Bu gün ülkemizin tepesinde bulunan Abdullah Gül ve Recep Tayyip Erdoğan ikilisinin
Prof Dr. Sabahaddin Zaim’e büyük değer verdiklerini gazetelerden okuyoruz. Sabahattin Zaim’in adına kurulan vakıf üniversitesinin Rektörünün Başbakan’ın ODTÜ “çıkarması”ndan sonra yayınladığı açıklamayı okuyunca sağ kesimde “hocaların hocası” olarak kabul edilen bu kişinin 12 Eylül öncesinde ve sonrasında takındığı tavırlara değinmek istedik. Sabahaddin Zaim’in; 12 Eylül Anayasası, işçi sınıfının sorunları, eğitimin dincileştirilmesi gibi bugün de tartışılan önemli konu ve uygulamalarla ilgili görüşlerini öğrenmemizin yararlı olacağını düşünerek bu yazıyı kaleme aldık.
Öncelikle sağ kesimin “hassas” olduğu bir konunun altını çizerek yazıya başlayalım. Sağ kesimin “Hocaların hocası” olarak kabul ettiği Sabahaddin Zaim’in, Menderes hükümetini deviren 27 Mayıs 1960 ihtilalinden sonra, bu darbeyi yapanların kurdukları ‘sosyal komisyon’da görev almakta her hangi bir sakınca görmediğini ihtilalcilerden Numan Esin’in anılarından öğreniyoruz. (Numan Esin, Devrim ve Demokrasi Bir 27 Mayısçının Anıları, s.89)
Sağ kesimin büyük önem atfettiği Prof Dr. Sabahaddin Zaim’in, 1.MC Hükümeti tarafından 10.8.1976 tarihinde ODTÜ Mütevelli Heyeti’ne atandığını ve bu heyetin de 13 Şubat 1977’de Hasan Tan’ı ODTÜ’ye rektör olarak tayin ettiklerini; devrimci gençlerin, öğretim üyelerinin ve işçilerin; bu ODTÜ’yü faşistleştirme girişimine karşı başlattıkları büyük direnişi ve sonuçtaki başarıyı biliyoruz. Fakat az bilinen bir gerçek ise, S. Zaim’in ve beş öğretim üyesinin ODTÜ Mütevelli Heyeti’ne atanmalarının yasa dışı olduğunun açığa çıkması ve ODTÜ Öğretim Üyeleri Derneği Başkanı Yakup Kepenek’in yaptığı açıklama ile bu gerçeği ortaya koymasıdır.
“ Mütevelli Heyetinin profesör üyeleri Ahmet Kılıçbay, Sabahaddin Zaim, Selçuk Özçelik, Ahmet Sonel, Yusuf Vardar ve Nevzat Körkendi senatolarından mütevellilik için izin almadıklarından üyelikleri Üniversiteler Yasasına ters düşmektedir. Bu durumun yasaya aykırılığı İstanbul Üniversitesi Rektörünün isteği üzerine İ.Ü. İdari Hukuk Enstitüsü tarafından oybirliği ile saptanmıştır. Üniversite Senatosunca da oybirliği ile benimsenen bu görüş karşısında mütevelli üyelerinin profesör üyelerinin derhal bu görevden ayrılmaları yasal bir zorunluluktur…” (Nurettin Çalışkan, ODTÜ Tarihçe,s.234, 2002.)
Bu gelişmeden sonra Mütevelli Heyetin profesör üyeleri heyetten ayrılmak zorunda kalıyorlar ve 14 Temmuz 1977’de de Cumhurbaşkanı F. Korutürk boşalan üyelerin yerine atanan yeni üyelerle ilgili kararı onaylayarak bu yasa dışılığa son veriyordu.
***
ODTÜ’lü devrimci gençlerin ve öğretim üyelerinin 18 Aralık 2012 tarihinde ve sonrasındaki direnişlerinin vesile olduğu bu yazının asıl konusu; Sabahaddin Zaim’in 14–15 Eylül 1984’te Aydınlar Ocağı’nın düzenlediği bir seminerde yaptığı konuşmada ortaya koyduğu düşüncelerin anlamı ve bugünkü iktidar mensuplarının bu görüşlerle olan ilişkileridir.
Başbakan Turgut Özal’ın da katılarak konuşma yaptığı, 14-15 Eylül 1984 tarihinde Aydınlar Ocağı’nın düzenlediği “Ülkemizi 12 Eylül’e Getiren Sebepler ve Türkiye Üzerindeki Oyunlar” başlıklı seminerde Prof Dr. Sabahattin Zaim, “birinci gün sunulan tebliğ ve tahlillerin bir değerlendirmesi”ni yaptığı konuşmasına başlarken 12 Eylül darbesinin zorunluluğuna, haklılığına ve darbe sonrasında yapılan düzenlemelerin doğruluğuna vurgu yapmaktan geri durmuyordu:
“Ülkemizin bir iç harbe sürüklenip, yıkılmaktan kurtuluşunu ifade eden 12 Eylül 1980 tarihinden bu yana dört yıl geçmiş bulunuyor…
Aradan geçen 4 yıl sonunda ülkemiz huzura kavuşmuş, demokratik müesseseler yeniden kurulmuş, iktisadi durumun düzeltilme gayretleri içinde ihracatımız 3 katından fazla artmış, büyüme hızı gelişmiştir. Fakat ülkemizi 12 Eylül’e getiren şartlar tamamen ortadan kalkmıştır denemez…
Her yönüyle kuvvetli bir sarsıntı geçirmiş olan Devletimiz yeniden toparlanma döneminde bulunmaktadır…”
Bu görüşlerinin yanı sıra 1961 Anayasası ve 12 Mart darbesi döneminde bu anayasada yapılan değişiklikler hakkında konuşan S. Zaim, 1982 Anayasasıyla ilgili görüşlerini de ortaya koymaktadır:
“… 1961 Anayasası, bir yandan batı demokrasi modelinin siyasi ve iktisadi sahadaki bütün müesseselerini kurar ve grupların teşkilatlanma, siyasi ve iktisadi baskı gücü kurabilme imkan ve hürriyetlerini sonuna kadar sağlarken, bir yandan da siyasi iktidarlar karşısında teşkilatlı devlet bürokrasisini güçlendirmiş, merkez hükümet otoritesini zayıflatmıştır.
1963-1980 devresinde, bu sebeplerle siyasi, iktisadi ve sosyal sahada kudretlerin dağılması yoluyla adalet içinde dengeli ve ahenkli bir birliğin sağlanması esasına dayalı demokrasinin kudretlerin dağılması ile ilgili birinci kısmı giderek kuvvetlenirken, adalet içinde dengeli ve ahenkli birliğin sağlanması hedefi gittikçe zayıflamış, sonucunda demokrasi anarşiye dönüşmüştür. 1971 Anayasası tadiliyle yapılan kısmi tadilat bu gidişi durdurmaya yetmemiştir. 1982 Anayasası, bu durumu yeniden düzenlemek üzere tedvin edilmiştir.”
Görüldüğü gibi S. Zaim, zamanında AP yönetiminin sürekli savunduğu gibi; 1961 Anayasasının siyasi iktidar karşısında bürokrasiyi güçlendirdiğini buna karşılık iktidar otoritesini zayıflattığını ileri sürmektedir. Yargı erkini de güçlendirilen “devlet bürokrasisi” içinde düşündüğü anlaşılan Hoca, 12 Mart döneminde bu “sakıncalı” durumun “kısmen” giderildiğini ama asıl olarak 1982 Anayasası ile “durumu(n) yeniden düzenlemek üzere tedvin edil”diğini belirtiyor. Fakat R. T. Erdoğan’ın geçtiğimiz günlerde “güçler ayrılığı” konusunda yaptığı şikayetten anlıyoruz ki, iktidar gücüne doymayan sağcılar hala yürütmenin, iktidarın gücünü yetersiz buluyorlar ve daha da merkezi ve dolayısıyla daha da baskıcı, faşizan yönetimler istiyorlar. Böylece R.T. Erdoğan’ı 12 Eylül faşist cuntasının yaptırdığı anayasanın neden tatmin etmeye yetmediği de ortaya çıkıyor.
AKP’nin bugün yetersiz bulduğu 1982 Anayasası hakkında Prof Dr. Sabahaddin Zaim görüşlerini okuyunca, bu görüşlerin kitlelere karşı nasıl baskıcı, “zapturaptçı”, demokrasiyi tahrip edici ve devlet otoritesini güçlendirmeyi esas aldığını görebiliyoruz:
“(1982 Anayasasında, bn.) Cumhuriyetin temel prensipleri ile Batı Demokrasisinin çok partili ve toplu pazarlığa dayalı siyasi ve iktisadi demokrasi unsurları aynen muhafaza edilmiştir. Fakat siyasi, iktisadi ve sosyal baskı gruplarının anarşiye dönüşen dağınıklığı zapturapt altına alınmış, siyasi iktidar teşkilatlı devlet bürokrasisi karşısında güçlendirilmiş, böylece, demokrasinin kudreti dağıtan fonksiyonlarına karşı, devletin adalet içinde birlik ve ahengini sağlama hedefine ulaşması için, tecrübeyle görülen eksiklerin tamamlanması cihetine gidilmiştir.”
Adına üniversite kurulacak kadar önem verilen, sağcıların “hocaların hocası” kabul ettiği bu zatın işçi-işveren ilişkileri hakkındaki görüşlerini okuyunca; hangi kesimin sözcülüğünü yaptığını ve neden 27 Mayıs’tan sonra “sosyal komisyon”a alındığını, sendikalar, toplu sözleşmeler, grev ve kıdem tazminatı gibi konulara sermayenin penceresinden baktığını net olarak göreceksiniz.
-“Sendikalar bu dönemde (1963-1980 dönemini kast ediyor, bn)tedricen siyasete çekilmiş ve itilmiştir. 1963’ten sonra ideolojik partilerin teşekkül etmesi neticesinde, partiler sendikalara sahip çıkarak onları kendi ideolojik istikametlerine çekmeğe çalışmışlardır. Sendikaların siyasi ideolojik görüş farkları, iktisadi fonksiyonlarına tesir etmiştir. 1947’den itibaren kurulan sendikalar Türk-İş’in önderliğinde partilerüstü bir politika takip ederek, sendikacılığı partiler arası rekabet unsuru olmaktan çıkarmağa çalışmışlardır. Fakat 1963’ten sonra bu tutum tedricen değişmiştir. Sendikalar, sayıları 900’e varan bir şekilde parçalanmış, hem de ideolojik sapmalara maruz kalmıştır. (…)
-Grevlerin yaygınlaşması, kanuni ve meşru iş mücadeleleri dışında, gayri kanuni direniş ve işi yavaşlatma hareketleri, çalışma hayatına hukuki düzen yerine kaba kuvvetin ve anarşik hareketlerin sızmasına yol açmıştır. Grev uygulanan işyerlerinde çalışmak isteyenlerin içeriye sokulmadığı, hammadde giriş-çıkışının engellendiği, grev ve lokavt halinde işçilerin başka işyerlerinde çalıştığı ve bu yüzden iş mücadelelerinin uzadığı ve amacından saptırıldığı görülmüştür.”
Görüldüğü gibi sağcıların hocası, işçilerin sendikalarının siyasetten uzak durmalarını istemekte ve en önemli hak alma mücadelesi yolu olan greve başvurulmasına ve faşist saldırılara karşı yapılan işçi direnişlerine karşı çıkmaktadır. Ayrıca sendikalar arası rekabete ve aidatın kaynağında toplanmasına da hoş bakmayan S. Zaim toplu sözleşme düzenine ve kıdem tazminatına da ayar vermektedir.
-“Toplu sözleşmelerle artan ücretler karşısında, personel kanununa ve katsayı uygulamasına rağmen, memur maaşlarının aynı oranda artamayışı, memur işçi arasında memur aleyhine farkı büyütmüş, bu durum bir yandan işçi-memur ayırımının halledilemeyişine sebep olurken, diğer yandan devlet düzenini menfi yolda etkilemiştir.(… )
-Kıdem tazminatı konusu işverenlerin mal varlığını tehlikeye koymuş, kıdem tazminatı fon tasarısı gerçekleştirilememiş, işsizlik sigortası kurulamamıştır.”
İşçi-memur ayrımını körükleyerek alttan alta işçi karşıtlığını kaşımaya çalışan S. Zaim, kıdem tazminatına karşı sermayedarların mal varlığının bekçiliğini yapmaktadır. 1984 yılında ileriye sürülen bu görüşlerin önemli bir kısmı sağcı iktidarlar tarafından ya gerçekleştirilmiş ya da hala bugünkü iktidar tarafından gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır.
12 Eylül Darbesini ve faşist uygulamalarını haklı çıkarmaya uğraşan S. Zaim, özellikle işçi sınıfına karşı yürütülen saldırıları onaylamaktadır.
“İşte bu durum karşısında Türk Silahlı Kuvvetleri ülkemizin ‘bölücü ve yıkıcı kanlı bir iç savaşın gerçekleşme noktasına’ gelmesi sebebiyle 12 Eylül 1980 tarihinde devlet yönetimine el koyar koymaz ilk iş olarak aynı gün bir kısım sendikaların (DİSK ve MİSK)faaliyetlerini durdurmuş, faaliyette kalanların da (2 gün sonra) bütün grev ve lokavt haklarını ertelemiştir. Diğer yandan bütün siyasi partiler de kapatılmıştır. Böylece iyi kullanılmadığı için demokrasiyi anarşiye dönüştüren, çok partili siyasi sistemle, toplu pazarlık düzeninin fonksiyonları durdurulmuştur.”
Sanki 12 Eylül darbesi sermaye kesimi tarafından organize edilmemiş gibi, bir işveren faaliyeti olan lokavt’ın da yasaklandığını belirtmesi tamamen bir yanıltma ve saptırmadan ibarettir.
S. Zaim, emperyalist sistemin ve büyük sermayenin yeni politikalarının gerekleri doğrultusunda, 12 Eylül yönetimi tarafından gerçekleştirilen ekonomik, politik ve toplumla ilgili yapısal değişiklikleri perçinleyen baskıcı yasaları onayladığını şu şekilde ifade etmektedir:
“Son yıllardaki çalışmalar neticesinde Türk devletini yeniden sıhhatli bir şekilde demokratik düzene koyabilmek için önce devletin anayasası, 7.12.1982 tarihinde çıkarılmış, arkadan siyasi partiler kanunu, sendikalar kanunu; toplu iş sözleşmeleri grev ve lokavt ve iş kanunları çıkarılmış ve çıkarılacak olan bütün bu mevzuat sonunda, ülkemiz yeni bir düzenlemeye tabi tutulmuş olacaktır…”
Evet, 12 Eylül faşizmi ve sonrasında ülkede yeni ve derin bir düzenleme yapıldı. Bu düzenleme emperyalist-kapitalist sistemin ve içerideki uzantılarının çıkarlarına uygun bir şekilde yapıldı. Egemen sınıfların günümüzdeki ihtiyaçlarına ve politikalarına uygun olan çok yeni düzenlemeler de Hocanın iktidardaki takipçileri tarafından yapılmaya devam edilmektedir. “Hocaların hocası”nın talep ettiği gibi bu kurgulanan sistemin uygulamasını yapacak gerici kadrolar da bu arada yetiştirilerek etkili yerlere yerleştirilmiş ve hatta son yıllarda daha da öteye gidilmeye başlanmıştır.
S. Zaim, 12 Eylül yönetiminin de amaçladığı gibi “Türk-İslam kültür sentezi”ni esas alan bir eğitim sistemine uygun olarak yetiştirilecek kadroların ülkeyi yönetmesini istiyordu. Bu politika, NATO’nun kanat ülkesi Türkiye’ye Soğuk Savaş stratejisinin gereği olarak biçilen rolün eğitim ve kadrolaşma alanındaki kısmıyla ilgiliydi. Emperyalizmin sosyalizme ve devrimcilere karşı geliştirdiği tasfiye politikasını yürüten 12 Eylülcülerin ve Aydınlar Ocağı’na bağlı S. Zaim gibi anti-komünist kişilerin eğitim ve kültür politikaları, Özal döneminden sonra bugünkü iktidarın da amaçları ve uygulamalarıyla esasta paralellik içindedir. Her şeyden önce hepsi de (12 Eylülcüler, Aydınlar Ocağı ve benzeri organizasyonları oluşturanlar, Özal ve AKP yöneticileri) emperyalizmin bölge politikalarının ve stratejilerinin gereği olarak bulundukları yerlere getirildiler ve belirlenen koşullar içinde hizmetlerini sundular, sunuyorlar.
S. Zaim’in Türk-İslamcılığın yanı sıra, “Grek ve Sami kökenli düşünce sisteminden” farklılığını ortaya koyması İslamcılıktan ve Batıcılıktan vazgeçtiği anlamına gelmiyordu. Aksine bu yaklaşımlar emperyalizmin Soğuk Savaş dönemindeki Orta Doğu ve Türkiye politikalarına uygundu. Soğuk Savaş’ın bitiminden sonra iktidara gelen AKP’nin politikaları, özellikle dış politikası da emperyalizmin günümüzdeki jeopolitiğine uygundur. Günümüzde Soğuk Savaş döneminde olduğundan, Sovyetlerin ayakta olduğu koşullardan farklı olarak yeni dönemin politikalarına uygun stratejiler üretilmiştir. Bu yeni dönemin emperyal politikalarının ihtiyacı olan güncel düşmanlara karşı yeni stratejiler geliştirilmiş ve bunları hayata geçirecek yeni siyasi kuruluşlar, askeri ve sivil organizasyonlar oluşturulmuştur. Bu yeni stratejilerin ideolojileri, bu fikir akımlarının savucuları, yayıcıları yaratılmıştır. Bu yeni dönemin bölgesel taşeronluğunu yürütecek olanlar ise, S. Zaim gibi Soğuk Savaşçı geleneğe bağlı olanların mutasyonuyla oluşturulan AKP yöneticileri gibi Amerikan-İslamcılığı’nı esas alan siyasal-ideolojik çizgiyi benimseyenlerdir.
***
Bu gidişin içe dönük en somut örneklerini eğitim alanında yaşamaktayız. İktidarın “dindar” gençlik yetiştirmek için attığı adımlar, 4+4+4 sisteminin getirilmesi, dini öğretim ve eğitimin seçmeli görünümlü mecburiyeti; ülkenin ve toplumun dincileştirilmesi, gericileştirilmesi yolunda önemli adımlar atılması anlamına gelmektedir. Başbakan en son 29 Aralık 2012’de Şanlıurfa’da yaptığı konuşmada bu amaçlarını gerçekleştirme yolunda büyük mesafe aldıklarını itiraf etmektedir.
“…Sabır, Sabır, Sabır, İşte 444 gerçekleşti. Sabrettiniz muradınıza erdiniz. Şimdi üniversitelere giriyor muyuz? Katsayısı ve sair kalktı mı? Kalktı. İmam Hatiplerin orta bölümleri açıldı mı? Açıldı. Artık bundan sonrası size ait. Siz daha fazla çalışacaksınız. Bu yarışta bilgiyi hikmetle donatacaksınız ve geleceği böyle yakalayacaksınız.”
Son nokta: “Dindar ve kinine sahip çıkan” gençler, “bilgiyi hikmetle” donatacaklarmış. Burada şu soruyu sormalıyız, bilgiyi kim ortaya çıkaracak, kim bilgiye ulaşacak, insanın dünyayı bilmeye dönük eylemini kimler gerçekleştirecek? Dincilikle bilimsel bilgiye ulaşmanın, onu ortaya çıkarmanın mümkün olmadığını bilmeyen mi var. Belli ki Başbakan’ın gençliği, bilimsel yöntemlerle ve bilimsel düşünenlerce ortaya çıkarılacak hazır bilgiyi “hikmetle donatacak”lar ve o bilginin kendilerine gökten zembille indiğini sanacaklar!
Mehmet Ali Yılmaz