Her Şeyin Bir Bedeli Vardır- Mehmet Tanju Akad

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Şimdi günümüzde dünyanın her yerinde sosyal devletten bahsediliyor.

Herkes bir şeyler istiyor. Sağlık sigortası istiyor, bedava eğitim istiyor, yaşlılık sigortası istiyor, iyi kamu hizmeti istiyor, sonu yok. Pekâlâ, tüm bunları kim ödeyecek? İşte kavga burada kopuyor. Aksi halde, kimse hiç bir hizmete itiraz etmez. Bedava olduktan sonra ver Allah’ım ver. Ama ne toplumda, ne de doğada hiç bir şey bedava değil. Her şeyin bir bedeli var. Bir şey alıyorsan, mutlaka bir şeyden eksiltiyorsun demektir. Mühim olan nasıl eksilttiğin, nereden eksilttiğin. Elektriği kömürden üretirsen doğayı kirletirsin, hidroelektrikten üretirsen verimli vadilere su doldurup yok edersin, nükleerden elde edersen Çernobil’ler, Fukujima’lar, Three Mile Island’lar kapında, ayrıca radyoaktif atıklar ebediyen seninle. Yani hiç bir şey bedava değil. Güneşten alırsan da bir maliyeti var elbette, her ne kadar diğerlerine göre daha azsa da. Ama tüketim hırsı çok elektrik istiyor, hemen istiyor ve dünyanın içine pisletiyorlar. Muazzam bedeller. İnsanoğlu dünyayı yiyip bitiriyor. Ama bu iş yapılırken ödenen bedeller şimdiki nesil içerisinde eşit olarak paylaşılmıyor. Geçmişte de böyle olmuş. Gelecek için bilinen tek şey, bugünden onlara çok ağır bir yük kalacağı. Nasıl ödeyeceklerine kendileri karar verecek.

Toplumda kimin ne bedel ödeyeceği günümüzde büyük ölçüde devlet tarafından belirlenir. Devasa büyüklükteki ekonomiler devlet olmadan dönemez. Liberalizm tam bir yalandır. Bunun günümüzdeki anlamı mali sermayenin önündeki engellerin kaldırılmasıdır. Küçük yatırımcının parasını ne yapacağı ekonomik sistemde çok önem taşımaz, buna daha çok sosyal manada ilgi gösterilir, istikrar adına.  Lafı bölmeyelim, devletin her eylemi, ülkede gelir dağılımını az veya çok değiştirir. Kamu işlerini ödemek için kimden, ne kadar ve nasıl vergi alınacağı, kimden alınmayacağı, hangi kesimlerin destekleneceği, kimden mal ve hizmet alınacağı, bunların nasıl ödeneceği, yatırımların nereye yapılacağı, öncelik sırası, ve ayrıca dış ticaret rejimi, para politikaları ve daha binlerce şey. Hatta aynı hizmeti aynı fiyattan veren iki şirketten birisine daha önce ödeme yapsanız bile gelir dağılımını değiştirmiş olursunuz. Diğeri daha fazla finansman masrafı ödeyecektir. Böylece devletin denetimi hayati bir öneme sahip olur. Bu genelde mülk sahibi sınıflar arasındaki hiyerarşiyi yansıtır ama her zaman değil. Bazen farklı siyasi partiler bir süre için bu hiyerarşinin devlet üzerindeki denetimini bozar ve sosyal çekişmeyi artırır. Sosyal uzlaşma ve kamu düzeni için mülk sahibi sınıflar arasında belli tavizler verilir ama bu da her an değişen dengeler içerisinde olur. (Zaten denge kavramı esas itibariyle anlık veya çok kısa sürekli bir durumu ifade eder. Sabit veya istikrarlı, ya da uzun süreli denge diye bir şey -en azından toplumda- yoktur.) Bir yanıyla, siyaset de sürekli değişen dengeleri yönetme sanatı sayılabilir.

Bedel konusuna dönersek, örneğin,
Amerikalılar Obama’nın sağlık sigortası için birbirlerine giriyor. Toz duman. Sorun şu: bu sağlık sigortasını kim ödeyecek. Orta hallilerin çoğu zaten iyi kötü bir sağlık sigortasına sahip. Bu tasarı daha çok sigortayı ödeyemeyen düşük gelirliler için. Tabii, onların sağlık sigorta harcamaları vergi veren kesimin yükünü artıracak. Çıngar bundan kopuyor. Yeni muhafazakar politikalar zaten Reagan zamanından beri en yüksek gelir grubunun vergi yükünü azaltıp orta kesime ve çalışanlara yüklemiş. Sosyal devlet harcamalarını da kısmış. Ama gene de orta-üst gelirlerin vergi yükünün birazcık olsun artması söz konusu olabilir. Sonuçta sağlık hem pahalı bir hizmet, hem de halka ve devlete muazzam kazık atılan bir sektör. Bir yerden karşılanması gerekir. Bu nedenle, toplumun büyük çoğunluğunun milli gelirden aldığı pay düşerken, sosyal devlet harcamalarının dolayısıyla vergilerin artma ihtimali onları müthiş bir hırçınlığa itiyor. Amerika’da yeni muhafazakârların ne kadar çirkinleştiklerini görseniz, bizdeki liboşların çirkinliğini daha iyi anlarsınız.  

Efendim devlet küçülecekmiş, yüksek gelirliler de yatırım yapıp istihdam yaratacakmış. Bunlar büyük yalanlardır. Kapitalist devlet küçülürse yıkılır. Zaten Reagan ve Thatcher yönetimi bile (ve sonra gelen tüm yönetimler de) tüm iddialarına rağmen devlet harcamalarını azaltamadılar, sadece sosyal hizmetlerden kısıp büyük sermayeye aktardılar. Devlet desteği olmasa kapitalizm hiç bir krizden çıkamaz. Önemli olan bu desteğin nereye yapıldığı. Krizdeki bankalara şirketlere trilyonlarca dolar gitti. Üstelik bu paranın ciddi bir kısmı bu şirketleri batıran yöneticilerin yüzlerce milyon dolarlık primlerine ya da özel hesaplarına harcandı. Ama, “aman sağlığa gitmesin.” En zengin yüzde 10’ın ve özellikle de en zengin yüzde 1’in gelir dağılımındaki payı korkunç boyutlara çıkmış durumda. Pekala, bundan biraz alıp yoksulların sağlığı için harcarsanız… vallahi de billahi de Obama’ya komünist diyen bile çıktı ki, adam mali sermayenin çıkarlarına, yeni muhafazakarların politikalarına bunun dışında en ufak bir toz kondurmadı. Zaten yaptırmazlar. Sistemi bin bir yerden bağlamışlar. Yüksek mahkemesi, senatosu, temsilciler meclisi, federal rezervi, üniversiteleri, köşe yazarları, denetçileri, daha aklına ne gelirse. Buna karşı muhalefet olmuyor değil ama bağırıyorlar, çağırıyorlar, bir süre sonra bir şey olmayınca herkes yorulup köşesine çekiliyor.

Öte yandan,
Büyük sermayeye, ki bu günümüzde büyük ölçüde mali sermaye demek, Reagan döneminden beri son derece büyük ayrıcalıklar kazandı. Bankalar ve yatırım fonlarının kullanımı (ki buna emeklilik fonları da dahil) üzerindeki denetim ve kısıtlamalar sırayla kaldırıldı. Bununla da kalınmadı, dünyanın birçok ülkesi de benzer bir yola giderek sınırları açtı, varlıklarını sattı, sosyal harcamaları kıstı. Eğitim, sağlık, belediye hizmetleri, akla ne gelirse sermayenin kar hırsına terk edildi. Ama burada da devleti devreden çıkarmıyorlar. Özellikle sağlık sigortasının yükü gene devletin sırtında ve çok daha ucuza sağlanabilecek hizmetler fahiş fiyatla devlete fatura ediliyor. Doktorlar ha bire reçete yazan kâtipler haline geldi neredeyse. Hastalıklar-ilaçlar tablosundan yazıp duruyorlar. Buradan da tüm toplumun sırtından sermayeye gelir aktarılıyor. Diyorlar ki, “aktarılsın ama vergi yükü de sermayeyi rahatsız etmesin,” kim öderse ödesin. Türkiye’de örneğin dolaylı vergiler çok yüksek. O halde bu bedeli de yüksek gelirliler değil, temel malları kullanan geniş kesimler ödeyecek. Her litre benzinde, otobüse her bindiğinde, telefonla her konuştuğunda, her lambayı yaktığında, her kadeh içtiğinde.

Ahali bu bedeli kuzu gibi ödüyor. Ödemeye devam edecek. Bunun nedeni, değiştirmek için gereken siyasi bedeli ödemeye hazır olmaması. Ama başka nedenler de var. Bunun başında rant paylaşımı geliyor. Bunun da bir bedeli var elbette ama bir kamu kurumunu veya ormanı veya merayı veya kıyıyı veya kent arazisini yağma eden milyonlarca kişi, toplumun ve gelecek nesillerin ödeyeceği bedelleri hiç mi hiç düşünmüyor. Sadece kendi çıkarına bakıyor.

Gelecek toplumsal hareketlerin üzerinde durması gereken en temel konulardan birisi kamu hizmetlerinin nasıl ve kim tarafından ödeneceği konusudur. 20. yüzyıl deneylerinde sanayi ve altyapı inşası işçilerin ve köylülerin sırtına yıkılarak rejimin en temel destekleri yok edildi. Gelecekteki toplumsal hareketler çok farklı olacak kuşkusuz. Bambaşka sorunlarla karşılaşacaklar. Doğanın tamiri, yaşam kalitesinin yükseltilmesi, kentlerin ve yerleşimlerin yeniden düzenlenmesi, alternatif enerjilere dayanılması ve toplumlar arasında açık ve karşılıklı saygıya dayanan ilişkilerin kurulması gibi. Bu arada çok karmaşıklaşmış olan sosyal hayatın devam ettirilmesi gerekir ki muazzam bir külfeti vardır. İşte tüm bunların nasıl ödeneceği sorusuna yanıt bulmadan kimse toplumcuyum demesin. Bu iddiayla ortalığa çıkarsa rezil olur.

Mehmet Tanju Akad

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir