Kilit Taşı Suriye-Kemal Ulusaler

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Onlar bu hesapları yapar dururken, öncelikle “Kilit Taşı “ benzetmesini yaptığımız Suriye’nin konumunu irdeleyelim, bakalım böyle mi değil mi?

kulusaler@anafikir.gen.tr

Kilit taşı, yüzyıllardır kemerli yapılarda uygulana gelen temel bir yöntemdir. Köprülerde, kemerli giriş ve bezemelerde çokça kullanılmıştır. Kemerin her iki yanından gelen taşlar,  tam ortada tek bir taşla sabitlenir. İşte bu taşa kilit taşı denmektedir. Kilit taşının diğerlerinden malzeme olarak bir farkı yoktur. Ancak kilit taşının diğerlerine göre farklı olan yanı bulunduğu ya da konduğu yerdir. Öyle bir yerdedir ki o taş çekildiğinde, çöktüğünde yapıyı da beraberinde çökertir. Diğer taşlar için böyle bir durum söz konusu değildir.

Bu yazının başlığı, gördüğünüz gibi:  “Kilit Taşı Suriye”.

Peki, gerçekten Suriye bir kilit taşı özelliği gösteriyor mu?

Eğer gösteriyor ise, bu kilit taşı çökertilebilir mi?

Eğer çökertilecek olursa, çöktüğünde nasıl bir yapıyı da beraberinde çökertir?

Bu çökmenin sonuçları ne olabilir?

Bu çöküş sonucu kimler zarar görür ve kimler, bu çöküşten yararlı çıkar?  

Bu ve benzeri soruları yanıtlama çabası içinde olanların analizlerini ele alacak olan ve ezilen, horlanan, dışlanan yoksul kitlelerin nasıl etkilenecekleri üzerine kaleme alınan bu yazı bir takım somut verilere dayanmakla beraber aynı zamanda çeşitli varsayımlara da dayanmaktadır.

Sayıları binleri aşan ve hemen hepsi devasa bütçelere sahip olan stratejik araştırma kurumlarınca hazırlanan stratejik analiz, yorum, öngörü ve öneri içeren raporların neredeyse tamamı insani değerleri es geçen, tamamen çıkar hesapları üzerine kurgulanmış raporladır. Zira bu raporların hemen hepsi kapitalist, emperyalist devlet kurumları ya da çok uluslu şirketler için hazırlanmaktadır. Kamu oyuna bilgi sunma söylemlerinin altında ise yine bu unsurların kamuoyu oluşturma ve dezenformasyon çalışmalarına hizmet anlayışı yatmaktadır. Dünya emperyalizm ve kapitalizmi için insan, – özellikle ezilen halklar- maliyet hesaplarında birer rakamdan öte bir şey değildirler. Bunu,  “ İkinci Şans” adlı kitabında Zibigniev Brzezinski açık bir biçimde, şöyle ifade ediyor; “ Artık ekonomik beceri ile desteklenen, sofistike bir strateji sürdüren, üst elit tarafından tatbik edilen, askeri güç, emperyalist hakimiyet kurmak için yeterli değildir. Geçmişte, denetleme gücü yıkım gücünü aşardı. Bir milyon insanı yönetmek bir milyon insanı öldürmekten daha az maliyetliydi ve daha az çaba gerektirirdi. Bu gün tam tersi doğrudur. Yok etme gücü, denetleme gücünü aşmıştır. Ve yıkım vasıtaları hem devletler hem de siyasi hareketlerde daha çok aktörün ulaşımına müsaittir.

Görüldüğü üzere ezilen, yoksul kitleler içerisinde insan, yönetilecek ya da öldürülecektir. Hangisi daha az maliyetli ise…

Elbette bu yok etme gücünün kendi içinde de kayıplar içereceği bir gerçektir ve bu da hesap dahilindedir. Örneğin, bir milyon Iraklıya karşın dörtbin ABD askerinin ölümü, makul sayılabilir. Yok eğer makul sayılmayacak ise bu kez taşeron kullanmanın, maliyetleri nasıl etkileyeceği irdelenir ve maliyetler kurtarıyor ise taşeron kullanma yoluna gidilir.

 

KOLLEKTİF EMPERYALİZMİN GÜNDEMİ SURİYE

Şimdilerde kolektif emperyalizmin gündeminde Suriye var. Politik eksperler, şimdiden olasılık hesapları yapmakta, senaryolar yazmakta ve Behram Modelleri gibi modellemeler

– bir başka yazı konusu-  üzerinden çıkarsamalarda bulunmaktalar. Hazırlanan bu raporlamalar üzerinden de maliyet hesapları çıkartılacak ve en ucuz, en ‘kaliteli’ operasyonda karar kılınacaktır. Elbette, kendilerinin hiçbir biçimde görüşü alınmayan, onlara rağmen yapılan bu hesaplar içerisinde, kaç insan ölecek, ne kadar mülteci ile uğraşmak zorunda kalınacak sorularına verilecek yanıt da hesap kalemlerinden bir kaçını oluşturacaktır.

Onlar bu hesapları yapar dururken, öncelikle “Kilit Taşı “ benzetmesini yaptığımız Suriye’nin konumunu irdeleyelim, bakalım böyle mi değil mi?

İçinde bulunduğumuz süreçte, dünya çok kutuplu bir yapılanmanın içerisine girdi. ABD’li ideologların pek çoğu, 1990’lı yıllarda yakalanan ve ABD hegemonyasına dayanan, tek kutuplu dünyayı yönetme ve yöneltme fırsatını, ABD’nin kaçırmış olduğunda hem fikirler. Şimdi Güney Amerika’da görece kaybedilen mevziler yanında, Rusya ve Çin’in toparlanarak bölgesel güç olmaktan, küresel güç olma yoluna hızla evrilmeleri ve bunlara Hindistan başta olmak üzere Asya-Pasifik ülkelerinin “ Ben de varım!” çıkışlarının eklenmesi, ABD’yi oynamakta olduğu başrol oyunculuğunda bir hayli etkilemektedir. Artık, diğer aktörler oyunda daha fazla rol almak istemekte ve bununda idare edilebilirliği zorlaşmaktadır. Yine ABD ideologlarınca oyunun mekânı daha çok Avrasya, Asya –Pasifik’e doğru kaymış bulunmaktadır. Hal böyle olunca, kimine göre “Küresel Balkanlar” kimine göre” Orta dünya” olarak adlandırılan bu geniş coğrafya içerisinde oynamak,  hem maliyetli hem de riskli olmaktadır. Dolayısıyla, coğrafyanın bir bölümünde suların durulmasını sağlamak, hem bunu yaparken hem de bundan sonra mekânı taşeronlara emanet etmek üzerine yapılan tespitler kabul görmüştür. Bu bölge, Sahra üstü Afrika’yı da içine alan, Ortadoğu bölgesidir. Ancak bu bölgede çıbanbaşları mevcuttur ve bunların sorun olmaktan çıkartılması gerekmektedir. Adı geçen çıbanbaşlarından biri İran’dır. 1990’larda İran’a karşı girişilen yıkım çalışmaları, Bush döneminde daha da yükseltilmiş, ülke “şer ekseninin” as üyesi, terörizmin önde gelen sponsor devleti ve (nükleer silah ve yönlendirme donanımı ile silahlanmış olarak) sadece İsrail’e değil, ABD’ne bile potansiyel ölümcül tehdit olarak ilan edilmiştir. Bu tehdit, süreç içerisinde askeri gücünü pekiştirmiş, ABD’nin içe çökertme çalışmalarını başarısız kılmış ve daralmak bir yana bölgeye daha da yayılmıştır. Irak’ta zaten var olan gücünü, giderek kuvvetlendirmiş, Suriye’ye her aşamada destek vermiş, Lübnan’da Hizbullah aracılığıyla etkin olmuştur. Sözün özü İran,  Levant’da ( Bilad es-şam) hâkimiyet ağlarını örmektedir. Sahra üstü Afrika’da esen “Arap Baharı “ rüzgârlarını arkasına alıp Suriye’de ki rahatsızlıkları kaşıyabileceğini düşünen ABD, bölgede bir gedik açarak, Suriye ve Lübnan Hizbullahı’nı düşürmek, dolayısıyla İran’ı zayıflatmak amacındadır. Bu anlamda Suriye, hem ABD hem de İran için “Levant ”ı ayakta tutan bir kilit taşıdır.

Aynı İran faktörü,  ABD dışında, Vahabi Suud Monarşisi’ni de rahatsız etmektedir.  Suud Monarşisi,  çevresinde kalkışmaya dönüşecek, bünyesini olumsuz etkileyecek,  güçlü bir Şii varlığı istememektedir. İşte bu saikle Bahreyn’e girmiş ve kan dökmekten imtina etmemiştir.

(  Burada belirtmek gerekir ki AKP de dâhil olmak üzere bu gün Suriye’yi vahşetle suçlayanlar, Bahreyn vahşetine sırtlarını dönmüş, Suudi vahşetini görmezden gelmişlerdir.)

Görüleceği üzere Suudi Monarşisi ile beraberinde, Katar, Bahreyn vb. ülkeler içinde Suriye bir kilit taşı konumundadır.

Soğuk savaş diye tabir edilen dönemin Sovyetler Birliği’nin, bir zamanlar bu bölge çevresinde bir hayli etkin olduğunu biliyoruz. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, son on yıl içerisinde belirgin bir şekilde toparlanma sürecine giren Rusya, siyasi, iktisadi ve jeostratejik mevzilerini bir yandan tahkim ederken bir yandan da yeni mevziler elde etme çabasındadır. Dağılmayı takip eden on yıl bir hayli içine çekilen Rusya’da artık güç gösterisi yapma zamanın geldiğini dile getirenlerin sayısı azımsanmayacak miktardadır. Ancak günümüz Rusya’sı Kapitalist sistem içerisinde kendisine belirgin bir yer edinmek istemekte ve bu nedenle ilk aşamada sistemin başat aktörleri ile ilişkilerini germek istememektedir. Bu durum Rusya için bir ikilem doğurmakta ve zaman zaman hata yapmasına neden olmaktadır. Kendilerinin de sık sık dile getirdikleri gibi, Libya böyle bir hatanın en yakın örneğidir. Libya’ya müdahale de esnek ve yol veren tutumları sonucu, hem ekonomik ( çeşitli gaz ve petrol yatırımları, silah ticaret gibi.. Ki Rusya’nın 2001 yılındaki yaklaşık 6,5 milyar dolarlık silah satışı kaybının 4,2 milyarı Libya’dan kaynaklanmaktadır) hem de stratejik mevzi düşmeleri açısından Akdeniz’de önemli kayıplara uğramıştır. Gelinen noktada Rusya için Akdeniz’de son adacığı Suriye kalmıştır. Suriye ile 2010–13 yılları itibariyle dört yıllık silah satışı anlaşmaları imzalanmış olup sembolik bir konum arz eden Tartus Üssü’nü modernize etme ve büyütme çabaları mevcuttur. Suriye’ye silah satışı yanı sıra mevcutlarında yeniden modernize edilmesi gündemdedir. Bu amaçla ilk olarak “Neva Uçaksavar Sistemleri”i yenilenmiştir. Geçtiğimiz günlerde düşürülen Türkiye’ye ait uçak ta büyük ihtimal yenilenen bu uçaksavar sistemleri marifetiyle gerçekleştirilmiştir. Bu ekonomik ve stratejik mevzi koruma nedenlerine eklenen diğer önemli bir neden de Suriye’nin düşmesi halinde yaratacağı domino etkisidir. İşte bu saiklerle Suriye, Rusya için,  bölge yapılanmasında önem arzeden bir “Kilit Taşı” konumundadır.

  Bu gün için, mevcut gelişmeleri sessizce izleyen, aslında kendiside bölge için bir başka kemerin kilit taşı olan, İsrail’e gelince. İsrail, uzun yıllar hem Suriye hem de Lübnan Hizbullah’ı ile “ ne seninle ne sensiz” şarkısını söyleyerek didişti durdu. Bu gün için, durumdan vazife çıkarabilecek konumda olmasına rağmen İsrail, Türkiye gibi kaosun içine balıklama atlamayacak kadar politik tecrübeye sahiptir.  Pek çok kişiye göre, Suriye’nin çökmesi ve beraberinde İran’ı etkilemesi İsrail için bir avantaj gibi gözükmektedir. Ancak diğer yandan bölgede Şii-Sünni mezhep çatışmalarının zayıflayıp hâkim gücün Sünniler olması ihtimali İsrail için yeterli bir kaygı nedenidir. Üstelik Mısır’da da İhvan hareketi güçlenmiş iken.

 Buraya kadar, Suriye’nin,  bölge için bir “Kilit taşı” konumunda olduğunu gördük.

 

 Peki, bu kilit taşı çökertilebilir mi?

“Arap Baharı”nı yaşamış Tunus, Libya ve Mısır’a bakarak Suriye’de  kısa bir direniş sonrası mevcut rejimin düşeceği söylemi artık terk edilmiş durumda. Anılan üç ülke ile bazı benzerlikler ( uzun süreli ve bir aileye dayalı bir baskı rejimi, her daim çatışma potansiyeli taşıyan, din, mezhep ve etnik farklılıkların mevcudiyeti ve ekonomik sıkıntılar gibi..) taşıyan Suriye, diğer yandan da bu ülkelerle pek çok farklılıkları içinde barındırmaktadır.

Bu farklılıklar çeşitli iç ve dış faktörlerden oluşmaktadır.

 

İç faktörler;

 Öncelikle siyasi erk, ekonomiyi doğrudan kontrol etme yeteneğine sahiptir. Bu siyasi erk, devlet eliyle, kendi çeperi dışına taşmayan bir özel sektör geliştirmiş vaziyettedir. Bunun yanı sıra,  iletişim araçları başta olmak üzere neredeyse tüm mekanizmaları kontrol altında tutabilecek güce sahip durumdadır. Yıllarca sürdürülen yoğun baskı sonucu, muhalefet çok parçalı ve güçsüz bir konumda bulunmaktadır. En güçlü görünen, Müslüman Kardeşler örgütü yakın geçmişte büyük darbeler almış olup lider kadro, 1982’den bu yana, yurt dışında, sürgünde yıllarını geçirmek zorunda kalmıştır. Dolayısıyla, ülke içinde, güçlü bir örgütlenme oluşturamamışlardır.  Burada ayrıca, İsrail faktörünün de,  Esad’a muhalefeti, uzun süre askıya almayı getirdiğini göz önünde bulundurmak yerinde olacaktır.   

Zaman zaman ayrışmalarla, dağınık bir seyir izleyen sol ve sağ muhalefet ( Milli kurtuluş Cephesi, Arap sosyalist Hareketi, Adalet ve Kalkınma Hareketi, Reform Partisi, Milli Demokratik Birlik, Komünist Parti, Komünist İşçi Partisi, Devrimci İşçi Partisi ..) ile birlikte 16 civarında da Kürt parti ve hareketleri yer almaktadır. Bu dağınık oluşumun neredeyse tamamı süreç içerisinde silahlı mücadeleye başvurmamış, barışçıl protestolar ve sokak gösterileri ile muhalefetlerini sürdürmüşlerdir. Bir araya gelerek geniş cepheler oluşturmamış ya da oluşturamamışlardır.

Mevcut demografi içerisinde,  % 20’lik bir dilimi oluşturan Hıristiyan ve Dürzîler genellikle sistem dışına pek çıkmamış, Esad ile uyumlu bir politika sürdürmüşlerdir. Mevcut rejimin değişmesi halinde yerine geçebilecek olası bir Sünni siyasi erk, bu kesimi ciddi bir biçimde endişelendirmektedir. Zira, Mısır örneği her daim gözleri önündedir.

Kürtler,  hiçbir zaman Irak Kürdistan’ı gibi bir oluşum içinde olmamış ya da olamamışlardır. Irak Kürdistan’ı ( özellikle Barzani ) ve PKK’nın etkisi dışında bağımsız bir hareket gibi davranma kültürü gelişmemiştir.

Muhalefet, daha çok etnik ve mezhep kökenli olup sınıfsal bir kimlik kazanmamış dolayısıyla mevcut etnik ve mezhepsel yapılanmalar belli bölgelerde yoğunlaşmış ve kontrolü kolay bir dağılım içinde olmuşlardır.  

 Ordu, polis ve özel kuvvetler ağırlıklı olarak Nusayri kökenli olup kolay fire verebilecek durumda değildir. Kısacası ordu ve devlet bürokrasisi mevcut siyasi erkin kontrolü altındadır.

İşte,  bütün bu iç faktörlerin, bir kısmının desteğini tamamen, bir kısmının desteğini ise kısmen ve zaman zaman edinmiş olan mevcut Esad rejimi, hemen hemen tüm stratejik araştırma kurumu raporlarında bir şekilde meşruluğu olan bir rejim olarak zikredilmektedir. Bu kurumların analizlerinde, bu iç faktörlerin konumları ve tavırları değişmedikçe Esad rejiminin değiştirilmesi ve düşürülmesi olanaklı görünmemektedir.

 

Dış faktörlerde durum, içeriden pek farklı değildir.

Görünen iki farklı odağın bulunduğudur. Bir yanda İran ve bölgenin Şii oluşumları ile Rusya ve Çin, diğer yanda ise NATO şemsiyesi altındaki ülkeler ve yakın çeperleri..

Suriye düşerse ve Sünni İslamcı bir rejim gelirse, bu bölgede,  Şii hilali yerine Sünni hilalin hâkim olacağı anlamına gelebilir. Güneyden kuzeye, Suudi Arabistan’dan Ürdün, Suriye ve Türkiye’ye.. Bu Kafkaslarda, Rusya’nın güneyinde İslamcı akımların daha güçlü olacağı anlamına gelir. Bu nedenle Suriye düşerse İslami tehdit Rusya’nın sınırlarına ulaşacaktır. Zaten potansiyel olarak böyle bir tehdidi içinde barındıran Rusya bundan son derece rahatsız olmaktadır.

Bölgede İran’ı sıkıştıracak böylesi bir tehdit, İran ile enerji, nükleer ve benzeri altyapı anlaşmaları yapmış olan Çin’i rahatsız edecektir. Ayrıca İran, Çin’in en büyük petrol tedarikçisidir.

Görüleceği üzere hem Rusya hem de Çin için Suriye’nin ayakta kalması elzemdir.

Burada Rusya ve Çin’in, BM’deki konumu da ayrıca dış faktör olarak önem arz etmektedir.

“Rusya ikna edilebilir mi? “ sorusuna yanıt ise pek çok farklı argümanı içermektedir. Bir Yemen örneği dile getirilmekte ( bilindiği üzere Yemen’de Ali Abdullah Salih yargı dokunulmazlığı şartı ile görevi bırakmıştı) olup Rusya’nın buna sıcak baktığı, ancak sonrası için fikir birliğine varılamadığı söylenmektedir. Diğer yandan bir takım tavizler karşılığında, düşük bir ihtimalle de olsa Rusya’nın Bir “Tampon” bölgeye olur verebileceği yine söylem dahilindedir.

Tüm iç ve dış faktörlerin etkisi göstermektedir ki Suriye kısa ve hatta orta vadede düşürülebilecek ülke olmaktan uzaktır.

Adı geçen iç ve dış faktörlerin bir araya gelmesi sonucu kısa ve orta vadede Suriye’de bir rejim değişikliğinin zor gözüktüğü belirtilmekte. Ancak mevcut durumda harekete geçmiş olan emperyalist koalisyon ve ardıllarının da kolay kolay geri çekileceğinden söz edilemez gibi görünmekte…

 

Öyle ise ne olacak?

Görünen o ki Suriye adım adım çok kanlı bir iç savaşa sürüklenmekte. Bu iç savaşın Lübnan’dan başlamak üzere çevre ülkelere sıçrama riski son derece kuvvetlidir. Ortadoğu’yu tamamen kaos ortamına sokacak bir kargaşa ortamı İran ve İsrail’i etkileyecek olup oradan da Rusya, Çin ve ABD’ye kadar uzanacaktır. Yüzbinlerce mülteci bölgede, birçok ilave sorunları beraberinde getirecektir. Türkiye, kaos ortamından, şüphesiz en çok etkilenen ülkelerden biri olacaktır. Oluşacak olan bu kaosun, balon gibi şişerek yayılması, aynı zamanda, enerji arz ve talep dengelerini de etkileyecek, petrol ve gaz fiyatları yükselecek, içinden çıkılamamış olan kapitalizmin küresel krizini bir kez daha tetikleyecektir.

Bu kaos ortamında, istikrar üzerinden, gelişmeyi ve ilerlemeyi hedefleyen ülkeler, olumsuz etkilenecek dolayısıyla onlar da politikalarını değiştirmek durumunda kalacaklardır. Bu bölgesel çatışmaların doğmasına ve büyümesine neden olabilir.

 Dolayısıyla, öncelikle ABD için,  Avrasya ve Asya-Pasifikte hareket serbestîsi kazanabilmek adına,  Ortadoğu’da Suriye hamlesi ve taşeron sistemi düşüncesinde,  evdeki hesabı çarşıya uymayabilir ve sular, durulacağı yerde, daha da çalkantılı bir hal alabilir. ABD emperyalizmi hiç ummadığı bir biçimde dünyanın hemen her yerinde cephe oluşturmak zorunda kalabilir ki bu hiçte arzuladığı bir durum değildir.

Genellikle, Uluslararası strateji eksperlerinin yaptığı tüm çalışmalar, hangi durumda, kimin kazanır, kim kaybeder senaryoları üzerinedir. Burada “Kim” sözcüğü, tamamen kapitalist emperyalist ülkeler ve peşinde sürükledikleri ile çokuluslu kartellerdir – özellikle silah ve enerji kartelleri-.

Farklı cephelerde konuşlanmış bu yapıları bir araya getiren neden, öncelikle ekonomi olup hemen ardından stratejik konumlanma yer almaktadır ( ki bu ikincisi de, birinci hedefe hizmet etmektedir). Sözünü ettiğimiz bu bir araya gelişte, yakınlaşma sağlayan argümanlar içerisinde, etnik yapı, mezhep birlikteliği ve din kardeşliği yer alırken bölgede, genel anlamda – hangi cephede yer alırsa alsın-, insanların ortak sorunları, yoksulluk olup bu bağlamda sınıfsal bir birliktelik yer almamaktadır. Oysa “Arap baharı” diye adlandırılan direnişlerin altındaki en büyük neden, yoksulluktu. Ülkelerinde,  yılların baskıcı iktidarlarını devirmeyi başaran bu kitleler, sınıfsal bir bilinç ve örgütlenme içinde olmadıklarından/olamadıklarından, eski baskıcı siyasi erklerin yerini, yine baskıcı ve sömürücü başka yeni bir siyasi erk almış durumda.

Büyük bir bölümünün, sınırları son yüzyıl içinde çizilmiş, köklü bir devlet geleneği olmayan, millet değil ümmet kavramının daha önde yer aldığı, bir ticaret ve sanayi burjuvazisi geliştirememiş, salt enerji gelirlerine dayanan bir ekonomi üzerine inşa edilmiş, aşiretler, beylikler, tarikatlar, monarşilerden oluşan, farklı renklerdeki feodal şemsiyeler altında kümelenmiş insan topluluklarından oluşmuş, bir bölgeden söz ediyoruz. Dolayısıyla böylesi bir bölgede, sınıf bilincinin oluşması ve örgütlenmesi çok uzun yıllar alacağa benzemekte olup bölge insanın daha uzun yıllar, kazan kazan politikalarının ve de maliyet hesaplarının birer sayısal unsuru olacağı ortadadır. Görüleceği üzere emperyalizmi bölgeden uzak tutma mücadelesi tek başına yetmemektedir.

Evet, tüm bölgesel ve küresel “hesabi eşkıyalar” için Suriye “ kilit taşı”dır.

Ancak, gelinen noktada Türkiye’de hem bölge için hem de Suriye için giderek bir kilit taşı olma konumuna gelmektedir. Dolayısıyla Türkiye solunun devrimci mücadelesi hem Türkiye için hem de bölge için önem kazanmaktadır.

Mücadele, her yerde ve her zeminde, “ Hesabi eşkıyalara” karşı, “ Şarabi eşkıyaların” mücadelesidir.

 

Kemal Ulusaler

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir