Marksizm ve Felsefesi Üzerine Düşünceler – II-Mehmet Ali Yılmaz

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Feuerbach Felsefesi

Feuerbach’ın felsefi düşüncelerinin Marksist felsefenin oluşumundaki öneminden dolayı onun görüşleri üzerinde durmanın önemi yadsınamaz.

Alman maddeci filozof Ludwig Feuerbach (1804-1872), Erlangen Üniversitesi’nde ders verirken tanrıtanımaz görüşleri nedeniyle 1830’da bu üniversiteden atıldı. Dine karşı mücadele yürütürken görüşleri, Sol Hegelcilik’ten maddeciliğe doğru gelişme göstermiş ve maddeciliği savunması çağdaşları üzerinde büyük bir etki yapmıştır.

Devrimci demokratik burjuvazinin ideoloğu olarak görebileceğimiz Feuerbach’ın gelişme rotası Hegel’cilikten materyalizme doğrudur. Bu durumu Engels, 1888’de şöyle açıklamaktadır:

“… Feuerbach, pek çok bakımdan hegelci felsefe ile bizim anlayışımız arasında bir ara halka idi.” (1)

Feuerbach’ın felsefi evriminin başlangıç noktasını, “Hegel’in insanın özüne ilişkin idealist anlayışı ve insanın özünü kendinin bilinci’ne indirgeyişi üstüne getirdiği eleştiri” oluşturur.(2)

Feuerbach’ın Hegel’in bu görüşünü reddetmesi, genel olarak idealizmi reddetmesi sonucunu doğurmuştur.

Düşünürün altı çizilmesi gereken önemli katkılarından biri de idealizm ile din arasındaki bağlantıya yaptığı vurgudur.

Feuerbach, genel olarak idealizmi, özel olarak da Hegelci diyalektiğin idealist karakterini sert biçimde eleştirmiş ve Hegel’in bu sisteminin mistik inançlar için teorik bir temel oluşturduğunu göstermiştir.

Feuerbach Hıristiyanlığın Özü isimli kitabında Engels’in ifadesiyle “materyalizmi, içtenlikle yeniden tahta” çıkararak Hegelcilerin 1830-40 yıllarında yarattıkları kafa karışıklığını “toz etti.”

“Materyalizm, doğayı tek gerçeklik olarak kabul ederken, gerçeklik, Hegel’in sisteminde mutlak Fikrin yabancılaşmasından, diyelim ki düşüncenin bir alçalmasından başka bir şey değildir; her durumda düşünme ve onun ürünü Fikir, burada önde gelen başat öge, doğa ise, kısacası, ancak Fikrin alçakgönüllülüğü sayesinde var olan, ondan türemiş bir ögedir.” (3)

Feuerbach, Hegel’in bu idealist felsefesinden kaynaklanan, kafa karışıklığı yaratan çelişkili ortamı dağıtıyordu. O, doğanın “her türlü felsefeden bağımsız olarak var” olduğunu ortaya koyuyor ve doğanın ürünleri olan bizlerin, doğanın üzerinde büyüdüğümüz temel olduğunun altını çiziyor. Feuerbach, “doğanın ve insanların dışında hiçbir şey”in olmadığını, “bizim dinsel imgelemimizin yarattığı üstün varlıklar”ın “bizim kendi öz varlığımızın” ancak “hayali yansısı” olduklarını belirtiyordu. Feuerbach’ın bu açıklamasıyla “büyü bozulmuştu; Hegelci “ ‘sistem’ parçalanmış ve bir kenara atılmıştı, çelişki çözümlenmişti, çünkü yalnız imgelemde vardı.” Üstün varlıkların ve Fikrin yerini doğa, madde almıştı. Engels bu kitabın üzerlerinde yarattığı etkiyi -eleştirel bakışları saklı kalmak kaydıyla- dönüşümsel nitelikte görür:

“Bu kitap hakkında bir fikir edinmek için, onun özgür kılıcı etkisini bizzat yaşamış olmak gerekir. Coşku herkesi sardı: biz hepimiz, birden bire ‘foyerbahçı’ olduk. Kutsal Aile’yi okurken, Marx’ın yeni görüş tarzını nasıl bir coşkuyla selamladığını ve –bütün eleştirici kayıtlarına karşın- ondan ne derece etkilendiği görülebilir.” (4)

Abartılı yanlarına karşın büyük bir okur kitlesi oluşturan Feuerbach’ın bu kitabı, Hegel’in soyut ve çelişkili düşüncelerinin egemenliğinin kırılmasında büyük bir rol oynar ama çözülme durumuna sokulan Hegelcilik Feuerbach’ın eleştirisi ile tam bir yenilgiye uğratılamaz. Feuerbach, Hegelci sistemi bütünüyle parçalayıp bir tarafa atmıştı ama Alman toplumu üzerinde büyük etki yaratmış olan bu okulu bütünsel olarak “aşmak” gerekirdi.

Tam bu sıralarda patlayan 1848 Devrimi, Hegelcilikten başka Feuerbach’ın düşüncelerini ve her türlü felsefeyi bir tarafa atmış ya da arka plana itmiş olması gerçeğine karşın; bu durum Feuerbach felsefesinin önemini ortadan kaldırmaz. Onun felsefesinin başlıca önemi ve içeriği Hegel’in idealizminden kesin olarak kopması ve maddeciliği kabul edip savunmasında saklıdır.

Feuerbach’ın Hegel idealizminden kopup materyalizmi savunmasının felsefe tarihindeki önemini ve içeriğini anlamak için Engels’e ve Lenin’e başvuralım:

Engels’in “Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu” isimli kitabında belirttiği gibi; tarihi boyunca “felsefenin büyük temel sorunu, düşüncenin varlık ile ilişkisi sorunu” oldu. Düşüncenin varlıkla, tinin (ruh) doğayla ilişkisi sorunu, felsefenin bu en temel sorununun köklerini insanlığın ilkellik çağının kısıtlı ve bilinçsiz kavrayışında aramak gerekir. Din de insanlığın bu bilinçsiz kavrayışına dayanır. Bu sorun Avrupa toplumunun Hıristiyan ortaçağının “uzun kış uykusu”ndan uyanmaya başlamasıyla, reform ve aydınlanma hareketiyle ortaya konulmaya başlandı. Ortaçağ boyunca düşüncenin mi yoksa varlığın mı önce geldiği sorunuyla, tinin mi yoksa doğanın mı temel öge olduğu sorunu, kilise yönünden şu biçimi almıştı: dünya Tanrı tarafından mı yaratılmıştı, yoksa öncesizlik boyunca var mıydı?

Engels’in ifadesiyle bu soruya verdikleri cevaba göre filozoflar iki büyük gruba ayrıldılar: Tinin doğadan önce olduğunu savunanlar, ne türden olursa olsun sonuçta dünyanın yaratıldığını kabullenenler ki bunlar idealizm kampını oluşturanlardı. Karşı kampı oluşturanlar, doğayı temel öge olarak görenler, bunlar materyalizmin farklı okullarında yer almaktaydılar.

Engels’in diyalektik materyalizmin temel taşlarını ortaya koyan bu görüşünün Lenin’in altını kalın çizgilerle nasıl çizdiğini V. Çernov gibi ampiryokritikçilerle yaptığı tartışmada net bir biçimde görüyoruz:

“Engels, Ludvig Feuerbach’ında idealizm ile materyalizmin temel felsefe akımları olduklarını bildirir. Materyalizm doğayı birinci etken, ruhu ikinci etken sayar; varlığı birinci plana, düşünceyi ikinci plana koyar. İdealizm bunun tam tersini yapar. Engels, idealizmin ve materyalizmin ‘çeşitli okulları’nın filozoflarının bölündüğü bu ‘iki büyük kamp’ arasındaki köklü ayrımı temel taş olarak alır,…” (5)

Engels, “ Ama düşüncenin varlıkla ilişkisi sorununun bir başka yönü daha vardır” dedikten sonra önemli bir sorunla ilgili soruları ortaya atar: “bizim çevremizdeki dünya hakkındaki düşüncelerimiz ile bu dünya arasında nasıl bir bağıntı vardır? Bizim düşüncemiz gerçek dünyayı bilebilecek durumda mıdır? Gerçek dünyaya değgin tasarımlarımızda ve kavramlarımızda gerçekliğin doğru bir yansısını verebilir miyiz?” (6)

Lenin’in de üzerinde durduğu bu soruya Engels, “Filozofların büyük çoğunluğu buna olumlu biçimde yanıt verirler” diyerek, bu büyük çoğunluğun içine tüm materyalistlerden başka, Hegel başta olmak üzere “katıksız idealist” filozofları da katar. “Örneğin Hegel’de bu olumlu yanıt kendiliğinden ortaya çıkar” der Engels ve şöyle devam eder: “çünkü gerçek dünya bizim bildiğimiz şey, kesinlikle onun, fikre uygun içeriğidir, bu da, mutlak Fikrin ilerleyici bir gerçekleşmesi dünyayı yapar; o mutlak Fikir ki bütün öncesizlik boyunca, dünyadan bağımsız olarak ve dünyadan önce bilinmeyen bir yerde var olmuştur; oysa apaçıktır ki, düşünce daha önceden, fikirden meydana gelen bir içeriği bilebilir. Gene apaçıktır ki, burada tanıtlanması sözkonusu olan, daha önceden, öncüller içinde örtük (zımnen) bulunan içeriktir.” (7)

Engels, Hume ve Kant (*) gibi felsefenin gelişmesinde çok önemli rolleri olan filozofların da “dünyayı bilmenin olanaklı olduğunu, en azından derinliğine bilmenin olanaklı olduğunu kabul” etmediklerini belirtir. Hegel, özellikle Mantık isimli eserinde Hume ve Kant’ın felsefesini, idealist görüş yönünden olabildiği kadarıyla eleştirmiştir. Feuerbach’ın materyalist açıdan buna eklediğinin, “derin olmaktan çok nükteye” dayandığını belirten Engels, bu idealist düşünürlerin felsefi saplantılarının “en çarpıcı çürütülmesi”ni sağlayacak şeyin “bütün öteki saplantılarda olduğu gibi, pratik” ve “özellikle deneyim ve sanayi” olduğunu söyleyerek, “kendinde şeyler”in bizim için şeyler haline geldiğini ortaya koyar. Yani bilinmeyenler ya da varsayımlar, deneyle, bilimsel araştırmalarla kanıtlanınca bilinen şeyler haline gelmektedir. Bir zamanlar insanlar dünyanın düz olduğunu sanıyorlardı. Yuvarlak olduğu var sayımını ortaya atanları kâfir ilan ediyorlardı. Ama yuvarlak olduğu varsayımı bilimsel-deneysel olarak kanıtlanınca bu çevreler suspus oldular. (8) (**)

Engels, “Descartes’tan Hegel’e, Hobbes’dan Feuerbach’a giden bütün bu dönem boyunca, filozoflar, sanıldığı gibi, hiç de saf fikrin gücüyle ileri” itilmediklerini, aksine “Gerçekte onları ileri iten şey”in “özellikle doğa bilimindeki ve sanayideki gitgide daha coşkunlaşan büyük ilerlemedir.” diyerek gelişmeyi, ilerlemeyi sağlayan etkenin idealistlerin söylediği gibi saf düşüncenin ya da ruhun gücü olmadığını, ilerlemeyi pratiğin-deneyin ve bilimin sağladığını ortaya koymaktadır. “Materyalistlerde, bu, hemen yüzeyde kendini gösterir, ama idealist sistemler de gitgide daha çok olmak üzere materyalist bir içerik kazanmışlar ve kamutanrıcılı (panthéiste) görüş açısından tin ile madde arasındaki aykırılığı o şekilde uzlaştırmaya çalışmışlardır ki, Hegel’in sistemi, yöntemine ve içeriğine göre, idealist bir biçimde başüstü konulmuş bir materyalizmden başka bir şey değildir.” (9)

Devam edecek

 

Dip Notlar

(1)Friedrich Engels, Ludwig Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu, s.10, Sol Y. İkinci baskı-1979, Ankara)

(2)Felsefe Sözlüğü, İvan Frolov-Bilimler Akademisi, s.174, Cem Y.

(3)Engels, age, s.22

(4)Engels, age, s.22

(5)V. İ. Lenin, Materyalizm ve Ampiryokritisizm, s.100-101, Sol Y. İkinci baskı-Nisan 1988-Ankara

(6)Engels, L. Feuerbach, s.26

(7)Engels, L. Feuerbach… s.26-27

(8)Engels, L. Feuerbach, s.27, 28

(*)Bu idealist filozoflardan Kant’ın felsefesinin farkını Machcılarla giriştiği tartışmada Lenin ortaya koyar. Lenin, bu klasik Alman felsefecisinin yani Kant’ın felsefesinin başlıca özelliğinin “materyalizmle idealizmi bağdaştırması, bunlar arasında bir uzlaşma sağlaması, felsefenin birbirine karşıt ayrı ayrı iki akımını bir tek sistem içerisinde birleştirmesi” olduğunu belirttikten sonra şöyle devam eder: “Kant, bizim dışımızda, bizim tasarımlarımıza uygun düşen bir kendinde şeyi kabul ederken bir materyalist gibi konuşur. Ama o, bu kendinde şeyin bilinemez, aşkın, dünya ötesinde yer almış olduğunu açıklarken de, bir idealist olarak konuşur. Kant, bizim bilgilerimizin tek kaynağının deneyde, duyumlarda olduğunu kabul ederken, felsefesini duyumculuğa doğru yöneltmektedir ve duyumculuk yoluyla da, belli koşullar altında materyalizme doğru yöneltmektedir. Uzayın, zamanın, nedenselliğin önselliğini kabul etmekle de Kant, felsefesini idealizme doğrultmaktadır. Bu ikili oyun, Kant’a, hem tutarlı materyalistlerin, hem de (Hume çeşidinden ‘salt’ bilinemezciler dahil) tutarlı idealistlerin kendisine acımasız bir savaş açmasına malolmuştur.” (V.İ.Lenin, Materyalizm ve Ampiryokritisizm, s.215-216, Sol Y.)

(**)Buradaki “bilinmeyenler ya da varsayımlar, deneyle, bilimsel araştırmalarla kanıtlanınca bilinen şeyler haline gelmektedir” ifadesindeki “deney” kavramını “idealist ve maddeci Amprizim”le karıştırmamak gerekir. Yukarıda kastedilen bilimsel deney ve gündelik hayatımızdaki deneyimler-pratiktir. Oysaki amprizimin hatalı yanları vardır: Amprizimde, duyusal olarak bilmenin, deneyimin rolünün metafizik biçimde abartılması söz konusudur. Bilginin edinilmesinde bilimsel soyutlamanın ve kuramların rolü küçümsenir, düşüncenin görece bağımsızlığı ve etkin rolü görmezden gelinir. Bu amprist anlayış ele alınınca akla kaba maddecilik ve kaba sosyalizm gelmektedir. Bu konular ayrıca ele alınmalı.

(9) Engels, L. Feuerbach, s.28

 

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir