Eskiden “dünya o eski dünya değil artık” dediğimizde hepimizce benzer şekilde anlaşılan bir eski dünya var idi. Ama bu eskidendi. Artık eskilikler (eski olma halleri) muhtelif. 1990 öncesi eskiler arasında en eskisi. 2000’li yıllar Çin’in kapitalist uluslararası işbölümünde yeni bir yer tutmasıyla bilindik olabilirdi, 2008 krizi 2000’li yıllar içerisindeki ikinci, 1990’da başlayan 21. Yüzyıl içinde üçüncü referans noktasını oluşturmasaydı.”
2008’den bu yana finans dünyasına bir haller oluyor; dünya eskisi gibi değil. Bir yandan, küreselleşmiş bankalar, sermaye piyasaları, devasa sigorta işletmeleri 2008’i takip eden iki yıl boyunca olduğu gibi sarsılmaktan korkuyor; müflis büyük girişimleri ve ulusal ekonomileri canlandırmak işine koşulmuş bütçeler, kamu borçlarını beklenmedik seviyelere ulaştıran tedbirlerle alışıldık rotalarından çıkıp büyük açıklar veriyor.
Diğer yandan devlet mülkiyeti ve sermaye mülkiyeti arasındaki sınırı bir türlü netleştirmeyi kabul etmeyen (şirket ve büyük kamu fonları yöneticilerinin aynı anda siyasal iktidara doğrudan sahip olduğu) körfez bölgesi krize rağmen büyüyor. Anılan bu sonuncu grup sadece doğal tekellerin sunduğu imkânları değil, “kendi girişim maliyet ve risklerini kamusallaştırma kapasitelerini” ve “hisse senetlerini tam anlamıyla metalaştırmadan (şirket hisselerini uluslararasılaştırmadan) faaliyet gösterebilme yeteneklerini” de oyuna sürüyor; Batılı grupların nihayetinde küresel mali dolaşımın yapısını değiştiren bu eşitsiz oyuna (tarafların aynı kurallarla tabi olmadıkları maça) rıza göstermelerini bekliyorlar.
En eskiden de eski bir dönemde, Sovyet mevcudiyetinin sürekli baskısı altında, Amerikan emperyalizminin doğrudan katkısıyla bugünkü yapılarına kavuşan ve Batılı girişimlere tarihsel olarak büyük olanaklar (piyasa payları) sunmuş olan körfez ülkeleri, bugün, küresel sermaye ile kurdukları “çelişik beraberlik” içerisinde sadece kendilerine has sermaye birikim stratejileriyle değil aynı zamanda Çin gibi gelişen güçlerle stratejik iş biriliği yaparak dünya sistemine etki ediyor.
Okumakta olduğunuz yazı, kendi içine kapalı özgün bir yönetici/kapitalist sınıf oluşumuna sahip olduğu için (ülkesellikten mütevellit çelişkilere rağmen) bir bütün olarak değerlendirilmesi gereken Körfez ülkelerinin yakın geçmişte yaptığı atılıma ilişkin kısa notlar sunmak gayesiyle kaleme alınmıştır. Körfezde gerçekleşen birikim, hem Orta Doğu’yu hem de dünyanın diğer bölgelerinde gerçekleşen değişimi “okumak” için esaslı önemi haizdir. Maksadımız, Türkiye’nin iç ve dış politikaları üzerindeki olağan üstü etkisine rağmen irdelenmeyen bu dönüşümün kamuoyu önünde bir an önce hak ettiği ilgiye kavuşmasıdır.
Gelişimin rotası üzerine
Körfezde 1970’lerden sonra devlet girişimi ve Batılı büyük şirketlerin katılımıyla petrol bağlantılı ürünlerde yoğunlaşan bir sanayileşmenin başladığı bilinmektedir. Aynı tarih emperyalist döneme has petrol çıkarma usullerinin bittiği, petrol rantının uluslararasılaşmaya başladığı döneme denk gelmektedir. Körfezde çelişik kapitalistleşme bu aşamasında Batılı şirketler yönetim, mühendislik ve stratejik projelendirmeyle gelen kazançlardan ziyadesiyle istifade etmişlerdir. Körfezin devlet iktidarından doğrudan güç alan “özel” sermayesi bu sürece inşaat ve müteahhitlik üzerinden bağlanabilmiş ve genel olarak planlama ve yönetimden uzak durmuştur. Çimento, tarım, ulaşım gibi alanlarda da devlet öncülüğünde gelişen, siyasal iktidarı elde tutanlarla aynı ailelerden gelen “özel” sermayenin lojistik hizmetlerle sınırlı kaldığı, yönetim ve stratejik planlamada Batı ağırlığının sürdüğü benzer dönüşümler yaşanmıştır.
Suudi yatırımlarını yürüten kendileri piyasanın yaptırımlarına pek de tabi olmayıp, hisseleri uluslararası dolaşıma bırakılmayan büyük girişimlerin doğuş tarihleri de 1970 sonrasına denk gelen bu döneme aittir. Bunlar arasında en önemlilerinden olan SABIC (Saudi Basic Industries Corporation) 1976 senesinde Suudi Arap Hükümetinin ham petrolün üretimiyle bağlantılı doğalgaza el koyup, yeni oluşmaya başlayan sanayi bölgelerinde kullanmaya başlamasıyla doğmuştur. SABIC modeli diğer Körfez ülkeleri tarafından benimsenmiş, bunlar da satışa yönelik ortaklıklar kurmak için devlete ait kararlar sonucu oluşan yapılardan yararlanmışlardır. Bu büyük yapılar, yabancı girişimler ve bağlı ortaklıklarından oluşan bir ağı yönetmişlerdir.
Körfezin bir diğer özelliği de bankacılık sektöründe devlet sermayesinin belirleyici varlığıdır. 1970’lere gelindiğinde Körfez yönetici/kapitalist sınıfı, büyük devlet fonları yanı sıra bölge bankalarının kontrolünü ellerinde tutuyorlardı. Bir başka deyişle, devlet iktidarına malik olan egemen aileler, devlet fonlarıyla beraber mali sermayenin banka ayağında da hâkim bulunuyorlardı.
Körfezin bu kısa özette değinilmesi gereken son özelliği de sadece Körfez ülkeleri yurttaşlarına (sadece Körfez yönetici sınıfına) açık ve birleşik sermaye piyasalarıdır. Bu piyasalar Körfez genelinde para kaynaklarını ortak bir merkezde toplama işlevini haizdiler. Anlatılanların doğal bir sonucu olarak, Batı desteğiyle iktidarını koruyan ve büyük yerli holdinglerde temsil edilen Körfez yönetici/kapitalist sınıfı 1970-2000 arasındaki dönemde hem meta dolaşımı hem de mali dolaşım alanında Körfez çapında belirleyici hale gelmiştir.
2000’ler
2000’li yılların başına (eskilik için ikinci referans noktası) kadar yukarıda kısaca tasvir edilen durum devam etti. Peki, 2000’lerde ne oldu?
Öncelikle Çin’de işçi sınıfının iş ve çalışma güvencelerini kapsayan sosyal uzlaşma ortamı radikal bir tarzda dönüştürüldü. Çinli işçinin emek gücü daha önce tasavvur dahi edilemeyecek şekilde metalaştırıldı. Bir başka deyişle, adı geçen ülkede emek gücünün bir meta gibi alım-satımı ve kullanımı önündeki engeller kaldırıldı, sosyal ücretlerle birlikte reel ücretler esaslı bir şekilde düştü, ülke küresel kapitalizme üretken bir merkez olarak dâhil edildi. Onlarca yeni sanayi şehri kurulurken, kırsal emek gücü yüz milyonlarla ifade edilen kitleler halinde bu yeni yerleşimlere göçtü. Kısaca verilen bu devasa dönüşümle birlikte Çin’in küresel enerji kullanımındaki payı hayret verecek kadar arttı (bazı kaynaklar Çin’in küresel enerji kullanımındaki artışın yaklaşık olarak yarısını gerçekleştirdiğini belirtmektedir).
Birinci kalem kapsamında anlatılanlara Hindistan’ı da eklemek gerekmektedir. ABD ve Çin’in ardından dünyanın üçüncü en büyük petrol ithalatçısı olan bu ülkenin gelecek planları da -ikinci en büyük ithalatçı olan Çin’le birlikte- Orta Doğu petrolüne endekslidir. Rusya’nın Asya petrolleri üzerindeki ağırlığıyla birlikte düşünüldüğünde, Çin’in artan ekonomik gücü, bu ülkenin, -piyasalarına muhtaç olduğu ve tahvillerini taşımak suretiyle parasının egemenliğine katkı sunduğu- ABD ile ittifaktan itilafa kadar değişen çelişkili ilişkiler yürütmesini gerektirmektedir.
İkinci olarak petrol fiyatlarında büyük bir artışın ortaya çıktığını saptamalıyız. Bölgenin enerji kaynakları önemli olagelmiştir. Ancak Çin ve –kısmen- Hindistan’daki sanayileşmenin yarattığı talebin açığa çıkarttığı baskı Ocak 1999’da varil başına 9 dolar civarında olan petrol fiyatını kısa bir sürede on katına kadar çıkarmıştır. İkinci ani artışın 2008 yılında yaşandığını biliyoruz. Bu yılın başında 94 dolar olan varil fiyatı aynı yılın Temmuz ayında 145 dolara vurmuştur. Fiyat arttıkça satılan miktarın düşmemesi –bilakis artması- bu yeni fenomenin yapısal enerji bağımlılığıyla ilişkisini ve süreçte kazananların en verimli petrol yataklarının bulunduğu ülkeler olduğu gerçeğini açıkça ortaya koyar. Fiyatlardaki düşüşe rağmen petrol bugün hala 1999’daki düzeyinin hayli üzerindedir. Bütün bu değişimlerin bilinmesine rağmen, 2000’li yıllardan sonra oluşan yeni Petro-dolar havuzlarının siyasal tahlillere yansımasındaki gecikme hayret konusu olmayı sürdürür.
Biriken uçsuz bucaksız Petro-dolar havuzlarının hikâyesi de ayrıca ve dikkatle incelenmeyi gerektirmektedir. Petrol üreten ülkelerin birikimleri 2000 yıllar boyunca doğrudan yabancı yatırımlar biçiminde küreselleşti. Mali dolaşımın getirileri ülke içerisinde doğrudan üretken yatırıma girilmesini engelleyecek tarzda yüksekti. Bir başka deyişle oluşan dev havuzlar ülke içerisinde üretken yatırıma girişemeyecek derecede büyüktü. Bu havuzları kontrol eden yapılar şirket ya da bankalar değildi. Büyük yarı-kamu kuruluşu olan ve pek çok ülkede gözlemlenen Devlet Fonları (Sovereign Wealth Funds) mali dolaşımın belirleyici merkezleri haline geldiler. Bunlar piyasalar kadar siyasi mülahazalarla da ilgili olup, piyasa müeyyidelerine doğrudan tabi olmayan yapılardı. Devlet fonlarının faaliyetleri hakkında kesin verilere ulaşmanın zorluğu göze alındığında ortaya çıkacak hata payını hesaplara dâhil etmek koşuluyla, devlet fonlarının doğrudan uluslararası tahvil piyasası ve bankalara kaymadığı bir çağda olduğumuzu (1970’lerde olmadığımızı) savlayabiliriz. 1970’lerde olduğunun aksine, bankacılık sistemine akmayan fonlar 2008’e kadar, Körfez ülkelerindeki devasa alt yatırım projelerine ya da Orta Doğu başta olmak üzere şirket birleşmelerine girmediklerinde, ABD piyasalarına akmakta olup küresel mali şişkinliği desteklemek durumunda kaldılar.
2008’e kadar olan trafiği özetleyelim: Doğudan gelen dolarlar ABD’li ve Avrupalı tüketicilerin -gelir artışına değil de- borçlanmaya binaen sürdürülen yüksek yaşam standartlarını desteklemek gayesiyle büyüyen Batı piyasalarını ayakta tutan şişkin tahvillere, hisse senetlerine ve gayrimenkullere akmaktaydılar. Bu zehirli kâğıt fuarının balonu aynı sene içerisinde patladığında, mali dolaşımın seyri de değişecekti.
2008’den sonra ABD piyasaları göreli olarak çekiciliğini yitirdiğinde, Körfez fonlarının kullanım seyrinin değiştiğini, birikmiş değerin eskisinden daha yüksek oranda Körfez içi firma destekleme kurtarma operasyonlarına, yine Körfez içi devasa alt yatırım projelerine, Çin’in Petro-kimya sanayisine ya da Orta Doğu başta olmak üzere şirket birleşmelerine yöneldiğini söyleyebiliriz.
Diğer yandan kısaca ortaya konulan bu gelişmelerin Batılı devletlerde temsil edilen sermaye gruplarının kontrolü dışında geliştiğini, kriz algısı içerisindeki Batı sermayesinin Körfeze yaşam enerjisi veren devlet-iktisat birliğinin dönüştürülmesini, hammadde üretim süreçlerinin geriye doğru (rafineriler, kuyular, toprak) metalaştırılması yönündeki taleplerini yoğunlaştırdıklarını ve bununla bağlantılı olarak yeni bir devlet biçiminin hukuksal çerçevesini (finansal liberalizsayon, hisse ticaretinin küreselleştirilmesi, şeffaf mahkemeler, hukukun üstünlüğü, vatandaşlık düzenlemeleri, hukukun evrensel ilkelerinin kabulü gibi kalemler) bölgeye dayattıklarını hatırlatırız.
Türkiye için de birkaç hatırlatma yapalım: 2008’de kamu ve özel kesimdeki borç miktarı o güne değin olmadığı kadar yüksek olan ve borç artışına rağmen uluslararası piyasalarda rekabet gücünü artıramamış Türkiye’nin hükümeti, kentsel rantların şeffaflaştırılmasını (burada oluşturulan kazançların salt piyasa koordinasyonu altında dağıtılmasını) şart koşan IMF ile anlaşmayı reddediyordu. 2013 yılının Haziran ayında Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı “faiz lobisi” olarak adlandırdığı kesimlere meydan okurken, kaynağı Körfezde olan bir birikime dayanma imkânlarını hesaplıyor olabilirdi. 1980 sonrasında Batı sermayesi ve müttefikleri tarafından gündeme getirilen taleplere uygun olarak devlet biçimini dönüştürmüş olan Ülke’nin karar alma mekanizmaları içerisinde –bu sefer dönüşümü talep edenlerden başka ve bunların hemen yanında beliren- yeni bir grup temsil edilmeye başlanmış görünüyordu.
Netice
Neticede Körfez sermayesi ve bunun temsilini gerçekleştiren devletler Amerikan hegemonyasının düzenleyici gücünü kaybettiği kapalı bir alan olmayı sürdürmektedir. Körfez eksenli sermaye grupları ile Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa içerisinde temsilini bulan sermaye grupları arasındaki ilişki önemli çelişkiler içermektedir. Bahsi konu çelişki, bu grupların içerisinde temsil edildikleri ülkelerde, aynı devlet aygıtları ve parti içerisinde ayrı menfaatin temsil edilmesine yol açabilecek kadar güçlüdür. Emperyalizmi Amerika Birleşik Devletlerinin politikaları ve tabi devletler-arasındaki ilişki üzerinden okuma çağı bitmiş gibi görünmektedir.
Ali Murat Özdemir
Bir Yanıt
yazı önemli saptamalar içermek ile birlikte sanırım sadece günümüzü ve geçmişi almakla sınırlı kalmış bulunuyor.yine sanırım işin özü her ne kadar bizim politikacıların dediği bize plan değil pilav gerekir demesine rağmen emperyalist ülkeler pek böyle düşünmemektedir.ve önümüzdeki uzun yıllar için(ki 10 yıllık periyodlar halinde) ciddi planlamalar yapmaktadır.bu planlamalar doğal olarak gelecek ve geleceğin hakimiyeti üzerinedir.
baba bush döneminde abd beyaz saray sözcüsünün dediği: abd çin ve hindistanı sanayi devrimini yapmış ülke olarak kabul eder.bu sözün türkçesi daha önce g7 olan blok rusyanın da katılması ile birlikte önce 8 ve sonra 10 olmuştur.ne yazık ki pasta büyümemiş sabit kalmıştır.yani abd beyaz saray sözcüsü artık bize düşen pay azalacaktır açıklaması yapmıştır aslında.mücadele, bu payın azalımını azami ölçüde tutmak.ve ilerideki 100 yıl içinde geleceği ipoteklemeye çalışmaktır.ki yazıda belirttiğiniz gibi enerji ihtiyacı bu iki ülkenin maksimumdur.üstelik tam gelişimini etkileyecek yegane faktör de enerji yetersizliğidir.
gelecek yüzyıl konusu ise insanlığı ciddi endişelendiren durumdur.çünkü bilim adamlarınca modern insan tanımı başlangıç itibari ile bulunduğu gezegeni ve diğerlerini sömürmek olarak adlandırılmaktadır.bu konuyu biraz açarsak orta doğu coğrafyası ve diğer enerji coğrafyalarının önemi ortaya çıkmış olacaktır.belirttiğim gibi başlangıçta g7 olan ülkeler pek istemeseler de g 8 olmuş ama fazlasını pek ister olmamışlardır.özellikle dünya nüfusunun toplamda çoğunluğunu oluşturan çin ve hindistan gibi ülkeler gerekli enerjiyi bulur da gelişmelerini tamamlarsa uzay hakimiyeti ve gezegenlerin sömürülme işlemine ortak anlamına gelmektedir.üstelik nufuslarını da göz önüne alırsak durdurulması gerçekten zor önemli güç olarak karşılarına çıkacaktır.bu da emperyal güçler arasında çelişkilerin derinleşmesi ve pastadan payın daha da azalması demektir.işte bu nedenle ortadoğu enerji coğrafyası önemlidir.halbuki çeşitlenen enerji kaynakları eski emperyal ülkeler için orta doğu o derece önemli(önemsiz değil) olmaktan çıkmış iken ve sadece alan hakimiyeti için çalışırlarken birden bu ülkelerin potaya girmesi sayesinde yeniden önem ön plana çıkmış ve ivme kazanmıştır.
kısacası,yazarımız sermaye sistemini irdelerken geleceği de düşünerek irdelerse sonuç başka mecralara doğru uzandığını görecektir.daha derin ve kapsamlı analizler deliğiyle kolay gelsin