Erdoğan’ın liderliğindeki AKP’nin üst örgütü NATO’dur, DP’li Menderes ve ANAP’lı Özal’da olduğu gibi…
Türkiye’de 1950’den bu yana iktidara gelen sağ partiler, zaman zaman çoğu iç politikaya dönük itiş kakışa rağmen sonuçta ABD ve NATO’nun siyasal, askeri ve ekonomik isteklerine boyun eğdiler, stratejilerine uyum sağladılar.
AKP kuruluşundan beri NATO’nun ve dolayısıyla ABD’nin ana politikalarının ve stratejilerinin dışına çıkmadı. Zaman zaman NATO’nun bazı politikalarına iç siyasette iş yaptığı için karşı çıkıyor gibi davranmış olsa da sonuçta bu politikalara uyum sağladı. Son olarak İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya girme taleplerine önce “sert biçimde” karşı çıkarak ülke içine dönük propagandasını yaptı, ama sonuçta ABD’nin bastırması karşısında geri adım atarak bu isteği kabul etti. Böylece emperyalizme ya da onların ifadesiyle “dış güçlere” karşı direnmeyi değil, bir kez daha dünyanın en sömürgeci, en yayılmacı örgüt ve devletleriyle işbirliği içine girmeyi tercih etti.
Bilindiği gibi Erdoğan, bir süredir, İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya üye olma isteklerini, teröre karşı tutumlarını ve savunma alanında Türkiye’ye yönelik getirdikleri kısıtlamaları öne sürerek karşı çıkmaktaydı. Erdoğan’ın bu istekleri veto edeceğini söylemesini ciddiye alanlar, ABD Başkanı Biden’ın açtığı son telefonla boşa düştüler. Yıllar önce Türkiye’nin “NATO toprağı” olduğunu söyleyen Erdoğan’ın bu örgütü güçlendirecek bir gelişmeye esastan karşı olabileceğini düşünmeleri bir öngörüsüzlüktü. Erdoğan’ın NATO’ya bağımlılığı bununla sınırlı değildir, iktidarı boyunca bağımlılığının birçok örneğini verdi:
– 2009’da AKP, iktidarı Fransa’nın NATO’nun askeri kanadına dönüşüne onay verdi. Oysaki zamanın Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy Türkiye karşıtı politika izlemekte ve bunun karşısında da Türkiye Fransız mallarını göstermelik de olsa “boykot” etmekteydi.
– Yine aynı yıl AKP, Rasmussen’in NATO genel sekreterliğini onayladı. Oysaki Erdoğan, Danimarka’dan yayın yapan PKK’nin Roj TV’si, İslam ülkelerinde tepki gören “karikatür krizi” ve Danimarka’nın Türkiye’nin AB’ye girişine karşı çıkışı nedeniyle Rasmussen’i onaylamayacaklarını söylüyordu. Genel sekreter yardımcılığının bir Türk’e verilmesi gibi göstermelik bir taviz karşılığında bütün iddialar bir kenara bırakıldı ve Rassmusen’in Genel Sekreterliği kabul edildi.
-2011’de Erdoğan, “Libya’da NATO’nun ne işi var” dedikten sonra bu ülkeye karşı Batılı ülkelerin başlattığı askeri operasyona savaş gemileriyle destek vererek mazlum bir ülkenin parçalanmasına ve Kaddafi’nin öldürülmesine katkı koydu.
– 2016’da AKP, İsrail’in NATO merkezinde sürekli ofisi olmasını onayladı. Bu dönemde İsrail ile ikili ilişkiler en azından görünüşte olumsuz düzeydeydi.
– 2019’da AKP, ABD’nin NATO Baltık Planı’nı kabul etti. Oysa Erdoğan, “NATO, YPG’yi terör örgütü olarak kabul etmezse Baltık Planı’nın karşısında oluruz” demişti ama “YPG’yi terör örgütü” olarak gören olmadığı halde Rusya’ya karşı geliştirilen bu planı Erdoğan yönetimi kabul etti.
AKP iktidarı önce içeriye dönük propaganda için dışarıya efeleniyor, “dış güçler”, “üst akıl” edebiyatı yapıyor ama sonra ABD ve NATO’nun isteklerini kabul ediyor. Bu arada söz konusu propagandayı her seferinde savunanlar ve yiyenler de eksik olmuyor!
***
2022 Haziran ayının son günlerinde Erdoğan, ABD Başkanının telefonuyla “veto ederim” dediği İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya üyelik isteklerini kabul etti.
Üç ülke arasında bir memorandum imzalandı. Anlaşmazlığa neden olan sorunların giderilmeye çalışıldığı belirtilen bu belgede “Finlandiya ve İsveç, PKK’nin yasaklanmış bir terör örgütü olduğunu teyit eder” denilmektedir. İsveç ve Finlandiya zaten ABD gibi PKK için “terör örgütü” diyordu, şimdi bunu bir kez daha tekrarlayarak ne değişmiş oldu?
Burada önemli olan PYD/YPG ve FETÖ’ye karşı ne dedikleridir. Çünkü NATO’nun patronu ABD, PKK ile PYD/YPG’nin “farklı” olduğunu söyleyerek PYD/YPG’ye milyonlarca dolarlık askeri vd. yardım yapmaktadır. Türkiye ise “PYD, PKK’nin Suriye koludur, YPG de PYD’nin askeri örgütüdür” ve elebaşı ABD’de üslenen FETÖ’ye de “terör örgütü” demektedir. Bunun karşısında İsveç ve Finlandiya ne diyor? Bu belgenin 4. Maddesinde; “Finlandiya ve İsveç, PYD/YPG ve Türkiye’de FETÖ olarak tanımlanan örgüte destek sağlamayacaklardır” deniyor.
Memorandumun 5. maddesinde PKK için “yasaklanmış terör örgütü” denirken 4. maddede PYD/YPG ve FETÖ için “terör örgütü” değil, “örgüt” denilmektedir. Erdoğan’a kabul ettirilen bu memorandum ile Türkiye bir kez daha atlatılmakta, elindeki koz ABD başkanının baskısıyla boşa çıkarılmaktadır.
AKP yöneticilerinin ve yandaşlarının kamuoyunu bütün yanıltma çabalarına karşın bu memorandum ile sunulmaya çalışıldığı gibi bir “başarı” elde edilemediği Finlandiya Cumhurbaşkanı Sauli Niinistö’nün, Türkiye ile imzalanan üçlü memorandumda YPG’den “terör örgütü” olarak söz edilmediğini açıklamasıyla da ortaya çıkmıştır.
Sonuç olarak Madrid’deki üçlü memorandum, Türkiye için bir yenilgi olurken, ABD emperyalizmi için ise kazanımdır. ABD, Türkiye’yi NATO’nun genişlemesi için Finlandiya ve İsveç ile uzlaştırarak, daha doğrusu adım atmaya mecbur ederek kazanan taraf olmuştur.
Her ne kadar Türkiye sonuçta ABD’ye bağımlı bir ülke de olsa (bu ilişkiye “müttefik” olma durumu diyenler de var) emperyalizm fırsatını yakalayınca hegemonyası altındaki ülkeye de diz çöktürmekten geri durmaz. Burada eskiden beri uyguladığı politikanın bir türevine başvurmuştur. Henry Kissinger, Truman’ın başkanlığının “en gurur duyduğu yanı”nın ne olduğu sorusuna şöyle cevap veriyor: “Düşmanımızı tam anlamıyla yenilgiye uğrattıktan sonra onları uluslar topluluğuna geri getirmemiz. Bunu bir tek Amerika’nın yapacağını düşünmek hoşuma gidiyor” dedikten sonra Kissinger, Truman’ın “Amerika’nın zaferlerinden çok, uzlaşmalarıyla hatırlanmak” istediğini ve “Truman’dan sonraki başkanların hepsinin bu çizginin bir çeşidini” izlediğini belirtiyor. Bu açıklamayı, ABD emperyalizminin 21’inci yüzyıl yayılmacılığına ve hegemonyacılığına da ışık tutması yönünden değerlendirebiliriz. (Henry Kissinger, Dünya Düzeni, s. 11, Boyner Y. 2014)
***
2022 Haziran’ının son günlerinde Madrid’de yapılan zirveyle NATO dünyanın ezilen milletleri için daha tehlikeli bir hale geldi. Bu zirveden sonra emperyalist kapitalist sistemin daha da saldırganlaşacağı anlaşılmaktadır.
Soğuk savaşın bitiminden sonra işlevsizleştiği kanısı yayılan NATO 2010 yılındaki Stratejik Konsept Belgesi’nde Rusya için “gerçek bir stratejik ortaklık” isteğinden söz ediliyor ve “NATO-Rusya iş birliği, ortak bir barış, istikrar ve güvenlik alanı yaratmaya katkıda bulunduğu için stratejik öneme sahiptir” deniliyordu. 12 yıl önce yayınlanan bu belgede konvansiyonel bir saldırı tehdidinin düşük olduğu da belirtiliyordu. Bu tarihten 9 yıl sonra daha da ileri giden Fransa Cumhurbaşkanı Macron, NATO’nun “beyin ölümü”nün gerçekleştiğini söyledi. Ancak Çin’in özellikle hızlı ekonomik gelişimi, Şangay İşbirliği Örgütü ve BRİCS ülkelerinin büyüyen ekonomik güçleri ABD’yi ürkütmeye başladı, bu ve benzer nedenlerle Çin’i çevreleme hareketine girişti. ABD emperyalizminin Rusya’yı ise daha yakın bir tehlike olarak görmeye başlaması NATO ile ilgili politikaların değişmesini hızlandırdı. Neredeyse bütün Doğu Avrupa ülkelerini kapsayan NATO en son Ukrayna’yı da içine almaya kalkıştı. Bu gelişmeyi kendi güvenliğine karşı bir girişim olarak gören Rusya, Ukrayna’ya karşı harekâta girişti. ABD ve müttefiki Batılı devletler, bu harekâtı Rusya’yı güçsüz düşürmenin ve NATO’yu güçlendirmenin bir fırsatı olarak değerlendirmeye başladılar. Bu arada Biden, Soğuk Savaş döneminde bile NATO’ya üye olmayan İsveç ve Finlandiya’nın güçlendirmeyi amaçladıkları NATO’ya katılımlarını yeni stratejinin tarihi bir fırsatı olarak görüyordu.
İşte AKP Türkiye’si, önümüzdeki dönemde dünyanın en stratejik yerlerinin kontrolünü amaçlayan, çok kutupluluğa, ekonomik, askeri ve siyasal rekabete tahammül edemeyen emperyalizmin istekleri doğrultusunda bu üçlü memorandumu imzalamak durumundaydı ve Erdoğan’ın bundan geri dönüşü de mümkün görünmemektedir.
Madrid zirvesinden sonra NATO’nun öncelik Rusya’da olmak üzere, Çin’e karşı da yeni hamleler için hazırlıklara girişeceği anlaşılmaktadır. İsveç ve Finlandiya’nın katılımından başka NATO Genel Sekreteri Stoltenberg’in açıkladığı, Mukabele Gücü’nde dönüşüm yaparak hızlı müdahaleye hazır durumdaki asker sayısını 40 binden 300 bine çıkarma planı bu yeni gelişmenin somut işaretidir. Ayrıca ilk kez bir NATO zirvesinde İndo-Pasifik ülkeleri olan Avustralya, Japonya, Yeni Zelanda ve Güney Kore yöneticilerinin de yer alması bu örgütün yeni hedeflerini göstermesi bakımından önemlidir.
Geçtiğimiz Haziran başlarında NATO Askeri Komite Başkanı Amiral Rob Bauer ile Japonya Genelkurmay Başkanı General Yamazaki Koji’nin yaptıkları görüşmede küresel güvenliğe katkı sağlamak amacıyla ikili ilişkilerin güçlendirilmesi konusunda anlaştıkları açıklanmıştı. Bu görüşmede Japonya Genel Kurmay Başkanı, “Avrupa ve Hint-Pasifik güvenliği ayrılmaz” diyerek NATO ile işbirliğine vurgu yapmıştı.
Bu dört Asya-Pasifik ülkesinin de davetli olduğu Madrid zirvesinde kabul edilen NATO’nun yeni Stratejik Konsept belgesinde Ukrayna’daki savaşın, NATO’nun güvenlik ortamını ciddi olarak değiştirdiği ve ittifakın temel amacının 360 derecelik bir yaklaşıma dayalı kolektif savunmayı sağlamak olduğu belirtildi.
Rusya’nın en büyük tehdit olarak görüldüğü bu stratejik konsepte göre; “ Rusya, müttefiklerin güvenliğine yönelik en önemli ve doğrudan tehdittir. Zorlama, yıkma, saldırganlık ve ilhak yoluyla etki ve doğrudan kontrol alanları oluşturmaya” çalışmaktadır. Belgede Rusya’nın bu amaçlarına ulaşmak için NATO müttefiklerine ve ortaklarına karşı geleneksel yöntemlerin yanı sıra siber ve hibrit araçlar kullandığı ifade edilmektedir.
Çin’e karşı da tavır alınan NATO’nun bu yeni stratejik konsept belgesinde “Çin’in hırsları ve zorlayıcı politikaları, çıkarlarımıza, güvenliğimize ve değerlerimize meydan okuyor. Çin küresel ayak izini ve proje gücünü artırmak için geniş bir yelpazede siyasi, ekonomik ve askeri araçlar kullanırken, stratejisi, niyetleri ve askeri birikimi hakkında belirsizliğini koruyor” denilmektedir.
Çin’in kötü niyetli hibrit ve siber operasyonları, çatışmacı söylemi, dezenformasyonuyla müttefikleri hedef aldığının iddia edildiği bu belgede, NATO’nun güvenliğine zarar verdiği ileri sürülmektedir.
Çin ile diyalog kanallarının açık olduğunun da belirtildiği belgede, “İttifak’ın güvenlik çıkarlarını korumak amacıyla karşılıklı şeffaflık oluşturmak da dahil olmak üzere, Çin ile yapıcı ilişkilere açığız” ifadesine yer vermekten de geri durulmuyor.
Belgede Çin’in de nükleer cephaneliğini hızla genişlettiği, şeffaflıktan uzak tutum içinde olduğu kaydedildi ve müttefiklerin Çin’den yönelen tehditlere karşı daha yüksek farkındalık ve sorumlulukla birlikte çalışacağı bildirilerek bu ülkeye karşı tehditkâr bir dil kullanıldı.
Ayrıca belgede İran ve Kuzey Kore’nin nükleer ve füze programlarını geliştirmeye devam ettiği, Suriye’deki Esad yönetiminin, Kuzey Kore ve Rusya’nın devlet dışı aktörlerin yanı sıra kimyasal silah kullandığına da değinilerek hedef ülkeler ve alanlar genişletildi.
NATO bu yeni konsepti ile ilgi alanını Kuzey Afrika, Orta Afrika (Sahel bölgesi), Orta Doğu ve Uzak Doğu’ya kadar genişletmekle kalmıyor uzaya da el atıyor. Belgede, NATO’nun, uzayda ve siber uzayda etkin şekilde çalışma yeteneğini geliştireceği de belirtiliyor.
Enerji güvenliğinin artırılacağına da vurgu yapılan belgede, istikrarlı ve güvenilir enerji arzına, tedarikçilere ve kaynaklara yatırım yapılacağının altı çizildi.
Müttefiklere yönelik hibrit operasyonların silahlı saldırı düzeyine ulaşabileceği ve NATO’nun Kuzey Atlantik Antlaşması’nın 5. Maddesi’ni gündeme getirmesine yol açabileceğine işaret edilen belgede, “Ortaklarımızı hibrit zorluklara karşı koymaları için desteklemeye devam edeceğiz ve AB gibi diğer ilgili aktörlerle sinerjileri en üst düzeye çıkarmaya çalışacağız” ifadesine yer verildi.
Madrid belgesinde, NATO’nun nükleer kapasitesinin temel amacının barışı korumak ve saldırganlığı caydırmak olduğu ileri sürülmekle birlikte; “Nükleer silahlar benzersizdir. NATO’nun nükleer silah kullanmak zorunda kalabileceği koşullar son derece uzak. NATO’ya karşı herhangi bir nükleer silah kullanılması, bir çatışmanın doğasını temelden değiştirecektir. İttifak, bir düşmana kabul edilemez ve herhangi bir düşmanın elde etmeyi umabileceği faydalardan çok daha ağır basan maliyetler getirme yeteneğine ve kararlılığına sahiptir.” denilerek karşısına aldığı ülkelere aba altından nükleer silah sopası göstermekten de geri durulmamaktadır.
NATO’yu Atlantik-Avrupa bölgesinin askeri-siyasal örgütü olmanın ötesine götüren, Hint-Pasifik’e ve Afrika’ya uzanan yeni bir güç haline sokmayı hedefleyen Madrid Konseptinde nükleer caydırıcılığa da başvurulmaktadır. Önümüzdeki dönemde NATO’nun nükleer gücünü Rusya ve Çin’e karşı bir tehdit unsuru olarak daha fazla öne çıkaracağı anlaşılmaktadır. Soğuk Savaş döneminde nükleer silahlanmanın insanlık için yaratacağı büyük tehlikeyi ilk kez Küba Krizi sırasında gören ABD ve SSCB bu silahları sınırlandırmaya ve kontrol altında tutmaya yönelmişlerdi. Fakat NATO bu yeni konseptiyle nükleer silahlanma alanındaki eski alışkanlıkları yıkacağa benzemektedir. Bu yöndeki olumsuz bir gelişme dünyayı iklim krizinden de daha beter sorunların içine yuvarlayacak ve hatta insanlığın sonunu getirecek potansiyele sahiptir.
Bütün bu olumsuz gelişme ihtimallerine karşın yeni bir dünya savaşının çıkmayacağını, tarihten ders almasını bilen dünyanın aklıseliminin galip geleceğini düşünmek durumundayız. Avrupa’nın ateşe atılmasını isteyen Zelenski ve NATO’nun güçlendirilmesini savunan “NATO solcusu” Zizek gibilerinin bütün kışkırtmalarına rağmen hem Batı’nın hem de Rusya’nın deneyimli halkları emperyalizmin maceracı politikalarına geçit vermeyeceklerdir. Putin gibi deneyimli bir politikacı da bu büyük tehlikeyi göz ardı etmeyecektir. Öte yandan Putin, Erdoğan’ın NATO’nun “üst aklı”nın peşine takılmasına karşın Türkiye’yle köprüleri bütünüyle atmayacaktır. Turizm ve gıda ticareti gibi alanlarda geçici kısıtlamalar yapabilir, ancak Türk halkı ile Rus halkı arasında gelişen dostluğa zarar verecek adımlar atmayacağı daha yüksek olasılıktır.
***
Sonuç olarak, NATO Madrid zirvesiyle Biden’ın belirttiği şekilde “stratejik bir yenilenmeden” geçmeye yönelmiştir. Başta Avrupa için tehlike oluşturduğu ileri sürülen Rusya olmak üzere, Çin’in de ABD’nin koyduğu kurallara uymadığı bahane edilerek bu iki ülke hedef tahtasına oturtulmaktadır.
Özellikle Rusya ve Çin başta olmak üzere dünyanın gelişen ülkeleri karşısında güç yitiren ABD, çok kutuplu bir dünya istememekte ve 21’inci yüzyılın ikinci çeyreğinde yeniden “küresel güç” olmak istemektedir. Bunun için NATO’yu büyütmek ve güçlendirmek istemekte, önüne bu gelişen büyük ülkeleri hedefleyen stratejiler koyarak hegemonyasını genişletmeyi planlamaktadır. Bu emperyalist planın gerçekleşmesi uğruna milyonlarca insanın hayatını yitirmesinin, şehirlerin yok olmasının, kitlesel göçlerin, halkların daha da yoksullaşmasının, salgın hastalıkların, dünya ikliminin daha fazla bozulmasının vb. hiçbir değeri yoktur.
Madrid belgesinde Orta Doğu, Balkanlar, Karadeniz ve Kuzey Afrika’yla da yakından ilgilenileceğinin belirtilmesi, Türkiye’nin NATO için vaz geçilmez olduğunu bir kez daha ortaya koymaktadır. Bu, Türkiye’nin emekçi sınıflarının ve ezilen bütün halk kesimlerinin yeni anti-demokratik saldırılarla, daha fazla yoksullaşmayla karşı karşıya kalacağı anlamına gelmektedir. Erdoğan’ın ise iktidarda kalmanın çaresini NATO’nun bu yeni saldırgan politikalarında arayacağı anlaşılmaktadır.
Hiç şüphesiz emperyalistlerin bu kötülük dolu planlarının karşısında dünyanın ezilen, hedef haline getirilen milletleri de kalkınmanın, adaletin, demokrasinin ve eşitliğin planlarını yapacaklardır. Emperyalizmin saldırganlığına, yayılmacılığına, gericiliğine, sömürgeciliğine karşı devrimci demokrasi ve sosyalizm güçleri direneceklerdir.