Anafikir’in düzenlediği Konferanslar serisinin 4’üncüsü 26 Mart 2016’da Ankara’da yapıldı. Doç. Dr. Yücel Çağlar’ın sunduğu bu konferansın özetini okuyucularımıza aşağıda sunuyoruz.
Yücel ÇAĞLAR*
Her türden arazi, en azından öncelikle, kamusal bir varlıktır. Varlığı, tüm canlılar için gerekli olan girdileri sunar. Bu nedenle de her türlü arazi yönetimi kararında (mülkiyet, kullanım biçimi vb), en geniş anlamıyla (yalnızca insan değil, tüm canlılar (bitki, yabanıl ve evci hayvan vb)) kamu yararının gözetilmesi “olmazsa olmaz” koşuldur. Bu koşul, ülkemizde de hiçbir biçimde yerine getirilmemektedir.
Öte yandan, ülkemizde arazilerin yarısından fazlası (% 27’si devlet ormanı, % 19’u çayır ve mera % 10-15’i bozkır, taşlık, vb) kamu arazisidir. Cumhuriyet dönemi boyunca kırsal alana yönelik politikaların temel yönelimi, bu arazilerin metalaştırılması, özel mülke dönüştürülmesi olmuştur. 2000’li yıllarda, bu yönelime bir yandan yeni boyutlar, bir yandan da yaygınlık ve hız kazandırılmıştır. En azından şimdilik anayasanın bu yönelim doğrultusundaki düzenleme ve uygulamalara engel olduğu alanlarda ise doğrudan satış yerine çeşitli kullanımlara kiralama, tahsis vb uygulamalara başvurulmuştur. Sonuçta, ülkemizde kamu arazileri, deyim yerindeyse “kapanın elinde kalmıştır.” Yürürlükteki hukuksal düzenlemelere bakılırsa, bu yönelim giderek hem hızlanacak hem de yaygınlaşacaktır. Ülkemizdeki egemen planlama ideolojisi de, bu yönelimin “planlamalı” biçimde yaşama geçirilmesine yöneliktir. Öyle ki, hemen hemen her sektörde yapılan çok sayıda planlama çalışmasının ortak paydası artık bu doğrultuda oluşmuştur. İlginçtir; siyasal iktidarın bu alanda da sergilediği gözü karalığa karşın, siyasal iktidar karşıtı siyasal yönelimlerin, oluşumların konuyla ilgili bilgilenme düzeyi, daha da önemlisi, arazi yönetimine yaklaşım biçimleri, deyim yerindeyse, egemen sınıfların “değirmene su taşımaktan” öteye geçememektedir.
2000’li yıllarda siyasal iktidar, kamu arazilerinin yönetiminde de son derece akıl karıştırıcı ama görünümü kurtarıcı uygulamalar yapmaktadır. Aynı nitelikte arazilerin yönetiminden çok sayıda kuruluşu görevlendirmekte; farklı amaçlarla, yöntemlerle ve kapsamlarda hiçbir yanıyla “plan” sayılamayacak çok sayıda belgeler hazırlatmakta, aklına estiği durumlar da yenilemektedir. Böylece ilgili kurum ve kuruluşlar sözcüğün tam anlamıyla işgöremez duruma getirilmektedir. Açıktır ki, iyiden iyiye yerleşen ve ne yazık giderek kanıksanan bu başıboşluktan egemen sınıflar çok daha kolay yararlanabilmektedir.
Yapılması gereken açıktır:
Hangi nitelikte, kimin mülkiyetinde ya da kullanımında olursa olsun, tüm arazilerin en geniş anlamıyla kamusal varlıklar olduğu gerçeği, her durumda ve alanda kesinlikle göz ardı edilmemelidir; kararlılıkla savunulmalıdır!
Bireysel, sınıfsal duyarlılıkları yalnızca gündeme gelen ya da yapay yahut yüzeysel gündemler oluşturmak amacıyla gündeme getirilen sorunlar özelinde sergilememeli; olması gerekenlerin taleplisi olarak da davranış refleksi oluşturulmalıdır!
Başta “devlet ormanı” olmak üzere kamu arazilerinin yönetiminde giderek yoğunlaşıp yaygınlaşan yağmacılığın tüm boyutlarıyla belirlenmesine ve sergilenmesine yönelik çabalar duraksamaksızın sürdürülmelidir!
Hangi nitelikte olursa olsun ülkedeki tüm araziler bütünsel bir yaklaşımla ele alınmalı; bölgesel ve sektörel düzeylerde hazırlanacak gelişme planların tümleşik arazi temelli planlama çalışmalarıyla desteklenmelidir!
Özellikle 2011 yılında çıkarılan 644, 645, 648 sayılı Kanun Hükmündeki Kararnameler ile 2012 yılında çıkarılan 6292, 6306 ve 6360 sayılı yasaların uygulanması her yönüyle izlenmeli; yol açtığı ve açabileceği ekolojik, toplumsal, kültürel ve ekonomik olumsuzluklar belirlenmeli, en azından duyarlı kamuoyu bilgilendirilmelidir!
Önümüzdeki dönemlerde, genel olarak tüm arazilerin, özel olarak kamu arazilerinin yönetiminde olması ve olmaması gereken kurallar açıklıkla belirlenmeli; giderek toplumsal ve siyasal bir talebe dönüştürülmesine yönelik çabalara girilmelidir!