Marksizm Hakkında Tartışmalar ve Din-Mehmet Ali Yılmaz

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Dincilik ile devrimcilik uzlaşamazlar. Onlar iki ayrı, taban tabana zıt felsefeye sahiptirler, İdealizm ve Materyalizm.

maliyilmaz@anafikir.gen.tr

“İhtilalin Yolu” bildirisinde de belirtildiği gibi, “Proletaryanın sınıf savaşı ideolojik, ekonomik ve politik olmak üzere üç cephede birden cereyan eder. Burjuva ideolojisine ve saptırmalarına karşı, proletaryanın devrimci savaşı ideolojik bir savaştır.” Devrimciler, bu günün çok hızlı iletişim dünyasında, emperyalistlerin çok yönlü ideolojik-kültürel ve medyatik saldırılarının ateşi altında kalmaları nedeniyle ideolojik mücadeleyi bir adım öne çekerek diğerlerine yol açmak zorundadırlar. Özellikle son 20–25 senedir sosyalist hareketin teorik temeli sürekli saldırıya uğruyor ve bu temelin ne olduğu-ne olmadığı, ne olması gerektiği üzerine tartışmalar yapılıyor, Batı’nın açık ve örtülü “akilleri” akıl vermekten katiyen yorulmuyorlar.

 —Bunların bir kısmı, en baştan Marksizmi eleştirerek ve hatta yanlışlarını bulmayı amaçlayarak işe başlıyor.

—Bazıları sanki her şey sıfırdan başlıyormuş, yaklaşık ikiyüz yıldır hiçbir şey yaşanmamış ve söylenmemiş gibi, bunca devrimci pratiği ve külliyatı yok sayarak Marx’a dönüşü savunuyor.

—Bunların arasında sayabileceğimiz bazıları ise pratikte hiçbir karşılığı olmayan, Marksist literatürde yeri de karşılı da olmayan içi boş laflar, kavramlar icat ederek teoriye katkı yaptığını sanan ya da görevi o olan kişilerden oluşuyor.

—Diğer bir kesim ki son zamanlarda yüksek sesle ortalarda dolaşıyorlar, yeni yepyeni düşünce gerekli diyor. Yalnız “yeni” lafından başka bir söz de ağızlarından çıkmıyor. Söyleyebildikleri bir şey yok. “Dogmatik olmamak gerekir” diyorlar ama yeni olarak bir şey de söyleyemiyorlar. Siyasal pratikte ve örgütsel hayatta atılması gereken yeni adımlarla teoride ve felsefede yapılması gerekenleri birbirine karıştırıyorlar.

Bunların arasında Marksizm’de yaptıkları tahribatın temeline Marksizm’in kendisini yerleştirerek emperyalist politikalar için yol katetmeye çalışanlar da var. Marksist teorinin tüm değerini oluşturan, “özünde eleştirel ve devrimci” olması gerçeğini abese vardırarak, saptırarak liberalliklerine malzeme yapmaya çalışıyorlar. Bunlar tahayyül ettikleri yeni için, “yenilikçilik” yolunda ilerlemek uğruna tahribatta sınır tanımıyorlar.

Öte yandan sosyalizmi kurabilmek için yol bulmaya çabalayan, dünyanın farklı ülkelerinde gerçekten yenilik yapmaya, sosyalizmi günümüz koşullarında ayağa kaldırmaya uğraşanlardan ise haberleri bile yok.

—Bazıları da, teorinin ve Marksizmin temel ilkelerin tamamen bir kenara atılmasını ve sınırsız bir düşünce çeşitliliği içinde kaybolarak “özgürlüğün” tadına varmak(!) istiyor.

—Bir kısım insan da Marksizmi hiçbir ilgisinin, yakınlığının olmadığı, hatta tamamen karşı cephenin dünya görüşleriyle buluşturma gayreti içine giriyor. Marksizmin başını bağlayıp karşı tarafa teslim etmeye çalışıyor. Mesela din ile Marksizmi buluşturarak yeni yepyeni(!) keşiflerde bulunuyor. Bu eğilimin temsilcileri İslam gibi toplumsal ve kişisel hayatı, devleti bütünüyle yönetmeyi hedefleyen bir din ile Marksizmi uzlaştırmaya kalkışarak bilim dışı bir davranışa imza atıyor. Bu anlayışı taşıyan kişilerin sosyalist kesimin belirli noktalarını tutmaları ya da entelejansiya içinde etkin olmaya çalışmaları devrimciler için cidden önemli bir zaaf oluşturmaktadır.

Devrimciler, sosyalistler yıllarca boşa kürek çekmediler. Tarihsel, toplumsal pratik içinde temellendirilmiş bir bilimsel dünya görüşünün yaratılması ve giderek zenginleşmesi, derinleşmesi için mücadele yürüttüler. Bu Marksist dünya görüşünün dinsel ve burjuva (bireyci) dünya görüşleri ile diğer idealist felsefe akımlarına karşı etkinlik ve üstünlük kurması için çalıştılar. Elbette ki o kadar büyük emek, devasa boyutlara ulaşan mücadele ile elde edilen insanlık tarihinin bu en değerli ürününün tahribine, yıpratılmasına hiçbir devrimci izin vermez, veremez.

Bilimsel sosyalizmin bilimsellik kavramı üzerine yıllarca tartışıldı. Bilimselliğin rastgele seçilemeyeceği, değiştirilemeyen doğruluk ölçütlerini gerektirdiği bilinir. Bilimsel bilgiler, karmaşık ve rastlantısal olarak yan yana dizilmezler. Bilimsel bilgiler birbirleriyle sistematik bir ilişki içindedirler. Bu yüzden bilimsel bilgi eklektiktizmi kaldırmaz. Mesela aynı anda hem maddeci hem ruhçu olunmaz, bu durum bilimselliğe aykırıdır. Aslında sosyalizmle ilgili görüşlerin bilimsel dünya görüşüne uygunluğunun test edilmesi, değerlendirilmesi gerekir. Bu yönden Engels’in ortaya koyduğu felsefenin temel sorunu belirleyicidir.

Felsefenin Temel Sorunu Nedir?

Engels’in diyalektik ve tarihsel materyalizmin esaslarını sistematik bir şekilde yazdığı, bilimsel sosyalizmin felsefi kaynaklarını, Hegel’de diyalektik yöntemi ve Feuerbach’ta materyalizmi eleştirel bir değerlendirmeden geçirerek Marksist felsefenin gerçek anlamda temelini attığı “Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu” isimli eserinde felsefenin temel sorununu şu şekilde ortaya koyar:

“Her felsefenin ve özellikle modern felsefenin büyük temel sorunu, düşüncenin varlık ile ilişkisi sorunudur… (abç)

“Düşüncenin varlığa, tinin doğaya ilişkisi sorunun, bütün felsefenin bu en yüksek sorununun kökleri, tıpkı her dinde olduğu gibi, yabanıllık çağının kısıtlı ve bilisiz kavrayışlarındandır… Ayrıca ortaçağın skolâstiğinde büyük bir rol oynamış olan düşüncenin varlığa göre durumu sorunu, tinin mi yoksa doğanın mı, hangisinin esas öğe olduğu sorunu, bu sorun, kilise bakımından, şu keskin biçimi aldı: dünya tanrı tarafından mı yaratılmıştır, yoksa bütün öncesizlik boyunca var mı idi?

“Bu soruyu yanıtlayışlarına göre filozoflar iki büyük kampa ayrılıyorlardı. Tinin doğaya göre önce gelme özelliğini ileri sürenler ve buna göre de, son aşamada, ne cinsten olursa olsun dünya için bir yaratılmayı kabul edenler -bu yaratılma çok kez, filozoflarda, örneğin Hegel’de, Hıristiyanlıkta olduğundan çok daha karmaşık ve çok daha olanaksızdır- bunlar, idealizm kampını oluşturuyorlardı. Ötekiler, doğayı esas öğe sayanlar ise materyalizmin değişik okullarında yer alıyorlardı.” (Engels, age, s.24–26, Sol Y.)

Engels’in belirttiği gibi, “idealistler”, tinin maddi dünyadan önce geldiğini, maddi dünyayı belirlediğini veya yarattığını öne sürerler. “Materyalistler” ise maddi doğanın önce geldiğini, sonsuz olduğunu ve kendi yasalarına göre geliştiğini ortaya koyarlar.

Dünyadaki üç temel dünya görüşünün ikisinin idealizme dayandığını unutmayalım. Bunlardan birisi Ortaçağ dünya görüşüdür ki buna dinci dünya görüşü de diyebiliriz, diğeri ise bireyci dünya görüşüdür ki bunu da burjuva dünya görüşü olarak ifade edebiliriz. Süreç içinde devrimci özelliğini yitiren, gericileşen burjuvazi giderek otoriter, baskıcı, karamsar, hiyerarşili bir dünya görüşüne teslim oldu.

Üçüncü dünya görüşü olan Marksist dünya görüşü ise idealizmin karşıtı olan materyalizmi ya da diyalektik materyalizmi esas alır.

Materyalist olan sosyalistler dünyanın bilinebileceğini, planlı olarak şekillendirilebilineceğini, iyileştirilebilineceğini düşünürler. Bilimsel bir dünya görüşü olan sosyalizmin işi bu dünya iledir. “Öteki dünya” ile işi olamaz. Sosyalistler, “öteki dünya”nın varlığını kabul etmezler, kadere de inanmazlar. Daha güzele, daha iyiye ancak kendi gayretleri ile, devrimci kitlesel mücadele ile ulaşabileceklerini iyi bilirler. Kapitalist güçlerle yürüttükleri ideolojik mücadelede de dinsel ve idealist içerikli kavramları ve fikirleri kullanmazlar; devrimci, sınıfsal, sosyalist içerikli kavramları ve fikirleri kullanırlar, sorunlarını, amaçlarını, gelecek toplum iddialarını bunlarla ifade etmeyi tercih ederler.

Devrimciler ve Din

Dine karşı tavır belirlerken çağı iyi anlamak gerekir. İçinde yaşadığımız çağın temel özelliklerini, emperyalist kapitalizmin bu dönemdeki politikalarını doğru tahlil edemezsek, neyi amaçladıklarını ve bu amaçlarına ulaşmak için neleri kullandıklarını göremezsek onların politikalarının aleti haline gelebiliriz. 20. Yüzyılın son çeyreğinde emperyalizm, sosyalizmin temel dayanağı olan bilimselliğe karşı hurafeciliği, evrimciliğe karşı yaradılış iddiasını, aydınlanmacılığa ve modernizme karşı post-modernizmi, laikliğe karşı da şeriat kurallarını, dinciliği öne çıkararak toplumları ve insanları etkilemeye, yönlendirmeye uğraştı ve sosyalizmin bu güç yitirme döneminde başarılı da oldu. Toplumculuk yerine salt bireyciliği, sanayileşme, üretim ve kalkınma yerine finans oyunlarını ve kumarhane ekonomisini öne çıkaran emperyalistler, radikal dincilikten ılımlı dinciliğe kadar geniş bir yelpaze içinde duruma göre, ihtiyaca ve şartlara göre dini kullandılar ve halen de kullanıyorlar.

Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi bilhassa Afrika’da, Ortadoğu’da ve Batı Asya’da, özellikle enerji kaynaklarının yoğun olduğu ve bu kaynakların geçiş yolları olan bölgelerde emperyalizm zorbalığa dayanan bu politikalarını otuz yılı aşkın bir zamandır uyguluyorlar. Neo-liberalizm (Frietmancılık), yeni dünya düzeni veya globalizm (küreselleşme) adları altında uygulanan bu gerici politikalar ezilen halklara karşı işbirlikçilerle birlikte hayata geçiriliyor. İşbirlikçilerin ülkelerinde iktidara gelebilmeleri ve ayakta kalabilmeleri için halk üzerinde en kolay etkinlik kurmalarını sağlayan unsurların başında din gelmektedir. Egemenlerin Orta Çağ’dan beri yoğun olarak kullandıkları dinden Soğuk Savaş döneminde komünizme karşı başarılı bir biçimde yararlandıkları ve kendileri açısından olumlu sonuçlar elde ettikleri açıktır. Son yıllarda, BOP’nin hayata geçirilişi sürecinde, özellikle bu öğeyi emperyalist dış politikalarının aracı haline getiren radikal dinci Amerikalıların yönettiği işbirlikçi dinciler vasıtasıyla emperyalizmin hegemonyasının devamını sağlamak adına din, radikal veya ılımlı versiyonlarıyla, bazen de süslenerek, soslanarak ülkelere ve halklara karşı kullanılmaktadır. Duruma göre dincilik, kendi yarattıkları diktatöre karşı “özgürlük” ya da “demokrasi” ve hatta “devrimcilik” biçimlerine sokularak da takdim edilmektedir.

