kaçar, halka da ülkeye de yazık olur!

Darbe ya da ihtilal yapanlar kelleyi koltuğu alan insanlardır. Bu işi yapmaya karar verdiklerinde, başarısız olurlarsa başlarına ne geleceğini elbette bilirler! Kazanırlarsa kelle alırlar, kaybederlerse kelleleri gider! İşi bu noktaya getirmemek siyasi iktidarların görevidir! Yoksa iş kan davasına dönüşür, müdahalenin gerekçesi olayların kendisi olur, yasa masa da bunu engelleyemez!

AKP, Anayasa Mahkemesi’nin kararıyla, “Laikliğe aykırı eylemlerin odağı” olarak saptanıp mahkûm edilmemiş midir? İktidarın başı İstanbul Belediye Başkanı iken Şeyh Sait isyanının patlak verdiği Siirt’te “Minaremiz süngümüz kubbeler miğferimiz müminler askerimiz” sözlerinin yer aldığı şiiri okuyarak “halkı suç işlemeye” tahrikten hüküm giymemiş midir? Başbakan, bakan, milletvekilleri hakkında yolsuzluk, zimmet ve benzeri suçlamalarla açılmış soruşturmalar, yargılama izni isteyen fezlekeler yok mudur?  “Şiir okuyana dava mı açılır?”, “Siyasi parti suç işlemez kişi suç işler!” gibi savunmaların hukuki bir değeri var mıdır? Hukuki bir değeri olmayan bu sözleri iktidar yandaşları sıkça kullanarak halkın kafasını karıştırmaktadırlar.  
Öncelikle bilinmeli ki şiddet her suçun unsuru değildir. Örneğin “Tehdit”  suçunda maddi ya da manevi şiddet var ise de “Hakaret” suçunda yoktur. Tahrik suçunda şiddet hem olabilir hem olmayabilir! Bu nedenle her olayı kendi somutunda değerlendirmek gerekir. Cumhuriyetin değerlerine karşı sürdürülen eylemlerde şiddette olabilir, olmayabilir de, başlangıçta olmasa da sonra ortaya çıkabilirde! Tarikatçı Müslim Gündüz, “Laiklerin pis kanına elimiz bulaştırmak istemiyoruz” demedi mi, bu laikliğe aykırı bir söylem ve sonuç itibariyle şiddete çağrı değil mi?  Başbakan Erdoğan’ın “Ben Ergenekon davasının savcısıyım” demesi şiddet içermiyor ama iktidarın gücünü kullanarak yargıyı etkilemeye kalkışması suç değil mi? Her suçta şiddet öğesi aramaya kalkarsan iktidarın keyfiliğini yasal yoldan önleyemezsin, daha büyük sorunlar açar!  

Suçlu olanların ve suç isnadı altında bulunanların, iktidar yetkisi kullananların, Ergenekon ve Balyoz davaları nedeniyle basına demeç vermeleri, hep bir ağızdan “Yargılama bitmemiştir, süreç devam ediyor, bunun Yargıtayı, Anayasa Mahkemesi, İnsan Hakları Mahkemesi var!”demeleri göz yaşartıyor! Hani bunlar, haklarında dava açılırken, kararlar verilirken böyle konuşmuyorlardı, Yargıtay’ı var, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi var demiyorlardı, “yargı vesayet altındadır!” diye feryat, figan ediyorlardı! Ne oldu da birden bire büyük hukukçu kesildiler? Kararlardan mutluluk duydukları, sevinç naraları attıkları gözle görülürken, timsah gözyaşları dökmeleri insanları şaşırtmıyor mu?  

Yargılama sürecinin devam ettiğini herkes biliyor; bilinmeyen, mahkemenin, hangi kanıtlarla devletine, halkına büyük hizmetlerde bulunmuş, emekli olmuş, 60–70 yaşlarına gelmiş, rektörüne, dekanına, komutanına, bilim adamına, yazar-çizerine, subayına, sanatçısına, gazetecisine, ağırlaştırılmış müebbet hapse kadar varan hapis cezası vermiş olmasıdır. Siyasi iktidar bu işin neresindedir, ne kadar içindedir, bu kadar ağır cezaya çarptırılanlar ölmeden önce cezaevinden çıkabilecekler midir, gibi sorular vardır ve bu sorular çoğaltılabilir!

Bir hukuk devletinde insanlar elbette tutuklanabilir, cezaevine konabilir, hatta salıverilmeden cezaevinde tedavi edilebilir, cezasını çekerken yaşamını yitirebilir de! Bunda bireysel, toplumsal yarar görenler de olabilir! Ancak bu, toplumu derinden sarsacak ciddi bir suçun işlenmesi, tutuklunun bu suçu işlediğinin kesine yakın sağlam kanıtlarla ortaya konulması durumlarında söz konusu olabilir! Çağdaş yargılamada asıl olan tutuksuzluktur, tutuklama istisnai bir tedbirdir!

Bilimciye, yazara, çizere, rektöre, dekana, emekli subaya, genelkurmay başkanına, kuvvet ve birlik komutanlarına, görev başındaki subaya, dijital verilerle, gizli tanık anlatımlarıyla, uydurma olduğu savlanan kanıtlarla ağır cezalar verilmesini ve tutuklanmasını anlatmak, insanları ikna etmek zordur, bugünde olan budur!

Ergenekon, Balyoz davalarının iddiasını, dayanaklarını, bu dayanakların hukuken geçerli belge ve kanıtlar olup olmadığını, dosyayı inceleme olanağım olmadığı için bilemiyorum; ancak basında yer alan haberlerden, köşe yazılarından, televizyon kanallarındaki tartışmalardan, basına yansıyan sanık ve avukat anlatımlarından genel bir bilgi sahibi olduğumu söyleyebilirim.
Davalara ilişkin değerlendirmenin hukuki yönden anlaşılabilmesi için bazı kavramları açıklamak gerekmektedir:  

Birincisi suç nedir, nasıl oluşur?  

Suç, anlama ve kavrama (İsnat) yeteneğine sahip bir kişinin,  kusurlu (kasti veya taksirli) iradesiyle edimli ( icrai)  veya edimsiz (ihmali) bir hareketle yaptığı,    yasada yazılı suç tipine uygun, hukuka aykırı, bir yaptırıma(ceza) bağlanmış eylemdir(fiil).

Yani ceza, düşünceye değil, eyleme (fiile) verilebilir. Böylece davaya bakan mahkemenin işi suça konu eylemi saptamak, eylem (fiil) ile sanık (fail)   arasındaki bağlantıyı (nedensellik) kurmak, uygulanacak yaptırırımı (müeyyideyi) belirlemektir. Suçun varlığı için maddi ve manevi öğesinin (unsur) bir arada bulunması yasal zorunluluktur.    

Maddi unsur, tipiklik (yasal tanıma uygunluk), hareket (edimli, edimsiz davranış), sonuç (netice) ve nedenselliktir (sonuçla hareket arasındaki bağ).
Manevi unsur, kasıt (isteyerek eylemi yapma) veya taksirdir (kusurlu davranış)

İkincisi, teşebbüs, eksik veya tam teşebbüs nedir?
Teşebbüs, bir suçun işlenmesi kararıyla harekete geçilmesi, icrai hareketin yapılmasına rağmen failin elinde olmayan engellerle eylemin tamamlanmaması ya da sonucun meydana gelmemesidir.

Bir örnek vermek gerekirse, öldürmek kastıyla bir kişiye ateş edildiğini düşünelim, silah ateş almaz ya da bir engel sonucu kurşun hedefe ulaşmazsa öldürmeye eksik teşebbüs, kurşun hedefe ulaşırda öldürücü noktaya değmez ya yaralı kurtulur ya da kurtarılır ölüm meydana gelmezse öldürmeye tam teşebbüsten söz edilir.

Üçüncüsü, cebir yoluyla Anayasal düzeni değiştirmeye (eski 146/yeni 309), Cumhurbaşkanını suikastla ortadan kaldırmaya (eski 156/310), Yasama Organının (Meclis) görev yapmasına engellemeye (eski 146/yeni 311), Hükümeti devirmeye yönelik (eski 147/yeni 312) eylemlerde teşebbüs, tam suç sayılmakta ve ceza verilmektedir, çünkü suçun tamamlanması durumunda (darbe ya da ihtilalin başarılı olması ) yasama, yürütme ve yargı yetkisi el değiştirmekte, teşebbüsten yargılanacaklar yargılayan irade konumuna geçmektedir.    

Dördüncü olarak, Anayasal Düzene ve Bu Düzenin İşleyişine Karşı suçların işlenmesi sırasında başka suç işlenirse, bu suçları tanımlayan ilgili hükümlere göre ceza verilmekte, asıl suçun içinde erimesi gereken tek tek eylemler ayrı suç olarak kabul edilip cezalandırma yoluna gidilmektedir. Bu nedenledir ki birden çok ağırlaştırılmış müebbede ilaveten onlarca yılı aşan hapis cezası verildiği görülmektedir. Yeni ceza kanununa ayrı suç düzenlemesini ekleyenler, bu kadar vahim bir cezalandırma çıkabileceğini düşünmüşler midir, bilemiyorum. Buna bir çözüm bulmak gerekir.

Bilindiği gibi suç şahsidir. Bir suç bir kişi tarafından işlenebileceği gibi, birden çok kişi tarafından da işlenebilir. Mahkeme, suç oluşturan fiil ile fail arasındaki ilişkiyi hukuken kurarak suçu şahsileştirmek zorundadır.  
Davalardaki genel suçlama, hükümeti devirmeye, düşürmeye cebren (silah zoruyla) teşebbüs etmek olduğuna göre, aşağıdaki soruların yanıtını aramak gerekir:   
—Sanıklar, hükümeti devirmek kastıyla harekete geçmişler midir?
—Elverişli vasıtaları var mıdır ve bunu kullanmışlar mıdır?
—Suçun meydana gelmesini kim/kimler önlemiştir?

Öncelikle belirtelim ki Anayasal Düzene ve Bu Düzenin İşleyişine karşı suç işleyebilmek için, devletin meşru kuvvetleriyle çatışmayı göze alacak ve bu kuvveti alt edebilecek, görev yapamaz hale getirecek, elverişle vasıta sahip güç, organize olmuş, hiyerarşik hareket edebilen bir örgütlülük gerekir.   

Türk Silahlı Kuvvetlerinin, emir ve komuta zinciri içinde, böyle bir harekete bulunma yetenek ve gücüne sahip olduğu belirtilirse de bu yeterli değildir, tüm kuvvetleri harekete geçirmesi, halkın desteğini arkasına alması gerekir, aksi takdirde iç savaş çıkar! O nedenle Türk Silahlı Kuvvetleri içindeki herhangi bir kuvvet, diğer kuvveti ikna etmeden, hareket edemez duruma getirmeden böyle bir girişimde bulunmaz, bulunsa da başarılı olamaz!  

Şimdi sormak gerekiyor, bu davalarda yargılananlar hangi silahlı güce güvenerek darbe yapmaya teşebbüs etmişte, hangi kuvvet engellemiştir?  Silahla darbe yapmaya kalkışan ancak silahla bertaraf edilebilir. Bu soruların doyurucu yanıtı yok! Ordu içinde bir silahlı yapının harekete geçmesi halinde ya kendiliğinden vazgeçmesi ya da kendisinden daha üstün silahlı bir gücün engellemesiyle durur ya da durdurulur!  

Bu davalarda ordu içinde harekete geçirilen bir kuvvetten ve bu kuvveti engelleyen bir kuvvetten söz edilmiyor; anladığım kadarıyla, dijital verilere, telefon dinlemelerine, gizli tanık anlatımına dayalı iktidarı düşürmek için konuşulduğu, örgütlenmeye çalışıldığından söz ediliyor!

Bu tür suçlarda, varsayımlarla mahkûmiyet olmaz, somut hareket gerekir. Tanklar yürümeli, askerler sokağa çıkmalı, jetler havalanmalı ki suçun işlenmesinin başlangıcı olsun ve başka bir kuvvet engellesin (Talat Aydemir olayı gibi). Böyle bir durum var mı, yok! Harekete geçmiş bir birlikten söz edilebiliyor mu, ben duymadım, bir yerde de okumadım. Harekete geçmeden suçu işlemeye başlanmaz, hareket olmadığına göre bir engelleme de olamaz, dolaysıyla teşebbüsten, eksik teşebbüsten söz edilemez.

İşte hukukçuların en çok korktuğu dava, bu tür davalardır; çünkü hasmı yok etmenin en kısa, en emin yoludur ki buna komplo davalar denir. Başka bir saptamaya,  hükümeti devirmek istediler, istemediler tartışmasını yapmaya gerekte yok! Bu tür niyetler düşünce kapsamındadır, harekete geçip eyleme dönüşmedikçe suç oluşturmaz. Hükümetin düşmesini istiyorum demekte suç olamaz, bu bir niyettir, şiddeti kullanmadan demokratik barışçı yollarla iktidardan düşmesini, hükümetten çekilmesini, düşünce ve ifade özgürlüğü çerçevesinde istemekte suç olamaz, bu demokrasinin olmazsa olmazıdır.

Bu davalardan ve verilen kararlardan anlaşılan odur ki Türk Silahlı Kuvvetleri içindeki laik ve Kemalist unsurları temizlemek için komplolar kurulmuş, toplumun gözünde iyi ya da kötü üne sahip kişilerle, sıradan insanlar karıştırılıp yargılanmış, ağır cezalar yağdırılarak, yaşını başını almış, devlete, halka hizmetten kaçınmamış birçok insan cezaevine tıkılarak ölüme itilmiştir. Bunun vebali ağırdır, şimdilik temyiz incelemesi yapan Yargıtay’ın üstündedir.  

Ülkemizin, halkımızın geleceğini tehlikeye düşürmeyecek, komploları önleyecek, iktidarı frenleyecek, muhalefeti, halkı ikna edecek hukuki bir karar çıkmasını umut etmek mümkün mü? Bu sorunun cevabı, komploları düzenlettiren ABD’nin yeni Ortadoğu politikasıyla ve bununla ilgili olarak Türkiye politikasıyla yakından ilgilidir. Bu politikalarda AKP’nin yeri var mıdır, varsa yeni yeri nedir, bu soruların cevabına göre hukuki süreç şekillenecektir.

Av. Mehdi Bektaş     

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir