1964’de ABD Başkanı Johnson’ın Başbakan İnönü’ye yazdığı mektupta kullanılan tehdit dilinin benzeri bugünlerde Trump ve yardımcısı tarafından Erdoğan’a karşı kullanılmaktadır. İnönü Johnson’ın tehditkâr diline karşı efelenmedi ama kendine has biçimde cevabını verdi ve bunun sonucunda Başbakanlıktan düşürüldü…
Gençliğin ülke sorunlarıyla yakından ilgilenmesi, toplumsal mücadelede kitlesel olarak yer alması 1960’lı yıllarda başladı. Gençlik bu yıllarda Türkiye’nin siyasal, toplumsal, ekonomik sorunları içinde emperyalizme karşı mücadele temelinde devrimcileşmeye başladı.
Ülkemiz, 1940’ların sonlarından itibaren emperyalizmin ekonomik, siyasi ve askeri yönlerden hegemonyası altına sokuldu. 1950’lerle birlikte emperyalist sermaye, kendi dinamikleriyle gelişememiş yerli sermaye çevreleriyle ortaklıklar kurarak, borçlandırarak bu kesimleri işbirlikçisi haline getirdi. Toplumun önemli kısımları –özellikle taşrada yaşayan yoksul halk- üzerinde etkili olan pre-kapitalist egemen güçleri de kontrol eder hale gelen emperyalist güçler ülkede yeni bir hakim ittifakın oluşmasını sağladılar. Ekonomiden siyasete, askeriyeden ideolojiye kadar ülkeyi bu hakim ittifak yönlendirmeye başladı. Batı emperyalizmi tarafından esasta Sovyetler Birliği’ne karşı kurulan NATO’ya sokulan Türkiye, ABD ile yapılan ikili anlaşmalarla, bu ülkeye verilen üslerle Soğuk Savaşın önemli bir elemanı haline getirildi. Bu dönemde her türlü ilerici, toplumcu hareketin önü yoğun baskıyla, şiddetle kesildi. 1961 Anayasasının kabulünden sonra, bu anayasa ile tanınan kısmi demokratik haklarla birlikte, ilerici-demokrat-sol gelişmenin önü sınırlı da olsa açılmaya başladı. Bu yeni durumun doğmasında elbette ki dünyada yükselmeye başlayan toplumsal hareketlerin, ulusal kurtuluş mücadelelerinin etkileri önemliydi. Söz konusu gelişmelerden en hızlı şekilde etkilenen ve hareketlenen kesim ise gençlikti.
1963 yılından sonra, milli uyanışın başlaması Türkiye siyasal yaşamında önemli bir motor gücü olarak sürecin ilk dönemlerine damgasını vurdu. Ülkede yaşanan ekonomik, sosyal ve politik sorunların ana kaynağının Ulusal Kurtuluş sürecinin tamamlanmaması olduğunu düşünen aydınların da -başta Yön çevresi olmak üzere- etkisiyle “milli bağımsızlık”, “milli onurumuza yakışan bir dış politika”, “bizi dolarlarınıza satın alamazsınız” istek ve haykırışları üniversitelerde ve giderek sokaklarda öne çıkmaya başladı. Aydınlar, yazarlar, üniversite hocaları ve öğrencileri arasında emperyalist güçlerin Türkiye’nin ekonomisine, güvenliğine, iç politikasına yaptıkları müdahalelerden rahatsızlık duyanlar giderek çoğalıyordu. Dış güçlere olan köklü ekonomik, siyasal ve askeri bağımlılık sorunlarının üstüne bu güçlerin Kıbrıs sorununa yaptıkları müdahaleler, zayıf İnönü hükümetini düşürme çalışmaları gibi siyasal faaliyetler bu ilerici-demokrat kesimlerin tepkilerini büyütüyordu. Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşından sonra yaşanan tarihsel sürecin yarattığı bilinçle gündelik gelişmelerden kaynaklanan siyasi sezginin harmanlanması kendiliğindenci yanı belirleyici yeni tavırları öne çıkarmaktaydı. Bunun anlamı ulusal bağımsızlıkçılığı ve Cumhuriyetin simgesi olan değerleri yeniden savunmaya başlamaktı, Mustafa Kemal’e dönüş başlamıştı. Bu kendiliğinden yanı ağır basan bilinçlenme ve toplumsal sezgi uzun zamandır gündemde olmayan anti-emperyalizmin yeni koşullarda, yeni biçimlerde ateşlenmesi demekti. (*)
Kıbrıs’ta Türklere yönelik saldırılar gençliği sokağa döktü
1960’ların ortalarına doğru, Kıbrıs sorunu nedeniyle ABD ve NATO’nun Türkiye karşıtı tavırlarının ülke genelinde yarattığı hayal kırıklığının öfkeye dönüşmesi, gençlikte kendini yoğunlaşan bir tepki ve kızgınlık şeklinde gösterdi. Önce milliyetçi duyguları kabartan bu gelişme, kısa süre içinde millici, anti-emperyalist eğilimlerin ortaya çıkmasına ortam yarattı. Buradaki millicilik, ne burjuva devrimlerinden sonra egemen sınıfların iktidara hakim olmalarından sonraki milliyetçilikleriydi, ne de kapitalizmin tekelci aşamasından sonra egemen güçlerin emekçiler üzerindeki sömürülerini gizlemek ve başka ulusları hegemonyaları altına almak amacıyla ortaya attıkları kendi ulusunun üstün özelliklere sahip olduğunu öne sürmeleriydi. Bu dönemde yükselmeye başlayan millicilik, yurtsever gençlerin İkinci Emperyalist Yeniden Paylaşım Savaşı sonrasından itibaren ABD emperyalizminin tahakkümü altına aldığı ülkenin geri bıraktırılmış olmasına ve Kıbrıs’ta Türk halkına karşı girişilen katliamlar karşısında Amerika’nın saldırgan Rum şovenlerin yanında tavır almasına duydukları öfkeden dolayı ortaya çıktı. 1950’den beri Washington’un politikalarına körü körüne bağlı olan Türkiye’nin Kıbrıs’ta “azınlık” olan Türklerin uğradığı haksızlık karşısında beklediği desteği görememesi ve hatta itilip-kakılması halkı derinden sarsan bir gelişmeydi. Gençlik, Kıbrıs’taki bu haksızlıkları, Batılıların Yunan taraflısı davranışlarını görünce ve dahası “dost” Amerika’nın Türkiye’nin karşısına 6. Filoyu çıkarmasıyla birlikte sarsıldı ve hızla uyanmaya başladı. Dahası gençliğin, Türkiye’nin müttefiki bilinen ABD tarafından Sovyetler Birliği’ne karşı dalga kıran olarak kullanılmak istendiğini, Amerika’nın gerçekte dost olmadığını, Türkiye’den çıkarları için yararlanmayı esas aldığını fark etmesi çok zaman almadı.
Gençliğin bu anti-Amerikan çizgiye gelmesinde şüphesiz başka etkenlerin de rolü oldu. Yakın geçmişte ortaya çıkan Küba krizi sırasında, Türkiye’nin hiç haberi olmadan, Sovyetlerle ABD’nin ülkemizdeki nükleer silahlarının pazarlık konusu yapılması ve İncirlik üssünden kalkan Amerikan casus uçağının Sovyetler tarafından hava sahalarında düşürülmesi de toplumu etkileyen önemli gelişmelerdi. Bu arada yapılan yardımlar Amerikalılar tarafından sürekli başa kakılmakta ve Türk Ordusu Soğuk Savaşın ucuz askeri olarak görülmekteydi. Diğer yandan 1950’li yıllarda yapılan ikili anlaşmaların içeriğini ne toplum ne de siyaset çevreleri biliyordu. Bu anlaşmalarda Türkiye’nin onurunu zedeleyen hükümlerin de olduğu kamuoyuna yansımaya başlamıştı. Ülkenin her tarafını saran Amerikan askeri üslerine TSK’nın kuvvet komutanları dahi sokulmazken, bu üsleri Türk askerleri bekliyor ve hatta temizliğini yapıyorlardı. Bütün bunlar Türkiye toplumunu rencide eden sorunlardı.
1961 Anayasasının sağladığı kısmi özgürlük ortamının üniversitelerinde okuyan gençler, Amerika’nın Türkiye’ye yönelik bu müstemleke muamelesini ve Kıbrıs sorunuyla ilgili taraflı, tehditkâr tavırlarını hazmedemiyorlardı. Halkın da tepki duymaya başladığı Amerika’nın bu davranışları karşısında gençler, ilk başlarda tepkisel milliyetçi ve anti-Amerikan bir tavır içine girdiler, ortaya koydukları ilk eylemlerde bu eğilimlerin ağır bastığı görülür. Ama çok geçmeden emperyalizm tarafından ezilen, onuru çiğnen, hakkı yenen, dünyada ilk Ulusal Kurtuluş Savaşı vermiş mazlum bir milletin ulusçuluğunu benimsemeye başladıkları görülür.
Türkiye gençliğinin mücadelesi, çok geçmeden, Yankee emperyalizmine karşı bütün dünyada yükselen anti-emperyalist mücadelenin bir parçası haline geldi.
Gençliğin Amerikan karşıtı ilk eylemleri
Amerikan Başkanı Johnson’ın Başbakan İsmet İnönü’ye Türkiye’nin Kıbrıs’a çıkarma yapma kararı üzerine 5 Haziran 1964’te yazdığı mektuptan sonra (bu mektubun aşağılayıcı içeriği o günlerde bilinmediği halde) gençlik ilk kez 27 Ağustos 1964’te, Amerikan karşıtı eylemini Ankara’da düzenledi. Bir gün sonra yine Ankara’da yirmi bin genç, halkın da desteğini alarak, ABD’yi protesto eden ikinci eylemini yaptı. Polisle de çatışılan bu gösteri ve yürüyüşlerde ilk kez Ankara sokaklarında “Yankee Go Home” sloganı atıldı. Üçüncü protesto eylemi ise 29 Ağustos 1964’te İstanbul gençliği tarafından gerçekleştirildi. (Daha fazla bilgi için; Türkiye’nin Demokratikleşme ya da Gericileşme Süreci -V- Mehmet Ali Yılmaz, Anafikir.gen.tr, 18 Kasım, 2013)
Kıbrıs “davası”yla ilgili yapılan bu eylemlerde gençler; “Go home Yankee”, “Sahte arkadaş Johnson”, “Kalleş Amerika”, “Amerika dost mu, düşman mı?” sloganlarının yanı sıra “Ordu Kıbrıs’a”, “30 milyon taksim istiyor”, “Defol Yunan”, “Kıbrıs’ı alacağız, Papazı yakacağız”, “Davamızı kazanacağız” gibi pankartalar da taşıyorlar, yürüyüşlerde Gençlik ve Harbiye Marşlarını söylüyorlardı. (Turan Feyizoğlu, Türkiye’de Devrimci Gençlik Hareketleri Tarihi 1960-68, s.178-182, Belge Yayınları, 1993.)
ABD-Türkiye ilişkilerini derinden etkileyen bu mektupta Johnson, Türkiye’nin Kıbrıs’a askeri müdahale yapamayacağı, Kıbrıs’a müdahalesi halinde Amerika’nın verdiği silahları kullanamayacağı bildirilmekteydi. Böyle bir müdahalenin Sovyetler Birliği’ni de harekete geçirebileceği yönünde ifadeler taşıyan mektuptan çıkan sonuca göre, Türkiye Kıbrıs’a askeri bir çıkarma yapmaya kalkışırsa ABD, Akdeniz’de konuşlu bulunan 6. Filo ile bu müdahaleyi önleyecekti. ABD’nin 6. Filoyu, Kore’de savaşa sürüklediği müttefiki olan bir ülkeye karşı, düşmanıymış gibi kullanmayı gündeme getirmesi Türkiye halkını şoke etti.
Johnson mektubuyla birlikte Türkiye’yi “ulusal bir coşku sarmıştı”.
“… Türkiye olarak, bu müdahalenin yapılmasını istiyorduk.
Fakat, ortaya birden bir ABD etkeni çıkıyordu. Hele, 6. Filoyu bir ‘düşman ülkeymişiz gibi,’ karşımıza çıkaracağını bildirmesi ayrı bir faciaydı.” (Cüneyt Arcayürek Açıklıyor-4, s.276, 277 Bilgi yayınevi, 1985)
Başbakan İnönü bu mektuba kendine has üslubuyla cevap verdi, ama Türkiye o yıllarda Kıbrıs’a Amerikan baskısı nedeniyle asker çıkaramadı. Bu baskılara ve tehditlere pratikte verilebilen cevap, 1964 Ağustos başında, jet uçaklarıyla Kıbrıs Rum mevzilerinin bombalanması oldu. İnönü “Eyy Amerika” demedi ama o günkü sınırlı askeri ve teknik imkânlar içinde Türkiye’nin cevabını vermeye çalıştı.
Johnson mektubu, Türk halkının gözündeki Amerikan imajının düşüşe geçmesine neden olan önemli bir etkendir. Bu mektuptan sonra Türkiye ile Sovyetler Birliği arasındaki ilişkilerde iyileşmenin başlaması da bu gelişmenin bir başka etkisiydi.
***
Bu arada gençlik, Kıbrıs sorunuyla ilgili ABD’nin politikalarını protesto etkinliklerinden başka üniversitelerin içinde bulunduğu ekonomik, idari, eğitimle ilgili çeşitli sorunlar ve o dönemde harçlara yapılmak istenen zamlara karşı açıklamalar, protestolar da yapmaya başladı.
Gençliğin giderek yükselmeye başlayan eylemliliğinin İnönü’ye aksettirildiği bir görüşmede söylenen sözler gelecek için umut vericiydi: Bir CHP’li yetkili İnönü’ye “Üniversite gençliği CHP’den uzaklaşıyor, gençlik bizi bırakıyor” deyince, İnönü, “Gençlik AP’ye mi gidiyor?” diye sorar. İnönü’ye verilen cevap geleceğin habercisi gibidir: “Hayır paşam, gençlik ve aydınlar sosyalizme gidiyor.” (14.12.1964 tarihli Milliyet’ten akt. Turhan Feyizoğlu, age, s.205)
Gençlik Sosyalist düşüncenin önündeki engellerin kaldırılmasını ve Üniversitede Reform yapılmasını ister
Bu dönümde egemen sınıflar dinci, faşist ideoloji ve propagandalarla gençliği henüz tam olarak bölmeyi başaramamışlardı. Komünizmle Mücadele Dernekleri gibi kuruluşları faaliyete soktukları halde aydınlar ve gençler hala aynı salonda tartışabiliyorlardı.
7 Aralık 1964’te Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Talebe Cemiyeti Türk Ceza Kanununun 141 ve 142’inci Maddeleriyle ilgili bir açık oturum düzenledi. Uzun yıllar tartışma konusu olan, komünizmi, propagandasını ve örgütlenmesini yasaklayan bu maddelerle ilgili yapılan sempozyuma karşıt görüşlü iki bin kişi katıldı. Bu toplantıyı düzenleyen Hukuk Fakültesi Talebe Cemiyeti’nin Başkanı da Uğur Mumcu’ydu.
Toplantıyı Ceza Hukuku Doçenti Uğur Alacakaptan yönetti. İlk konuşmayı yapan Doç. Dr. Muammer Aksoy konuyu Anayasaya aykırılık yönünden değerlendirerek şunları söyledi: “Toprak reformunu istemek amacı ile yapılan propaganda geniş bir yorum ile bu maddelere aykırıdır. Oysa, anayasa toprak reformunu öngörmüştür. Burada bir çelişme vardır.” demokratik düzene aykırı olduğunu belirten Aksoy, “141 ve 142. maddeler demokrasi adı altında statükoyu korumak suretiyle halkı istismar etmek isteyenlerin getirdikleri maddelerdir.”
Toplantıda konuşan TBMM Adalet Komisyonu Başkanı Burhan Apaydın, bu maddelerin Ceza Kanununa faşist İtalyan Ceza Kanunundan daha da ağırlaştırılarak alındığını belirtiyordu: “Türkiye’de bugün komünist tehlikesi yoktur. (Dinleyicilerin bir kısmı “uyu sen uyu” şeklinde seslenirler). Ancak komünizm ile mücadele edelim derken faşist idare getirilmek istenmektedir…” (Alkışlar)
Bu kitleye açık toplantıda TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar da konuşur. Ankara Emniyet Müdürü ve Şube Müdürlerinin de izlediği toplantıda Aybar konuşmasına “yuh” sesleri ve alkışlarla başlar. Atatürk’ün halkçılıkla ilgili sözleriyle konuşmasına başlayan Aybar, “Toplumun kalkınmasında çalışmayan sırt üstü yatan bir grubun yeri yoktur” dedikten sonra “esas olan halkın yararına bir toplum düzeni kurmaktır” ifadelerini kullanır. Aybar, karşı çıkan ve destekleyen tezahüratlar altında konuşmasına ceza yasasındaki 141 ve142’inci maddelerin Anayasaya aykırı olduğunu belirterek devam eder.
Bu toplantıda AP Milletvekili Cihat Bilgehan da konuşur. Bilgehan bu maddelerin aşırı sağ ve şeriatçılığı da önlediğini iddia ederek 141’inci maddenin yasada kalmasını, 142’inci maddenin değiştirilerek “cebren” hükmünün eklenmesini ister. Türkiye’de komünist olmanın suç olmadığını ancak komünizm propagandası yapmanın suç olduğunu belirtir. Ama daha sonra AP iktidarları ve cunta dönemlerinde pratikteki uygulamaların Bilgehan’ın ileri sürdüğü gibi olmadığı bilinen gerçekler.
CHP Parti Meclisi üyesi Cemal Reşit Eyüpoğlu bu toplantıda yaptığı konuşmada, ülkenin kalkınmasının sağlanabilmesi için bu maddelerin değiştirilmesi gerektiğini belirtir. (Akt. T.F. Cumhuriyet, 8.12.1964)
Gençlik içinde ve ülke çapında sol, sosyalist düşüncelerin yaygınlaşmasına engel oluşturan bu maddelerin kaldırılması gerektiği üzerine çeşitli tartışmalar yapılırken üniversite gençliği, 1961 Anayasasından da güç alarak, üniversite reformu yapılması için mücadele başlatır. Gençlik temsilcileri bu doğrultuda Cumhurbaşkanı Gürsel ve Başbakan İnönü ile görüşmeler yaparlar. 15 Aralık 1964’te Cumhurbaşkanı Gürsel üniversitelerde reform yapılmasını ister:
“… biz üniversitelerin batı üniversiteleri düzeyinde ve niteliğinde olmasını candan temenni ederiz…
Bence geleceğimiz gençlerdir. Bugünkü gençlerden memnun olmamak gelecekten memnun olmamaktır. Gençler temiz, asil duygularla doludur. Onları en iyi şekilde donatmak ve en temiz yollara yöneltmek öğretim üyelerinin ve toplumun elindedir” der.
Cemal Gürsel, üniversitelerin yapıcı ve yaratıcı atılım içinde olmalarını, reformun bir kez değil birçok kez yapılması gerektiğini söyler. (Akt. T.F. Dünya, 16.12.1964)
Bu dönemin gençlik kuruluşları -TMTF, MTTB, TMGT ve üniversitelerin öğrenci birlikleri- hükümet temsilcileriyle görüşerek üniversite gençliğinin ekonomik, akademik sorunlarını iletmeye çalışırlar. Ancak diğer yandan üniversite yöneticileri genellikle gençlerin reform isteklerine karşı direnmektedirler.
27 Aralık 1964’de Parlamento üyeleri Meclis’te yaptıkları tartışmada gençliğe ve sorunlarına bakışlarını ortaya koyuyorlardı. AP’liler gençliğin reform isteklerini öğrencileri kışkırtan üniversite dışı faktörlere bağlayarak “ideoloji ve fikir buhranları üniversite içinde alıp yürümüştür” diyorlardı. AP milletvekili Yusuf Demirağ, “Din eğitiminin komünizme karşı koyacak en önemli araç olduğunu” söyleyerek dini –hep yaptıkları gibi- siyasal amaçları için kullanmaktan geri durmuyordu. AP’lilerin bu tür yaklaşımlarının altında egemen sınıfların çıkarlarını savunmak ve soğuk savaşın yarattığı iklimin etkisi vardı. Bu propagandayla bir yandan da dini inançları güçlü kesimleri, tarikatçıları vb. popülizm yaparak yanlarına çekmeyi diğer yandan da bilimsel eğitimi ve laikliği baskı altına almayı amaçlıyorlardı.
MP’den seçilip TİP’e giren senatör Niyazi Ağırnaslı ise gençliğin reform isteklerini haklı bularak şöyle konuşuyordu: “Üniversiteyi ve adaleti politikaya biz politikacılar çekiyoruz… Gençlikten endişe ve ümitsizlik duymuyorum. Gençlik pırıl pırıl, belki her günkünden fazla memleketin geleceğini, yarınını yapmaya hazırlanıyor. Bizler onlara yardım etmiyoruz.”
Gençliğin üniversitede reform talepleri karşısında CHP’li sözcü ise hem nalına hem mıhına vurarak vaziyeti kurtarmaya çalıştı. CHP’li Aydın Bolak, “Üniversite bugün, bazı profesyonel kişilerin tahribi ile karşı karşıyadır.” gibi açıklamalar yaptıktan sonra üniversite yönetimlerinden de gençleri “idare etmelerini” istedi.
AP’lilerin suçlamaları ve CHP’nin sorunu çözmekten uzak açıklamaları karşısında TMGT Başkanı A. Güryüz Ketenci’nin kullandığı ifadeler dikkat çekiciydi: “Ulusumuzu yabancılara peşkeş çeken,… devrim karşıtları… kurdukları menfaat çukurlarında muhakkak kendileri boğulacaktır. Ulusumuz bütün kurumları ile bir reforma muhtaçtır. (O dönemde Toprak Reformu gibi geniş kitleleri ilgilendiren önemli reformlar üzerine yoğun tartışmalar yapılmaktaydı.) Fakat bu reform, bazı politikacılar tarafından kösteklenmiş, memleket her hali ile bir viraneye çevrilmiştir. Kutsal parlamento kürsülerini şahsi menfaatlarına alet edenler, bu kürsülerin özerkliğini ve hürriyetini Mustafa Kemal’in devrimlerine ve gençliğine borçludurlar.” (Akt. T.F. Cumhuriyet, 29.12.1964)
***
Aralık 1964’te İstanbul’da TMTF ve MTTB (MTTB o dönemde sağcıların eline geçmemişti) gibi gençlik örgütlerinin önderliğinde Bahri Savcı gibi ilerici öğretim üyeleri, Orhan Erkanlı ve Sami Küçük gibi Milli Birlik Komitesi üyeleri, gazeteciler ve bazı solcu siyasetçilerin de katıldığı üniversitelerde reform başlatılmasını isteyen paneller düzenlenmeye başlanır. Artık gençlik ülke ve üniversite sorunlarını kamuoyu önünde tartışmaya açıyordu.
1964’ün son günlerinde Ankara Üniversitesi Rektörü İhsan Doğramacı’nın yaptığı açıklama 12 Eylül dönemi ve sonrasının İhsan Doğramacı’sını tanıyanlar için şaşırtıcıdır. Doğramacı bu açıklamasında üniversitelerde bilimsel ve yönetimsel özerlik istemektedir. Doğramacının bu açıklaması üzerine zamanın CHP’li Milli Eğitim Bakanı İbrahim Öktem sinirlenerek “Düş evreninde dolaşıyorsun” demekten geri durmuyordu. (Akt. T.F. Son Havadis, 31.12. 1964)
***
Bu arada bazı gençlik kuruluşları da Sovyet gençliğini Kıbrıs sorunuyla ilgili uyarmaya çalışır. 1964’ün sonlarına doğru İstanbul Üniversitesi Fikir-Sanat Kulübü Sovyetler Birliği’ndeki Yüksek Öğrenim Gençlik Kurumları Başkanlarına bir dostluk mesajı gönderir.
Bu mesajın önemi Kurtuluş Savaşı sırasında Atatürk ile Lenin arasında oluşan dostluğa yapılan vurgudan hareketle Rusya’nın Kıbrıs sorununa yaklaşımına duyulan hassasiyete dikkat çekilmesidir. Mesajda Türkiye’nin dost bildiği bazı ortakları tarafından yalnız bırakıldığına işaret edilirken, Sovyetler Birliği’nin Rum planlarına alet olmaması istenir. Mesajın sonunda, “Politikacılar ve politikalar değişebilir, fakat değişmeyecek olan, halklar arasındaki dostluk ve sevgi bağlarıdır” ifadesi yer alıyordu. (Akt. T.F. Milliyet, 2.11.1964)
İnönü hükümetinin düşürülmesi
Johnson mektubunun yarattığı hayal kırıklığının da etkisiyle İnönü hükümeti, SSCB ile ilişkileri normalleştirmeye yöneldi. Türkiye’nin NATO üyesi olmasını iyi ilişkiler için engel olarak görmeyen Sovyetler Birliği 1950’li yılların ortalarından itibaren Ankara ile özellikle ekonomik, ticari ve kültürel alanlarda ilişkiler kurmak istemekteydi. Ama Batı’dan çok Batıcılık yapan DP iktidarı uzun zaman, Batılı devletler SSCB ile görüşmeler yaptıkları halde, Moskova ile ilişkileri geliştirmekten yana somut bir adım atmadı. Bu soğuk duvarın 1960’ların ilk yarısında İnönü hükümeti tarafından somut biçimde yıkılmaya başlanmasını Amerika iyi karşılamadı.
Kıbrıs sorununda ABD’den beklenen desteğin yerine tehdit ifadeleri gelince Türkiye bu konuyu SSCB’ye anlatma ihtiyacı duydu. Başbakan İnönü 12 Aralık 1964’te gazetecilere yaptığı açıklamada bu gelişmeyi anlatır:
“Sovyetler Birliği(ne) Kıbrıs meselesi durumumuzu, davamızı anlatmaya çalışıyoruz.
Sovyetlerle iyi bir anlaşma havası içindeyiz. Kıbrıs meselesi bizi tabiatıyla acele olarak yakın temasa sevk etmiştir. Bu bir vesile oldu. Hem müttefiklerimizle bağlarımızı muhafaza ediyoruz, hem Sovyetlerle iyi komşuluk münasebetlerimizi geliştirmeye çalışıyoruz. Dünyanın sulh için geniş ölçüde çare aramaya çalıştığı bir tekâmül devrinde biz de sulh gayretlerimizi başarılı bir surette geliştirebileceğimizi inanmaktayız.” (13.12.1964 tarihli Ulus Gazetesinden akt. İlhan Turan, İsmet İnönü Konuşma, Demeç, Makale, Mesaj ve Söyleşileri 1961-1965, TBMM y. 2004)
İnönü hükümetinin Sovyetler Birliği ile başlattığı bu ilişkiler ABD’nin İnönü’yü devirmesi için yeterli nedendi.
Cüneyt Arcayürek’in bu konuyla ilgili yazdıkları ABD’nin İnönü’yü yıkıp yerine AP’yi geçirmeyi aklına koyduğunu ortaya koymakta.
“Türkiye ‘çirkin Amerika’ ile somut biçimde 1963-64 yıllarında tanıştı.
Amerika ile 1947 yılında başlayan ‘içli dışlı’ ikili ilişkilerden tam on yedi yıl sonra…
… 1964’te- ünlü ‘Time’ dergisi, o günlerin Türkiye’si karşısında ABD’nin duygularını dile getiren şu satırlara yer veriyordu:
‘… Bugünlerde hemen herkesin yaptığı gibi İnönü, Amerikan aleyhtarlığına oynamak suretiyle iç politikada kendisine sermaye teminine çalışmaktaydı. Birleşik devletler, ihtilaflı Kıbrıs konusunda Türkiye’yi Yunanistan’a karşı tam manasıyla tutmayı reddettiğinden beri İsmet İnönü, Rusya’yla flört etmek suretiyle Birleşik Devletlere karşı istiklalini ispat etmişti…’ ”
Time dergisindeki bu değerlendirmenin devamında DP’nin yerine ikame edilen AP’nin, İnönü’nün Sovyetlerle kurmaya başladığı bu yeni ilişkinin ilk adımı olan bir kültür anlaşmasının imzalanmasını “ihanet” olarak görmesini sayfalarına taşıması geleceğin iktidar partisini, AP’yi, işaret etmesi bakımından önemliydi.
“… Ümitsizlik işaretleri gösteren İnönü hükümeti, Kıbrıs anlaşmazlığında Washington’un Türkiye’yi terk ettiğinden emin, bir seçmen kitlesi önünde Amerikan aleyhtarı taktiklere başvurmuştu. Aynı zamanda uzun süredir batının en sağlam müttefiklerinden biri olarak bilinen Türkiye, Rusya’yla flörte başlamıştı. Türkiye ile Rusya, AP tarafından bir ihanet vesikası olarak ilan edilen bir kültür anlaşması imzalamışlardır ve geçen ay Ankara bir Sovyet parlamento heyetini sıcak şekilde karşılamıştı…” (Cüneyt Arcayürek, Age, s.293-94)
30 Ekim-6 Kasım 1964 tarihleri arasında gerçekleşen Dışişleri Bakanı Feridun Cemal Erkin’in bu ziyaretinden sonra, Time göre, “ümitsizlik işareti gösteren”, “Amerikan aleyhtarı taktiklere” başvuran İnönü, TBMM’de verilen güvensizlik oylarıyla iktidardan düşürüldü (13 Şubat 1965). Demirel’in Başbakan yardımcısı olduğu Suat Hayri Ürgüplü başkanlığında AP, YTP, CKMP, MP’den oluşan bir koalisyon hükümeti kuruldu ve Ekim 1965’te yapılan genel seçimleri AP kazandı.
Devam edecek…
(*)1964’te emperyalistlerin Türkiye’ye karşı güttükleri şantajcı, ötekileştirici yeni sömürgeci siyasete karşı tepki olarak aydınlarda ve gençlikte ortaya çıkan ilerici-yurtseverliğe milliyetçilikten çok millici demek daha doğrudur. Bu tavır kavramsal karşılığını 1919-23 dönemindeki anti-emperyalist ulusal kurtuluşçu -millici- harekette buldu. Sözlük anlamları bakımından aralarında esasta bir fark olmasa da bu iki kavram sosyal hayatta, pratikte birbirinden ayrıştı ve çok geçmeden Milliyetçilik sağcıların eline geçerken, Millicilik ilerici-devrimci kesim tarafından benimsendi ve Milli Demokratik Devrim (MDD) hareketinin doğmasında önemli bir tarihsel güç kaynağı ve fikri temel oluşturdu.