Emperyalizmin bu yeni politikasının şu veya bu ölçüde bazı “solcuları” da etkilediği bir gerçek. Soldan çıkan bazı kişi ve çevreler emperyalistlerin bu politikalarının farklı düzeylerde de olsa etkisi altında kaldılar. Bu etki sadece demokratizm, sivil toplumculuk şeklinde ortaya çıkmadı; dine karşı takınılan tavırda da kendini gösterdi. Dini içselleştiren, dini kavramları kullanan ve hatta öne çıkaran, dinsel kökenli düşüncelere karşı en azından hayırhah bir yaklaşım içine giren anlayışlar en üst düzeylerde de ortaya çıkmaya başladı. Emperyal politikaların gündeminin içine düşen bu eğilimlere karşı çağı, günceli yakalayan doğru devrimci tavrı net bir şekilde ortaya koymazsak yarınlar adına daha büyük sorunlara davetiye çıkarmış oluruz.

Devrimcilerin din karşısındaki davranışlarını açıkça ortaya koyan Lenin, “İşçi Partisinin Din Karşısında Tutumu” başlıklı makalesinde devrimcilerin “din karşısındaki tutumlarını” kamuoyuna açıklamalarını “onların kesin görevi” olarak ifade eder ve bu metnin devamında şöyle der:

“Sosyal-demokrasi, tüm dünya görüşünü bilimsel sosyalizm, yani Marksizm temeline dayandırır. Marksizmin felsefi temeli, Marx ve Engels tarafından birçok kez açıklandığı gibi, Fransa’daki 18. Yüzyıl materyalizminin ve Almanya’da (19. Yüzyılın ilk yarısı) Feuerbach’ın tarihsel geleneklerini tümüyle devralmış olan diyalektik materyalizmdir- bu tümüyle tanrı tanımaz ve tüm dine kesenkes düşman olan bir materyalizmdir… Din, halkın afyonudur- Marx’ın bu özdeyişi din konusundaki tüm Marksist görüşün temel taşıdır, Marksizmin her zaman bütün modern dinlere ve kiliselere, ve her dinsel örgütü, sömürüyü savunmaya ve işçi sınıfını sarhoş etmeye yarayan burjuva gericiliğinin aracı olarak bakmıştır.” (V.İ.Lenin, “Marx, Engels, Marksizm”, s.276–277, Sol Y. 1976.)

Görüldüğü gibi dine “işçi sınıfını sarhoş etmeye yarayan burjuva gericiliğinin aracı olarak” bakan Marksizmin bu konudaki görüşünü derinleştiren Engels, sosyalistlerin din karşısındaki tutumlarını “sol” bir anlayışla ele alanlara karşı da açıkça tavır alır. Lenin de Engels’in bu konudaki düşüncesine kesin olarak destek verir.

Marx, Alman İşçi Partisi’nin önerdiği programda, Parti’nin dinsel alıklaştırmaya karşı tutumunu açıklıkla ortaya koymamasını ve üstelik burjuva partilerinin ‘vicdan özgürlüğü’ ile ilgili sürekli talebini tekrarlamakla yetinen Alman sosyal-demokrasisinin yönetimini eleştirir ve şöyle yazar:

“ ‘İnanç özgürlüğü!’ Eğer Kulturkampf’ın şu anında, liberalizme kendi eski sloganları anımsatılmak isteniyorsa, bu, ancak şöyle yapılabilirdi: ‘Herkes, polis burnunu sokmadan, dinsel ve bedensel gereksinimlerini yerine getirebilmelidir.’ Ama işçi partisi, burada, burjuva ‘inanç özgürlüğü’nün, akla gelebilecek her türden dinsel inanç özgürlüğünün hoşgörüyle karşılanmasından başka bir şey olmadığının farkında olduğunu ve partinin, kendi payına, inancı, dinin afsunundan kurtarma çabasında olduğunu ifade edebilirdi. Ama,’burjuva’ düzeyinin ötesine geçmemek yeğlenmiştir.” (K. Marx, F. Engels, Din Üzerine, s.134, Sol Y. Ekim 2008.)

Diğer yandan, bazı “solcu” çevrelerin dine karşı keskin karşı çıkışlarda bulunarak halkın devrimcileri yanlış tanımalarına ve onlardan uzaklaşmalarına neden olduklarının da altını çizelim. Dine karşı “devrimci tavır” almak adına ortaya konulan sert, kırıcı davranışlar ve benimsenen ultra fikirler sosyalistler için yarardan çok zarara neden olabiliyor. Geçmiş pratikte de bu olumsuzlukların çeşitli örnekleri yaşanmıştır. Bazı “keskin” grupların bilhassa kitlesel çatışma ortamlarının söz konusu olduğu koşullarda bu yönden verdikleri zararlar devrimciler tarafından tamir edilmeye çalışılmıştır. Bazı “sol” grupların ise devrimcilikle “Aleviciliği” birbirine karıştırmaları, mezhepçi eğilimleri körükleme temelinde kolay kitle tabanı yaratma yoluna girmeleri sınıf eksenli mücadeleye zarar vermiştir. Bu tür yanlış yaklaşımlar gerici-faşist çevrelerin sürekli benzin döktükleri mezhep ayrımcılığı ateşinin harlanmasına ortam hazırlamıştır. Özellikle büyük şehirlerin kenar semtlerinde ve bazı Orta Anadolu kentlerinde ortaya çıkan bu tür olumsuz gelişmeler faşizme karşı yürütülen doğru devrimci mücadele anlayışı ile büyük ölçüde etkisizleştirilmiştir.

Dine karşı keskin tavırlar takınmayı devrimcilik sananlara karşı Lenin açıkça karşı çıkar ve şöyle yazar:

“ … Engels, sık sık, sosyal-demokratlardan ‘daha solda’ ya da ‘daha devrimci’ olmayı isteyen kimselerin, işçi partisinin programına, dine savaş açma anlamında tanrıtanımazlığın açıkça belirtilmesini sokma çabalarını yermişti…  Engels, onların (solcu Blankicileri kastediyor, bn) dine karşı gürültülü savaş ilanını bir aptallık olarak niteledi, ve böyle bir savaş ilanının dine olan ilgiyi canlandırmanın ve onun gerçekten ölüp gitmesini önlemenin en iyi yolu olduğunu söyledi.” (Lenin, age, s.277.)

Dine karşı savaş açmayı doğru bulmayan Engels, “…idealizme ve dine verdiği pek küçük ödünlerinden ötürü filozof Dühring’e acımasızca” saldırmaktan da geri kalmaz. Diğer yandan Engels, “dinin sosyalist toplumda yasaklanması gerektiği konusundaki Dühring’in sahte-devrimci düşüncesini de daha az bir kararlılıkla suçlamıyordu.” (Lenin, age, s.278.)

Siyasal mücadeleyi dine karşı bir rotaya sokmanın, dini kitlelerin gözünde güncelleştirmenin ve hatta güçlendirmenin ötesinde bir anlamının olmayacağını yaşadığımız pratikten biliyoruz. İşçi sınıfının ve diğer emekçi kesimlerin hayati sorunları üzerinden siyaset yapmak yerine dini konular üzerinden siyaset yapmak devrimciler için hiçbir zaman olumlu sonuçlar veren davranışlar olmamıştır.

Dinin kitleler üzerindeki etkinliğinin giderek yok olmasını isteyen devrimcilerin, pratikten aldıkları bilgileri yoğunlaştırarak kitlelere gitmeleri ve bu süreci gelişme içinde hep yenileyerek emekçileri örgütleme, onlara gerçekleri açıklama ve eğitme görevlerini sabırlı ve kararlı bir şekilde yürütmeleri gerekir. Aceleci ve keskin çıkışlarla yürütülecek bir çalışma yarardan çok zarar verecektir. İnanan insanlar önünde dinle caka satarak savaşmaya kalkışmak yel değirmenleriyle savaşmaktan daha büyük yaralar açar. Ama öte yandan dini içeriden feth etmeye kalkışmak ise ölümcül yaralar açar ve bir devrimci hareketi ideolojik ve politik olarak çok yanlış yollara sürükler.

Marksizmin özünden devrimci materyalizm olduğunu, Marx ve Engels’in diyalektik materyalizmi, materyalist felsefeyi tarihe, toplumsal bilimlere uyguladıklarını biliyoruz. Bu anlamda din ile mücadele kendiliğindenci bir anlayışa terk edilemez.

“Din ile mücadele etmemiz gerek-bu bütün materyalizmin ve bu yüzden de marksizmin ABC’sidir. Ama Marksizm, ABC’de durup kalmış bir materyalizm değildir. Marksizm daha da ileri gider. Şöyle der: Dine karşı nasıl mücadele edeceğimizi bilmek zorundayız, ve bunu yapmak için ise, yığınlar arasında inanın ve dinin kaynağını materyalist bir yolda açıklamak zorundayız. Din ile mücadele soyut ideolojik öğütle sınırlandırılamaz, ve bu mücadele böylesi öğütlere indirgenmemelidir. Dinin toplumsal köklerini ayıklamayı amaçlayan sınıf hareketinin somut pratiği ile bağlanmalıdır.” (Lenin, age, s.280).

Sermaye düzenine karşı, bu düzenin bütün en vahşi uygulamalarına karşı mücadele etmeden, bu düzenin afsunu olan dinin köküne karşı mücadele yürütülemez. Bu mücadele emekçi sınıfların sermaye düzenine karşı, emperyalist sömürü düzenine karşı verecekleri mücadele kapsamında olacaktır. Başlı başına dine karşı çıkarak değil emek mücadelesinin kapsayıcılığı içinde yürütülmelidir. TEKEL direnişini düşünelim, bu direniş boyunca yaratılan mücadele ortamını yaşayan, havasını soluyan işçi için en yakıcı, en öncelikli konu haklarını kazanmak değil miydi? Din onun için ne kadar ve hatta kaçıncı dereceden belirleyici ve yakıcı bir konuydu? O pratik içinde yaratılan dayanışma ruhu ve kazanma azmi “dinsel ruhun” ve diğer ortaçağ kalıntısı unsurların önünde değil miydi? Somut pratik soyut idealizmin ve dinciliğin önüne geçmişti. Gerçek maddi hayat, maneviyatı alt etmişti. Direniş içindeki işçiler için milliyetin, dinin, mezhebin, rengin hiçbir önemi kalmamıştı; önemli olan hep birlikte ve o güne kadar uzak durdukları, karşılarında yer aldıkları devrimcilerle beraber mücadele yürüterek ekonomik ve demokratik haklarını kazanmak ve onurlu bir gelecek elde etmekti.

***

Din konusunu sorun olarak gören devrimci için şu soru da önemlidir: Niçin din toplumun geri kesimlerinde, yarı-proletarya içinde ve kırsal alanlarda yaşayanlar arasında daha fazla etkili olmaktadır? En önemli neden bilgisizlik ve bu kesimlerin okumamış olmaları mıdır? Bu soruya “evet” demek sorunu yeterince kökünden anlamamak anlamına gelir. Bu sorunun köklerinin toplumsal, sınıfsal derinliklerde olduğunu görmemiz gerekir. Eğitimin toplum için önemi yadsınamaz ama sınıfsal gerçekler eğitimle ortadan kaldırılamaz. Soruna bu şekilde yaklaşmak eğitimin önemini küçültmez, ama soruna ilkesel düzeyde bakınca bu sorunun kökünün toplumsal olduğunu görürüz. Emekçilerin ve ezilen kitlelerin azgın sömürü ve talan karşısındaki çaresizlikleri, her an karşılaşabilecekleri zorbalık karşısındaki korkuları onların çağımızdaki dinleri olmuştur. Bu din sömürü ve soygun karşısındaki korku ve çaresizlik dinidir. Emperyalizmin zulüm dinidir. Bu zulme karşı sınıfsal ve kitlesel olarak savaşmayı pratik mücadele içinde öğrenmeyen emekçiler bu korku dininin zorbalığı altında kalmaktan asla kurtulamayacaklardır.

Bu arada yapılacak her türlü tanrıtanımazlık propagandasının sınıf mücadelesinin belirleyiciliği içinde bir anlamının olabileceği de unutulmamalıdır. Bu yöndeki eğitim ve propaganda, sömürülen kitlelerin sömürücülere karşı yürüttükleri sınıfsal mücadelenin pratiği içinde bir anlam kazanır.

Marx ve Engels’in felsefesini, diyalektik materyalizmi anlamayan birisinin bu yaklaşımı doğru bulması pek de mümkün değildir. Çünkü o sınıf mücadelesinin anlamını, hayattaki karşılığını ve toplumsal değerini anlamayacaktır. Binlerce yıldır varlığını sürdüren, insanları adeta teslim almış olan dininin, bu idealist ideolojinin sosyal pratikle, ekonomik ve siyasal alanlarda pratik amaçlar için verilen mücadeleyle etkisizleştirileceğini kavramasını ondan beklememek gerekir…

Emekçileri sınıf mücadelesi içinde yer aldıkları tarafa göre değil de tanrıya inanıp inanmamalarına göre ayrıma tabi tutmak dinciler gibi davranmak olur. Bir diyalektik materyalist, bilinçli bir din karşıtı olan Marksist, dine kaşı mücadeleyi soyut, sadece teorik, vaazcı bir yaklaşımla değil, somutta, pratik hayatın içinde kitleleri eğitebilen sınıf kavgası temeli üzerinde dinle mücadeleyi esas almak zorundadır. Bu anlayışa sahip olabilmek için somut hayatı tam bir bütünlük içinde görebilmek, günlük basit siyasal hesapların, dar ufuklu, popülist bakışların ötesine geçebilmiş olmak gerekir. Dinci veya dindar kesimlere soyut ve içi boş ifadelerle çiçek atarak, her kesimle iyi geçinerek siyaset yapmayı alışkanlık haline getirerek iyi bir liberal aydın olunur ama iyi bir devrimci olunmaz. Bu anlayışla sınıf mücadelesi verilemeyeceği gibi devrimci bir örgüt de yönetilemez.

Dinle mücadeleyi aslında devrimci burjuvazinin yürütmesi gerekir(di). Fakat burjuvazi devrimci olmayınca, işbirlikçi olunca dinle mücadele de emekçi sınıfın üzerine kalmıştır. Küçük burjuvalar (1920’li ve 30’lu yıllarda) laikliği benimseyerek, dini eğitimi ve ortaçağ kalıntısı kurumları kapatarak, kısıtlayarak dine karşı olumlu adımlar atmışlarsa da daha sonraki yönetimler emperyalist politikaların gereği olarak dinle uzlaşarak, işbirliği içinde sistemi gericileştirme sürecine sokmuşlardır. Özellikle 1945’ten sonra emperyalizm ve ülkemizdeki uzantısı gerici ittifak sömürü ve yağmayı sürdürürken dinciliği geliştirmeyi ihmal etmemişlerdir. Dinciliği hem ülkemizde hem de Ortadoğu düzleminde sosyalizme karşı savaşın en gözde aracı haline getirmekle yetinmeyen ABD, bu aracı bölgeyi hegemonyası altında tutabilmek, işbirliği yapan rejimlerin ayakta kalmasını sağlamak ya da ayak bağı olan, emperyal politikalarına direnen ülkelerdeki yönetimleri yıkmak için günümüzde de kullanmaya devam etmektedir.

İslamcılık ve Emperyalizm

Emperyalizm çağında İslamcılık Batılıların kontrolü altına girdi. 20. Yüzyılın başından beri, Birinci Paylaşım Savaşı’yla birlikte İslamcı akımların emperyalist politikalara hizmet etmeye başladığını görüyoruz. Ortadoğu’daki İslamcıların, İngiliz ve Fransız emperyalizminin Osmanlıyı parçalayarak yutma projesi içinde yer aldıklarına tanık oluyoruz. Bazı İslamcı akımlar zaman zaman emperyalist politikalarla çıkar veya egemenlik çatışması içine girseler de belirleyici yan uzlaşma ve işbirliği olmaktadır.

Emperyalizm, İslamcılık alanında güç toplayan, kitle desteği edinen ya da edinme ihtimali olan ideologları, tarikat ve cemaat liderlerini ele geçirmekte pek zorlanmadı ve zorlanmıyor. Bunun birçok örneğini biliyoruz ve yaşıyoruz. Çağımız işbirliği yapan İslamcı politikacıların çok yukarılara taşınmalarının örnekleriyle dolu. Tanrıyla kul arasına giren dinci ideologlar, tarikat ve cemaat şeyhleri ve politikacıların ipleri yüzyıldır petrol, para ve güç tanrısı emperyalizmin elindedir. Bu zorbalar ittifakı Müslüman bölge halkını yüzyıldır birbirine düşürmekte, savaşlarla kırmakta, yoksulluk içinde inletmekte ve varını yoğunu gasbetmektedir. Bütün bu melanetlikleri yaparken İslamı kullanmıştır ve kullanmaktadır. Bütün bu dolapları din ve mezhep örtüsünün altında çevirmektedir.

Bölgeden emperyalizm kovulmadan ne bölge halklarının gerçek demokrasiye ve özgürlüğe ulaşmaları, ne yer altı ve yer üstü kaynaklarını ele geçirmeleri mümkündür ne de istedikleri siyasal düzeni kurmalarına imkân vardır.

Günümüzde bölgemizde emperyalizmin tahakkümü kırılmadan ne sömürüden, ne savaşlardan ne de dinci gericilikten ve diğer ortaçağ kalıntılarından kurtulmamız mümkündür. Halk kitlelerinin bu hayati sorunlardan kurtulması öncelikle emperyalizmin hâkimiyetinin parçalanmasına bağlıdır. Bu anlamda din, dincilik kişisel bir sorun değil, toplumsal bir sorundur ve emekçi halk kitlelerinin devrimci mücadelesi ile ancak ezilenler üzerindeki hegemonyası kırılacaktır.

Devrimci hareketlerin ideolojileri, dilleri ve çizgileri sağcılaştırılarak, dine yakınlaştırılarak kazanacak olan dinciliktir. Dincilik ile devrimcilik uzlaşamazlar. Onlar iki ayrı, taban tabana zıt felsefeye sahiptirler, İdealizm ve Materyalizm. İdealizmle uzlaşılmaz, materyalistler onunla ancak cepheden mücadele ederler. Onunla mantıksal olarak yürütülecek mücadeleden sonuç elde etmeye kalkışmak boşuna çabadır. İdealizmle sosyal pratik içinde, sınıfsal olarak mücadele yürütmek doğru olan, gerçekçi davranıştır.

Sorular

Bu yazıyı birkaç masum soruyla bitirelim.

1-Din, bilimi geliştirdi mi?

2-Din, demokrasiyi, özgürlükleri, insan ve kadın haklarını geliştirdi mi?

3-Din, ekonomik ve sosyal eşitliğin sağlanması için hangi tezleri ortaya attı?

4-Din veya dinciler, ABD emperyalizminin Müslümanların çoğunlukta olduğu ülkeleri yıllardır sömürmesine, tahakküm altında tutmasına karşı ne yaptı?

Mehmet Ali Yılmaz

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir