Sovyet Sosyalizminin Dersleri
Cilt I: Sovyet Sosyalizmi ve Tarihin Dersi. 26 Aralık 1991, 19:32
Cilt II: Sovyet Mirası ve Sovyet Sonrası Rusya΄da Toplumsal Mücadeleler
Çin’in sosyalizmin tarihi üzerine en önemli araştırmacılarından olan Li Shenming’in bu iki ciltlik eseri dünyanın ilk sosyalist devleti Sovyetler Birliği’nin ve 93 yıllık parlak bir komünist partisinin neden dağıldığını incelemektedir. Kitabın 1.cildi, Çinli araştırmacıların araştırmalarını sunmaktadır. İkinci cilt ise başta Rusya olmak üzere Çin ve dünyadaki diğer araştırmacıların görüşlerini içermektedir. Toplam 40 farklı araştırmacının ve önemli liderlerin görüşlerine yer verilmektedir.
Şüphesiz bu incelemenin amacı dünya sosyalist akımının bu büyük olaydan çıkarabileceği derslerle ilgilidir. Böylece kitap dünya sosyalizminin tarihini incelemek ve tartışmak isteyenler ve Rus Marksistlerin de görüşlerini incelemek için çok zengin veriler sunmaktadır.
Henüz üzerinden 22 yıl geçmiş olan bu büyük olaylar üzerinde hala nihai ve kesin bir sonuca varmak zordur. Bununla birlikte özellikle Sovyetler Birliği’nde 1991 yılından sonra yaşanan gelişmelerin dünya işçi sınıfı ve halklar (Rusya halkı dahil) açısından büyük bir dezavantaj yaratmış olduğunu görüyor ve yaşıyoruz. Şüphesiz, farklı sosyal güçler aynı tarihsel olaydan kendi gereksinimleri açısından farklı dersler çıkartmaktadırlar. Diğer yandan bu tarihi olaylar bizler açısından paha biçilmez dersler sunmaktadır. Marx’ın kapitalizmin yerini sosyalizme bırakacağı biçimindeki teorisi, bu sürecin otomatik bir biçimde gerçekleşeceği anlamına gelmemektedir. Bunun gerçekleşmesi, proletaryanın her bakımdan bilinç ve örgütlenme açısından tümüyle devrimcileşmesine bağlıdır ve bu açıdan bu sınıfın tarihten çıkarabileceği dersler hayati önemdedir.
Özcesi, Marksizm ve sosyalizmde inatla ısrar etmeksizin büyük başarıların, hiçbir güvencesi bulunmamakta, işçi sınıfının kurtuluşu ve insanlığın özgürlüğe yürüyüşü ilerletilememektedir. Dünya devrimler tarihinde ilk kez ezilen ve sömürülen halkın iktidarını kuran bir devrimin ardından kurulan, inanılmaz başarılara imza atan, dünya faşizmine, sömürgeciliğe ve emperyalizme kök söktüren, bilim ve kültürün zirvesinde bir süper devlet kuran işçi sınıfı ülkesi 74 yıldan sonra, acı toplumsal sorunlarla boğuşan bir oligarşik kapitalizme evrilmiştir. Sovyet toprakları üzerinde yaşayan işçi sınıfı ve halklar son olaylar sırasında gelişmelere oldukça kayıtsız kalmışlar, hatta 26 Aralık 1991’de orak çekiçli bayrağın değiştirilmesini- o tarihi günlerde— gelecek için bir umut ışığı olarak görmüşlerdi. Fakat yaşadıkları bu pratik onları tarihi ve geçmişi yeniden değerlendirmeye yöneltmiştir.
Kitap aynı zamanda bugünkü Rusya toplumundaki durumu ve Sovyet tarihinin nasıl değerlendirildiği üzerinde durmaktadır. Bugün Rus aydınlarının bu tarih üzerine düşünceleri büyük değişim göstermektedir. Kitap özellikle, Gorbaçov, Yeltsin ve Putin dönemi arasındaki farklılıkları incelemekte, Putin yönetiminin, ABD ve NATO’dan gelen tehditleri savuşturmak için ülke içinde aldığı önlemleri değerlendirmektedir.
Yazar Wang, Putin’in politik siyasal davranışlarını belirleyen dört önemli kişisel mirasını incelerken ilginç bir anekdot aktarmıştır: Putin, basına verdiği demeçte “Sovyet Bayrağını ve Sovyetler Birliği ulusal marşını devam ettirmeyi savunmaktan vazgeçemem demişti.”
Putin, 7 Mayıs 2000’de başkanlık görevini devralma töreninde şeref kıtasını teftişinde bir general, ona şöyle tekmil vermişti: “Yoldaş başkan, şeref kıtası emir ve görüşlerinize hazırdır.” Ordu generali, o günlerde yaygın bir şekilde kullanılan “sayın” sözcüğü yerine, Sovyet dönemindeki geleneksel “yoldaş” hitabını kullanmıştı. Herhangi bir yadırgama işareti göstermeyen Putin, bu hitap biçiminden gayet hoşnut olmuştu ve kendisi de şeref kıtasına “yoldaşlar” diye karşılık verdiğinde, onlardan coşkulu bir yanıt almıştı.
Çinli Marksist araştırmacılar, 1970’lerin sonlarından itibaren Sovyetler Birliği tarihi ve toplumu üzerine araştırmalarda, önemli bir gelişme kaydetmeye başlamıştır. Bu gelişme Çin’in motoru olan Ç.K.P.’nin teorik inceleme araştırma alanında özellikle 1957’den itibaren adım adım savrulduğu hatalı “sol” çizginin aşması ile bağlantılıdır. Özellikle 1966-76 Kültür Devrimi döneminde Sovyetler Birliği tarihi ve Sovyet Komünist Partisi hakkında oldukça absürt fikirler ve araştırılması tabu olan alanlar yaklaşımı egemen olmuştu. Söz konusu dönemde bu alanda neredeyse pek ciddi bir ürün ortaya çıkmamıştı. Çin’in bu alandaki en saygın eski kuşak araştırmacısı olan Chen Zhihua’ya göre “bunun sonucunda bu ülkede kapitalizmin restore edildiği ve hatta “sosyal emperyalist” bir toplum kurulduğu düşüncesi tartışmasız bir doğru olarak kabul edilmişti. Bilimsel tarihsel materyalizm yerine doğrularla, yanlışların iç içe geçmiş olduğu bir eklektik bakış etkiliydi.” Bu araştırmacıya göre: “Dünyada üzerinde en fazla duygusallığın ve önyargının bulunduğu tarih Sovyet tarihidir ve bu yüzden Marksistlerin işi çok daha zorlaşmaktadır. Batılı siyasi çevreler ve çeşitli Sovyet liderleri bu önyargıları oluşturmak için ellerinden gelen tüm çabayı göstermişlerdir.”
Çin’de hızla gelişen çalışmalar içerisinde, son 25 yıl içersinde bu alanda 200’ye yakın akademik kitap, önemli Sovyet figürlerine ait monografi türü kitap dâhil olmak üzere 112 çeviri kitap ve 611 bilimsel makale yayınlanmıştır. Çinliler araştırma sürecine oldukça geç başlamalarına karşın toplumsal ihtiyacın zorlaması ile oldukça sağlam bir temelde yola koyulmuşlardır. Araştırma kaynakları zenginleşmiş, Batılı ve Rus araştırmacıların görüşlerinden yararlanılmış, genelde farklı ve zengin bakış açılarını içeren bir disiplin oluşmuştur.
Çinlilerin araştırmalarında genellikle benimsenen yaklaşım bir tarihsel olayda en önemli, en belirleyici ve diğer nedenler arasında en etkili olan tek bir nedenin bulunduğu görüşüdür, dolayısıyla editör Li Shenming özellikle araştırmasını bu noktaya yoğunlaştırmıştır.
Burjuva ideolojisinin üç sosyo-ekonomik dayanağı
Yazara göre Sovyetler Birliği’nde süreç içinde sosyalist görünüme sahip olan bir tür burjuva ideolojisi gelişip güçlenmeye başlamıştır. Bunun üç sosyo-ekonomik dayanağı bulunmaktaydı:
Birincisi, Sovyetler Birliği’ndeki sosyalizmi yoktan var olmamıştı. O, eski Rusya’nın toplumunun içinden doğmuş ve geliştirilmişti. Eski Rusya, yeni Sovyetler Birliği’ne belirli üretici güçler, sermaye ve toplumsal çevre, kültür – veya ortam– miras bırakmıştı.Tüm bunlar onun gelişimini belirlemişti. Örneğin meta üretimi ve para dolaşımı veya bazı yüksek düzeydeki yönetici-uzmanlara verilen yüksek maaşlar gibi göz ardı edilemeyecek belirli nitelikler miras bırakmıştı.
İkincisi, Sovyetler Birliği, genellikle Batının güçlü üretim tarzının ve ABD’nin önderliğindeki politik-askeri sistemin baskısı altında kalmıştı. II. Dünya Savaşı döneminde ülke ve halk güçlü inançlarla saldırgan güçlere karşı direnmiş ve kararlı bir şekilde mücadele etmiştir. Oysa barış döneminde Sovyet eliti diyebileceğimiz kesimler Batıdaki toplumsal zenginliklerin çoğuna sahip olan belirli bir dar zümrenin yaşadığı göz alıcı zengin yaşamın “büyüsüne” kapılmıştır.
Üçüncü nokta ise, ABD’nin önderliğindeki Batının elinde tuttuğu maddi zenginlik ve paranın yarattığı etkidir. Marx’ın da yazdığı gibi: “Ekonomik olgular karşısında süngülerin ucu kav gibi kırılır veya bükülür.” (Karl Marx, “Neue Rheinische Zeitung” Gazetesindeki makaleleri; 19.Mayıs 1849.) Engels ise bu konuda şöyle yazmıştı: “Orta sınıflar gücünü yalnız paradan alır.” (Marx-Engels 1957, 647.) Lenin, ise henüz 1919 yılında Amerika’daki “Wilson” ailesinin “tüm Rusya’yı, tüm Hindistan’ı ve tüm dünyayı almaya yetecek kadar dolarları olduğunu” açıkça belirtmiştir. Lenin, aynı zamanda işin püf noktasının halkın satın alınması olduğuna dikkat çekmiştir. Lenin bir yıl sonra bu soruna tekrar şöyle dikkat çekmiştir: “Bugünkü kapitalizme baktığımızda, basitçe borsa “kupon kesme” işlemleriyle bütün dünyayı soyup soğana çeviren son derece zengin ve güçlü bir avuç devleti öne çıkarmış bulunuyor. Bu ülkeler dünya nüfusunun onda-birinden azını barındırır, diyelim en cömert hesapla bu ülkelerde dünyanın beşte-birinden az insan yaşamaktadır… Şüphesiz sağlanan bu muazzam kupon karlarıyla – çünkü bu karlar kapitalistlerin “kendi” ülkelerindeki işçilerinden sızdırdıkları karların çok daha üzerindedir – işçi liderlerine rüşvet vermek ve işçi aristokrasisinin üst tabakalarına para yedirmek olanaklı olmaktadır. Burjuvalaşmış işçi tabakası ya da “işçi aristokrasisi” burjuvazinin başlıca toplumsal (askeri değil) desteğidir… Çünkü onlar, işçi hareketi içinde, burjuvazinin gerçek ajanlarıdır. Bu olgunun ekonomik kökleri kavranmadıkça ve siyasal ve toplumsal önemi değerlendirilmedikçe, komünist hareketin ve önümüzdeki toplumsal devrimin pratik sorunlarının çözümüne doğru, tek bir adım dahi atılamaz.” (Lenin, Emperyalizm – Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Sol Yayınları, s. 13.)
Peki proletarya, onun bilinçli kesimlerinin partisi, bu partinin seçkin liderleri bu nesnel gerçekliklere nasıl yanıt vermişlerdi ? Tüm bunlar Marksist sosyalistlerin son derece net olmasını gerektiren tartışmalardır.
Dünyada ve Türkiye’de tartışılan çeşitli görüşler
1950’lerde kendisini yeni bir kimlikle, demokratik sosyalist olarak tanımlayan sosyal-demokrat akım, Sovyetler Birliği’ndeki sosyalizmi Marksizmin özgürlük ve demokrasi ilkesini ihlal eden bürokratik-ekonomik-siyasi tekel toplumu ve halk üzerinde bir diktatörlük olarak eleştirmişti. Diğer yandan kökleri R.Luxembourg, Gramsci, Troçki, Pannekok’a dayanan aşağıdancı (otonom) sosyalizm akımı ve onların çeşitli türden izleyicileri ise komünist partisini ve Sovyet sistemini işçi sınıfından kopukluk, bürokratizm, demokrasi açığı, doğrudan demokrasi açısından eleştirmişlerdir. Hatta bunlardan bazıları bu açıdan var olan zaafları ve sorunları iyice abartarak bütün bir Sovyet sistemini, tüm öğeleri ile birlikte başarısız olarak nitelemişlerdir. Hatta Sovyetler Birliği’ndeki dönüşümün ciddi bir direniş ile karşılaşmaması bu tezin kanıtı olarak sunulmuştur.
Oysa Sovyet Komünist partisinin kitlesel bir biçimde-milyonlarca- üye kaybına uğradığı, parti örgütlerinin birer tabela örgütüne dönüştüğü, üyelerin partiden umut yitirdiği dönem 1987 yılında başlamış ve yeni üye girişi bu tarihten itibaren durmuştur. Örneğin 1989’da Ural Otomobil Fabrikası’nda 9072 parti üyesi bulunmaktadır, fakat sonraları bu sayı bir yıl içinde 1646’ya düşmüştür. Üstelik geride kalan üyelerden 300’ü parti aidatlarını yatırmamıştır. Gorbaçov’un 28. Genel Parti Kongresinde “hümanist, demokratik sosyalizm” genel çizgisini ortaya atmasına kadar geçen süre içinde, parti üyelerinin sayısı üç yıl içinde 19.487.822’den 16.516.100’e düşmüştür.
Şüphesiz yukarıdaki eleştirilerin çıkış noktası doğrudur, sosyalizm yolunda ilerlemek isteyen bir ülke yüksek düzeyde gelişkin bir demokratik sistem inşa etmelidir,-biz buna sosyalist demokrasi diyoruz– bu olmaksızın sosyalizmi ilerletmek olanaksız olacaktır. Fakat sosyalist demokrasi açısından ciddi zaafların varlığına rağmen, Sovyetler Birliği birçok alanda çok ciddi başarılara imza atabilmiştir: Sağlık, eğitim, konut, kentleşme, bilim, teknoloji, kültür ve sanat alanında büyük atılımlar başarılmış, bu açılardan son derece geri bir toplum çağdaş bir toplum düzeyine ulaştırılmıştı. Yoksulluk ve işsizlik sorunu tamamen çözülmüştü.
Toplumsal eşitlik açısından bakıldığında ise, Sovyetler Birliği’ndeki emek katkısına göre bölüşüm sistemi kimi adaletsizlikler barındırmasına karşın fazlasıyla eşitlikçidir. Farklı meslek gruplarının maaşları arasında çok az düzeyde bir fark söz konusu olmuştur: Bir teknik elemanın maaşı sanayi sektöründeki vasıfsız bir işçinin maaşından sadece yüzde 10, tarım sektöründeki işçiden ise sadece yüzde 35 fazladır. İnşaat sektöründe ise teknik eleman ile işçilerin maaşları neredeyse aynıydı. Ulaşım sektörü çalışanlarının ortalama maaşı 220,3 ruble; haberleşme sektörü çalışanlarının 159,5 ruble; eğitim sektörü çalışanlarının 150 ruble; araştırma görevlilerinin 202,4 ruble, resmi devlet kurumlarda çalışanların ise 166,2 ruble; idari personelin ve ekonomik işletmelerde çalışan yönetici kadrolarının ortalama maaşı ise 190,1 rubleydi. Ayrıcalıklı sınıf ise en genişlemiş olduğu dönemde tüm aile bireyleri ile birlikte 3 milyona ulaşmıştı. Andropov, Çernenko ve Gorbaçov’un bordrolarındaki maaşları 800 ruble olarak görünüyordu ve bu ortalama bir işçinin maaşının dört katıydı. Her ne kadar aradaki bu fark çok büyük olmasa da, parti yöneticilerinin sahip olduğu özel ayrıcalıkları ve imkânlar –örneğin aldıkları hediyeler ve farklı şehirlerde kullanabildikleri yazlık evler vb. bunları parasal değer olarak hesaplayabilmek bilimsel olarak güçtür. Tabii ki bu tür olgular partinin halk içindeki imgesini olumsuz yönde ciddi biçimde etkilemişti. Küçük bir azınlık “ötekiler” olmuştu.1980’lere kadar hiçbir ciddi ekonomik kriz, kıtlık ve karaborsa yaşanmamış ve toplumsal istikrarın güvencesi olan ekonomik büyüme, dünya ortalamasının üzerinde seyretmişti.
İkinci dünya savaşından sonra ise, dış dünyadan gelebilecek olası tehditlere- ideolojik, kültürel, siyasi, askeri- karşı koyabilmek açısından oldukça elverişli koşullara sahip olunmuş, büyük riskler taşıyan bir önceki dönem başarıyla geride bırakılmıştı. Bütün bu başarıları hesaba kattığımızda, Sovyetler Birliği’ndeki dönüşümün asıl nedenini basitçe– biricik nedenmişçesine– toplumdaki “sosyalist demokrasi açığına” bağlamak gerçekçi görünmüyor. Bu açıdan benzer sorunlara sahip olan birçok sosyalist ülke bir yandan hala bu sorunu çözmeye çalışırken, diğer yanda sosyalizme* geçiş için çabalarını ve iradelerini sürdürmektedirler. Bu nedenle Sovyetler Birliği’ndeki dönüşümü kavramak için, çok boyutlu, araştırmalarla bir yandan tarihsel nedenleri, diğer yandan güncel ve gerçekçi nedenleri açığa çıkarmak gerekiyor.
*Marx’ın eserlerinde sözünü ettiği, meta, para ve sınıfların bulunmadığı, devletin sönüme doğru yola çıktığı sosyalist toplumu kastediyoruz.
Bu yıllara kadar, parti içindeki demokratik-merkeziyetçilik uygulamasında ve toplumsal yaşam pratiğinde on yıllar süren çeşitli ciddi sorunlara karşın, partideki üye kitlesi ile parti üst kademesi arasında kapsamlı bir kopuş gerçekleşmemişti.1987 yılını baz alırsak Sovyet partisi bu tarihte 89 yaşında olduğuna göre, her şeye rağmen olumlu “sermayeden” yenmiş olduğunu veya bu zaafın sistemin veya partinin hakim yönünü oluşturmadığını düşünebiliriz. Öte yandan Rusya’daki Bolşevik parti önderliği ile bu partinin ana gövdesini oluşturan işçi sınıfının belirli bir bölümü aynı kültürel-toplumsal koşulların ürünüdürler, belirli tarihsel hedefler ve belirli koşullar onları zorunlu olarak birleştirmiştir.
Başarıların daha ağır bastığı bir sosyalist sistem
Yazarların tartıştığı sorun, Sovyetlerin sosyalist sisteminin, başarıların daha ağır basmış olduğu bir sistem olmuş olmasına karşın, hangi faktörlerin etkili olmasıyla dönüşebilmiş olduğu sorusudur. Çünkü sadece 1991’deki dönüşümün gerçekleşmiş olmasından hareketle, Sovyetlerde inşa edilmiş olan sistemin başarısız olduğu sonucuna varmak doğru olmayacaktır. Aksine dönüşümün nedenlerini bir yandan uzun vadeli tarihsel etkenler, diğer yandan kısa vadeli gerçekçi nedenler temelinde incelemek gerekmektedir.
Bu kitapta, Arnavutluk veya Çin Komünist Partisi’nin 1960’lardaki görüşleri-1956’da başlayan kapitalist restorasyon görüşü– doğrudan bir biçimde tartışılmamaktadır. Fakat yazarların ortaya koyduğu görüşler, bu eğilimin taşıdığı açık zaaflara işaret etmiş olmaktadır.
Marksist bir araştırma bilimsel ölçütlere yanıt vermeli, gerçekçi olgulara dayanmalıdır. Bir Marksist partinin liderlerinin ciddi ideolojik-teorik zaaflar içine girmeleri, hatta sosyalist yaşam tarzını terk etmeleri veya diğer ülkelerin Marksist partilerine, diğer sosyalist ülkelere karşı hegemonik-eşitsiz ilişkiler kurmaya girişmeleri tabii ki oldukça ciddi bir sorundur. Sosyalizmin eşitlik ideali üzerine kurulduğu doğrudur, fakat güçler, olanaklar ve çıkarlar eşit veya aynı olmadıkça eşitsizliği ve farklılığı makul bir biçimde gidermek iki taraflı bir maharet gerektirmektedir. Bu açıdan bir Marksist partinin kendi içinde, bütün üyeleri arasında dahi eşitliği sağlaması oldukça ciddi bir sorundur. Belirli bir açıdan bakıldığında, sosyalist kampa dahil olan ülkeler, soğuk savaş boyunca Batılı kapitalist güçlerin askeri, ekonomik, siyasi ve ideolojik tehditlerine karşı birlikte göğüs germişler ve sosyalist dayanışma göstermişlerdir. Belirli sosyalist ülkeler ise dışlanmış hatta tehdit ve baskı görmüşlerdir. Son toplama baktığımızda en azından iktidardaki sosyalist partilerin- bizler bunu makul karşılamasak dahi – aralarındaki ilişkileri, görüş ve çıkar farklılıklarını doğru ele alamamış olduklarını söyleyebiliriz. Bir an için bir Marksist partinin “ideolojik-teorik saflığını” koruduğunu varsayalım, onu çevreleyen dünya koşulları ve karşıt güçlerin taktikleri sürekli bir değişim içinde olduğundan dolayı, diğer yandan sosyalizme geçiş sorunu insanlığın önünde henüz çözüme kavuşturulmamış yeni bir sorun olmasından dolayı, hatalar yapılması, mücadelede çeşitli gerilemeler ve sıkıntılar yaşanması kaçınılmazdır. Çeşitli ciddi hatalar düzeltilmeden kalırsa, çelişmelerin iyice derinleşmesi ve bir toplumsal krizin ve siyasi krizin ortaya çıkması kaçınılmazdır. Eğer, Marksist parti bu krizle de baş edemezse elindeki iktidarı yitirmeye ve başka bir partiye dönüşmeye mahkumdur. Fakat, böylesi bir sıkı krizin hangi süre içinde, ne biçimde ortaya çıkabileceği ve siyasi mücadelelerin ne yönde gelişebileceği bir çok etkene bağlıdır.
Reel sosyalizm hangi aşamadaydı sorusu
Kitapta da incelendiği gibi, Sovyet toplumunun, karşı devrim öncesinde sosyalizme/komünizme geçişte, hangi aşama içinde bulunduğu kritik sorulardan bir tanesidir. Kruşçev, Gorbaçev ve diğer liderlerin döneminde vurgulandığı gibi, Sovyet toplumu komünizmin birinci aşamasını-sosyalizmi- geride bırakıp, gelişkin sosyalizm aşamasına girmiş ve komünist topluma doğru yol almaya başlamışsa, karlılık, meta ekonomisi, maddi teşviklere dayalı bir ekonomik sistem ve ayrıcalıklı bir tabakanın oluşmasına göz yumulmasının kapitalist ekonomik restorasyon olarak değerlendirilmesi mantıklı olacaktır. Oysa Çinli araştırmacılara göre, Sovyetler Birliği nesnel olarak kesinlikle sosyalizmin başlangıç aşamasının-çocukluk çağının- ötesine geçememişti, dolayısıyla bu toplumu, Marx ve Engels’in eserlerinde tartışılan gelişkin sosyalist toplumla kıyaslayarak yargılamak doğru olmayacaktır. Sovyet toplumunun yarattığı sosyalist üretici güçlerin gelişme düzeyi, bu toplumun insan malzemesinin ideolojik-kültürel yapısı, toplumun genel uygarlaşma düzeyi henüz, komünist topluma doğru yol açabilecek ölçüde gelişkin değildi.
Şüphesiz bu açıdan bakıldığında, 1956’yılından itibaren Sovyet ekonomisinde gerçekleşen çeşitli değişimleri kapitalist restorasyon olarak niteleyerek, tekelci devlet kapitalizmine benzerlik gösteren bir yapının inşa edilmiş olduğunu savunmak oldukça tartışmalı hale gelecektir. Marksizme göre üretici güçler ve üretim ilişkileri diyalektiğinde esas olan yön üretici güçlerdir, üretim ilişkilerinde, üretici güçlerin gelişme düzeyini hesaba katmaksızın,üretim ilişkilerinde ve sosyo-ekonomik ilişkilerde keyfi bir biçimde “ileri” düzenlemeler yapmak, ütopik “sol” bakış açısını yansıtacaktır. Diğer yandan, önce tam gelişkin bir kapitalizmin yaşanması ve onun ardından sosyalizme geçilebileceğini düşünmek de sağ bir bakış açısını yansıtacak, Marx’ın bu konuda son dönem çalışmaları ile çelişecektir.
Bazı tartışmacılar da, Sovyet toplumunu, Marx’ın eserlerinde tartıştığı sosyalist toplumla kıyaslayarak, diğer bir uca savrulmakta, bu ülkede asla sosyalist bir sistemin inşa edilmediğini ileri sürmektedirler.
Kitapta görüşleri incelenen bazı Rus Marksistleri ve bugünkü sosyalist hareketin bazı liderleri de Sovyetler Birliği’ndeki 1965-89 arası dönemi karşı-devrimin ikinci aşaması olarak değerlendirmelerine, karşın Sovyet ekonomisinin sosyalist niteliğinin korunduğu görüşünü savunmuşlardır: “1965 dolayında çok riskli bir uygulama olarak merkezi planlama uygulamasını düzeltmek ve iyileştirmek adına, ülke liderliği yeni bir yola koyuldu ve ekonominin etkinliğinin kriteri olarak -toplumun maddi ve kültürel gereksinimlerinin karşılanması ölçütü yerine – kâr kriteri tercih edildi ve bu topluma açıkça ilan edildi. Bu yeni uygulama sosyalist ekonominin en temel yasasının işleyiş koşullarının göz ardı edilmesine ve herhangi bir yakın bir gelecekte Sovyet ekonomisinin sosyalist karakterinin dönüşmesine yol açabilecek bir değişiklikti.”
Dönemler, tarihsel figürler Rusya’da yeni Stalin araştırmaları
Dünya-tarihsel ölçekte ilerleme boyutundan bakıldığında, Marx’ın sosyalizm teorilerini Rusya toplumunda yerelleştirmeye ve çağa uyarlamaya çalışan, dünyanın ilk sosyalist devletinin sosyalizmi inşa iradesi ve çabası 20.yüzyıl ve daha sonraki insani gelecek açısından en önemli olayların başında gelmektedir. Bu büyük olay Marx’ın kapitalizmin çöküşü, sosyalizmin zaferi kaçınılmazdır biçimindeki teorisinin açık kanıtını oluşturmuştur. Aynı zamanda olayın kapitalizmin en geri parçasında gerçekleşmesi, hem doğu, hem batı halklarında büyük bir bilinç sıçramasına yol açmıştır. Yazara göre, Sovyet tarihinde dört figür ve dört dönem ele alındığında sosyalizmin inşasında en yaratıcı teorik ve pratik çabanın Lenin ve Stalin döneminde yürütülmüştür. Buna karşın Kruşçev ve Brejnev dönemleri ise teorik açıdan gerileme, yapıbozum, pratikte ise başarısız reformlar, var olanı tüketme dönemidir. Brejnev dönemi muhafazakâr bir istikrarın ve ayrıcalıklı elitin oluşum dönemidir. En yaratıcı teorik ve pratik çabanın Lenin ve Stalin döneminde olması bu dönemde ciddi hataların ve ciddi sorunların olmadığı anlamına gelmemekte, ayrıca bu zaaflar daha sonraki dönemde düzeltilmeden veya çözülmeden kalmaktadır. Lenin ve Stalin’in kurmuş olduğu Rusya’ya özgün sosyalist model daha sonra kısmi nitel dönüşümler geçirmiş olmasına karşın, sosyalizmden asıl köklü uzaklaşma ve kopuş süreci Gorbaçov döneminde yaşanmıştır. Kitapta dünya sosyalizminin önemli, fakat tarihsel rolü üzerinde önemli tartışmalar yürütülmekte olan Stalin üzerine yapılan önemli araştırmalar bulunmaktadır. Rusya’nın aydınları 2003 yılından itibaren bu liderin tarihsel rolünü yeniden araştırmaya yönelmişlerdir. Okuyucu, sosyalizmin en değerli eserlerinden birini – Sovyet sosyalizmini – tartışan bu kitapta bu tartışmayı çok çeşitli açılardan ele alan düşünceleri tartışma olanağı bulabilecektir.
Cem Kızılçeç