Search
Close this search box.

Özgürlük ve Demokrasi Yolunda-Mehmet Kemal Aladağ

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

AKP iktidarı eliyle cumhuriyetin tasfiye edilişi esas olarak ideolojik niteliğiyle ön almış bir

 süreçtir ve bu sürecin ideoloji yapıcıları da, ciddi hiçbir devrimci karşı çıkışın olmadığı koşullarda meydanı boş bularak kendilerine yer edinmiş olan kariyerist “solcular” ile yarı aydın, entelektüel bozuntusu sol-liberallerdir. Artık bugün bu gerçekleri cesaretle söyleyebilmeliyiz.

ÖZGÜRLÜK VE DEMOKRASİ YOLUNDA

BAĞIMSIZ HALK HAREKETİ

Gezi direnişinin fitilini ateşlediği Haziran Halk Ayaklanması, ülkemizin 12 Eylül’den sonra tanık olduğu en yaygın kitlesel eylemler zincirini ortaya çıkardı. Bu kitleselliğin görkemi, onun bir parçası olduğu ve politik içeriğini taşıdığı sürecin kendisini gözlerden gizlememelidir. AKP hükümetinin, “Büyük Ortadoğu Projesi” taşeronluğundan projenin patronları ABD-İsrail tarafından “azledildiği” ve Reyhanlı Katliamının gerçekleştiği Mayıs ayı itibariyle, esas olarak emperyalizmin siyasi ve mali desteğiyle ayakta duran iktidar bloğunun çatırdadığının sinyalleri alınabilmekteydi. ABD’nin garantörlüğünde, Katar ve Suudi Arabistan sponsorluğuyla şişirilmiş bir sıcak para balonu şeklinde görünen ve aslında stratejik bir tercih sonucu dengede tutulan Türkiye ekonomisinin nesnelliğini, pazarlığın tarafı olduğu için yakından bilen hükümet, iktidarını tahkim etmek için can havliyle politik hamleler yapmaya çalıştı. Emperyalizmle pazarlık masasına politik gücünü ortaya sürerek oturmuş bir hükümet için en beklenen hamle, rüştünü ispat etmek amacıyla kendini yeni sürece göre konumlayarak iktidarını tahkim etmek olacaktı. Ancak, cumhuriyetin tasfiyesi sürecinde asıl planlamayı yapan ve tasfiyeyi zamana yayarak her aşamada farklı bir taktiği hayata geçirerek mevcut bütünlüklü stratejik hattı çizen de, bizatihi “bilgiye hükmeden” ABD emperyalizminin uzmanlarıydı. Değişen Ortadoğu dengelerinde hükümetin meşruiyetini dayandırdığı içsel tutamak olan dinsel-gericiliğin sürekli kendini yeniden üreterek derinleşen ve Tayyip Erdoğan’a padişahlık rüyaları gördüren tahakküm edici niteliğiyle, ABD’nin, radikalleşen her türden halk hareketini kontrol altında tutmak amacıyla işlevselleştirip model haline getirmeye çalıştığı ılımlı islam projesi bu süreçte paradoksal bir çatışmaya girdi. Tayyip Erdoğan hükümeti, finansörü ve akıl hocası emperyalizme kendini zorla kabul ettirebileceğini sandı ve örneğin, Suriye’de Esad karşıtı ABD projesini, Özel Suriye Ordusu yanlılarını radikal islamcı örgütler koalisyonuna dönüştürerek “tehlikeli” bir mecraya soktu. İçteki meşruiyetini tahkim etmek ve “safları sıklaştırmak” içinse tipik bir anti-komünizm politikasına soyundu. Ard arda gelen alkol satışı yasağı, “iki ayyaş” söylemi, üçüncü köprüye Yavuz ismi verilmesi gibi hareketler, çatırdamaya başlayan iktidar bloğunun içsel bütünlüğünü korumak amacıyla, esas çekirdeği oluşturduğu düşünülen “muhafazakâr” kitleyi bir arada tutmaya ve ABD’ye “ben buradayım” mesajı vermeye dönük girişimlerdi. Ancak, hükümet güçler dengesini yanlış okudu ve uzun sürecek bir meşruiyet krizinin eşiğine kadar geldi.

Emperyalizmin bölgesel planlamaları uzun vadeli ve çok değişkenli bir yapı arz eder. Süreç içerisinde farklı alternatifler ortaya çıkar/çıkartılır veya bazı dinamikler sistematik olarak güçlendirilir ya da zayıflatılır. Sovyetler Birliği’ni çevrelemek ve Afganistan’a müdahaleye zorlamak için sabırla, inatla fırsat kollayan ABD (ki şimdi aynı şeyi Çin’e yapmaya çalışıyor, ama Çin stratejik düşüncesinin derinliği bu kuşatmaya engel olabilir, ya da belki Çinliler Ruslardan daha iyi birer Clausewitz okurudur, kim bilir), bu ülkenin gücünü yavaş yavaş tüketti ve onu parçaladı. Ama bu uzun yıllar aldı, pek çok farklı alternatif denendi, bazı dinamikler devre dışı bırakıldı ya da yedekte tutuldu. Bu denemeler, ABD’yi, bir ülkede iktidar bloğunun dayandığı hassas güç dengelerinin analizi ve onun nasıl sarsılacağı (ekonomik yapı ile siyasal iktidar arasındaki dolayım ilişkilerinin çözümlenmesi ve yapının sistematik biçimde krize sokulması) konusunda uzmanlaştırdı. Orta Asya’dan Balkanlara, Kafkasya’dan Latin Amerika’ya kadar (Şili örneği bilhassa dikkate değerdir) istenirse bu konuda onlarca örnek bulunabilir. Dolayısıyla, AKP hükümeti kısa sürede senaryosu değişmiş bir oyunda başrol oyuncusu gibi kalakaldı.  Dahası, hegemonyanın yönü ideolojiden zor’a doğru bir kayma gösterdi. Zira AKP’nin ideolojik tahkimatını oluşturan yapının asıl dayanak noktası, Türkiye’nin, çoğu emperyalizmle bağımlılık ilişkilerinden kaynaklanan yapısal sorunlarının yol açtığı şiddetli tarihsel sarsıntıların istismar edilmesiydi. Örneğin, 12 Eylül gibi hâkim sınıfları yeni bir güçler ittifakı manzumesi içinde konumlandırmaya yönelik bir açık faşizm döneminin neden olduğu fiziksel şiddet pratiği bile, emperyalizmin planlayıcılarının “akıldaneliği” yardımıyla istismar edilerek yeni hegemonya projesinde bir harç gibi kullanılmıştı (referandum dönemi hatırlansın). Bu süreçte, ne yazık ki kendilerine devrimci adını yakıştıran bir kısım zevat, pespayeliği ve rezilliği en uç sınırlarına kadar götürerek “Türkiye’de yarım kalmış burjuva devriminin AKP eliyle tamamlandığı” gibi “fantastik” tezlerle ortaya çıktı. Kısacası, mevcut çelişkiler, onların çözümü görüntüsü altında, cumhuriyetin çözülmesi için kullanıldı. Bu süreçte “zamanlama” mefhumu kritiktir, ileride bu konuyla ilgili bir yakın tarih çalışması yapılacak olursa, sıralamanın ve zamanlamanın nasıl planlandığı üzerinde özellikle durulmasının yararlı olacağını düşünüyorum.

Mahir Çayan, 12 Mart 1971 faşist darbesiyle 9 Mart cuntasının tasfiye edilişinin iç içe geçirildiği karmaşık süreci, hâkim sınıflar bloğunda bir iktidar devri olarak ele alır ve bu süreçte Kemalizmin küçük burjuva-radikal unsurlarının (ki Çayan, Kemalizmi esas olarak, küçük burjuvazinin en radikal unsurlarının emperyalizme karşı tavır alışının ideolojisi olarak alır ve ekler, Kemalizmi bir burjuva demokratik devrim olarak algılayan Kemalizm esprisinden hiçbir şey anlamamış demektir!) iktidardan tasfiye sürecinin başladığını söyler. Tasfiye süreci diyoruz, ama belirtelim, buradaki süreç vurgusu son derece önemlidir. Zira sınıf ilişkilerinde ve toplumsal yapıda (keza sosyal olaylarda) değişim bir süreç ve zamanla, adım adım ilerleyerek gerçekleşir. Nitekim hâkim sınıflar arasındaki güç ilişkilerinin ortaya çıkardığı ve nispi bir demokrasiye cevaz veren çatlak da, bu tasfiye sürecinde adım adım yok olacaktır. Bunun içinse, kapsamlı bir faşist darbe daha (12 Eylül) ve takip eden neo-liberal yapılanmayla birlikte devletin kalan kısmının da emperyalizmin tam denetimi altına girmesi gereklidir. Bu da cumhuriyetin tasfiyesine giden yolun konusudur. Mahir Çayan’ın düşüncesinde suni denge kavramsallaştırmasından ayrı olarak düşünülemeyecek nispi denge’deki değişimin analizinin, ayrı bir başlık olarak ele alınması ve günümüzü anlamak için işlevselleştirilmesi gerektiğini düşündüğümü parantezi kapatırken eklemeliyim.

AKP iktidarı eliyle cumhuriyetin tasfiye edilişi esas olarak ideolojik niteliğiyle ön almış bir süreçtir ve bu sürecin ideoloji yapıcıları da, ciddi hiçbir devrimci karşı çıkışın olmadığı koşullarda meydanı boş bularak kendilerine yer edinmiş olan kariyerist “solcular” ile yarı aydın, entelektüel bozuntusu sol-liberallerdir. Artık bugün bu gerçekleri cesaretle söyleyebilmeliyiz. Bu hususun tartışmamız açısından son derece kritik olduğunu da belirtmek isterim. Zira ülkemizde sol bu kadar dejenere hale getirilmiş olmasaydı, şüphesiz bu süreç böyle hızlı ve engelsiz ilerleyemeyecekti. Ne yazık ki, tam da bu sürecin planlayıcıları tarafından önceden öngörüldüğü için, ülkemizde gerçek anlamda sol ezildi ve devrimciler yıllarca hapishanelerde tutularak gelecek kuşaklarla aralarındaki bağlantının koparılmasına özen gösterildi. Ülkemizde devrimciliğin üzerinde yükseldiği yurtsever toprak, tam da bu nedenle erozyona uğratıldı. Adaptasyon teorilerle resmi ideoloji eleştirisine girişen sol-liberallerle, Kürtlerin tarihsel Mustafa Kemal antipatisi, Kemalizm düşmanlığı ortak paydasında ustalıkla birleştirildi. Biri teorisini yazdı, diğeri kitle desteğini sağladı. Üstüne emperyalizmin sınırsız maddi olanakları ve İslamcıların cemaat örgütlülüğü eklendi. İttifak böyle kuruldu ve süreç esas olarak Kemalizm düşmanlığı üzerine bina edildi. Bir süre sonra bu zehirli toprakta öyle çirkin bitkiler yetişmeye başladı ki, rengârenk çiçeklerimizi aldı götürdü. 12 Eylül öncesinden devreden demokrat miras, günümüzde anti-emperyalist niteliği giderek sönmeye yüz tutmuş olan “ulusalcı” bir mevziiye çekildi. Kemalizm düşmanlığı ise, 12 Eylül faşist darbesinin kullandığı türden bir “Atatürkçülük” edebiyatı eleştirisi üzerinden yürütüldü. 12 Eylül=Kemalizm analojisine gidildi ve halkın faşizme olan tepkisi, bizatihi faşizmin yaratıcıları tarafından kendi politikalarına alet edildi. Oysaki 12 Eylül faşizmi, Kemalizm’i araçsal olarak kullanmış, halkı doğrudan faşist bir darbeyle tamamen karşısına almak yerine bölerek aşama aşama sindirmeyi, devrimcileri halktan tecrit etmeyi yeğlemişti. Başka bir ifadeyle 12 Eylül’ün “Kemalizm” tercihi esas olarak halk muhalefetini bölmek için gündeme getirilen “ideolojik” bir tercihti. Tıpkı 12 Eylül referandumunu yapan AKP’nin araçsallaştırdığı Kemalizm eleştirisi gibi… İkisi de yeni bir rejimi dayatmak için farklı biçimlerde sonuna kadar kullanıldı. Ve ikisi de son derece planlı, sistematik biçimde yapıldığı için başarılı oldu. Bu iki saldırının ideolojik niteliği arasındaki işlevsel bağlantıyı kurmak,  kimlerin işine yaradığını sormak;  kimler tarafından planlandığını da aydınlatmak demektir. 12 Eylül’e gelmeden önce, faşist bir kuvvet komutanı (Namık Kemal Ersun) ve yüzlerce subayın katılımıyla yapılmak istenen faşist bir darbe teşebbüsü ortaya çıkarılmış ve bunu yapanlar derhal tasfiye edilmişti. Bunun nedeni, bu girişimin temel mantığının gizli işgal politikalarına açıkça ters olmasıydı. Başka bir deyişle, bizim gibi yeni sömürge karakteri taşıyan ülkelerde düşmanı cephede görmek, ezilen tarafa daima avantaj sağlar. Bu nedenle, örneğin Haydar Saltık gibi Alevi kökenli olduğu söylenen bir komutanın da içinde bulunduğu sözde “tarafsız” 12 Eylül’cülerin eliyle faşizm getirilmiş, iktidar kurumsallaştıktan sonra giderek sertleşmiş ve mücadele etmek mümkün olamamıştır. Bu politika öyle başarılı olmuştur ki, 12 Eylül faşizmi bütün çıplaklığıyla hükmünü sürerken, süreci hala tanımlayamayan, kafa karışıklığı yaşayan “sol” örgütler vardı; Evren’i burjuvazinin “gerçekçi kanadının” temsilcisi olarak göreni mi ararsınız, 12 Eylül’e faşizm demek yerine “askercil devirge” diye uyduruk laflarla topu taca atanı mı, Sovyet işgalinden kurtardığı için yurtsever bir hareket olduğunu mu…  Kısacası, 12 Eylül Mustafa Kemal’i değil, onun kötü reprodüksiyon resimlerini, tek kalıptan çıkma büstlerini, yüzüncü yıl dönümünü vb. kullanmıştır. Buna Mustafa Kemal demek, karikatür olmaktan da öte, gülünçtür, kötü edebiyattır.

AKP iktidarıyla birlikte Cumhuriyeti çökerten sürecin bu kadar hızlı ilerlemesinde sorumluluğu bulunan sol’un kıpırdayamaz hale gelmesine neden olan, 12 Eylül sonrasında yaşadığı fiziksel baskı koşulları değildir. Esas neden ideolojik-politik çöküştür. Sol-liberalizmin eliyle körüklenen zihinsel tasfiyeye ve bunun desteklerine kısaca dikkati çektik. Ancak, ihmal edilmemesi gereken bir diğer husus, Türkiye’de devrimci hareketin, demokrat-cumhuriyetçi mirasa sahip çıkmak yerine ona sırtını dönerek Kürt hareketinin kuyruğuna takılmasıdır. Bu ilk bakışta toptancı bir yargı gibi görülebilir, ancak ne yazık ki gerçeğin kendisi budur. Gerçeğin adını koymaya cesaret edemeyenler onunla hiçbir zaman “müşerref” olamazlar. 12 Eylül sonrası koşullarda ayrılıkçı-milliyetçi bir çizgide gelişen Kürt siyasal hareketi, zaten fiziksel baskı koşullarında örgütlülüğü dağılmış Türkiye solunu kolayca devşirebilmiştir. Ama asıl akıl almaz olan, Gezi parkı direnişinde de ortaya çıktığı gibi, bu kadar büyük bir devrimci potansiyel dururken Türkiye solunun nasıl olup da Kürt hareketine kendini böyle sorumsuzca teslim edebildiğidir. Neo-liberalizmin siyasal gericilik atmosferinde aydınlanmanın, bağımsızlığın, demokrasinin değerlerine sahip çıkması gereken Türkiye solu, gözü kapalı Kürt ayrılıkçılığının dümen suyuna girmiştir. Kürt hareketinin izlediği milliyetçi çizgi, Türk halkını kazanmak, birlikte özgürleşmek gibi bir derdi hiç mi hiç olmayan, ayrılıkçı bir çizgidedir. Bu çizginin bırakın Türk halkını kazanmayı, herhangi bir halkı kazanmak gibi bir derdi de yoktur. PKK’nın Doğu Anadolu’da kitleleri peşinden sürüklemek gibi “örgütsel” bir başarısından tabi ki söz edilebilir, ancak “örgütsel başarı” ile “politik başarı” asla aynı şey değildir ve olamaz. Silahla, şiddetle sağlanan bir birlik, bir halkı politize etmez, tersine depolitize eder; özgür tartışma ortamını yok eder, muhalif sesleri susturur, tek beyinden çıkan düşünceleri kitlelerin düşünceleri olarak sunar. Bizim Türkiye solu olarak demokrasiden anladığımız hiçbir zaman bu değildi, olmadı, olamazdı da. Kürt milliyetçiliğinin peşine takılan sol, Türk halkını bile bile kendisinden itti. Bu alanda bir literatür oluşmuştur, isteyen internetten açar bakar. Marksizm’i, devrimciliği Kürt sorunu açısından yorumlayan akıl almaz teorik cambazlıklar, laf ebelikleri, ukalalıklar, bin dereden su getirmeler… Hepsi tek kalemden çıkmış gibi, ama farklı yazılar. Bu süreç yıllarca devam etti.

Şimdi bu satırları yazdığımız için bizi yine şovenizmle, ırkçılıkla, milliyetçilikle, ayrımcılıkla, ötekileştirmeyle vb… suçlayacaklar zira çok “moda”. Suçlasınlar, alıştık artık. Biz, ulusal hareketlerin demokratik yönü desteklenir diye öğrendik, milliyetçi yönü değil. Biz, yarı-sömürge bir ülkenin sömürgesi nasıl oluyor diye sorduk, sorguladık, bunun için de filmlerdeki gibi “kötü adam”ı oynadık. Evimizde Mustafa Kemal resmi asılı diye faşist olduk… Evet, Fidel’in başucunda Jose Marti, Hugo Chavez’in arkasında Simon Bolivar resmi vardı, onlar devrimciydi ama nasıl oluyorduysa biz faşist oluyorduk! İnanılmaz bir akıl tutulması yaşanıyordu. Kavramlar eğilip bükülüyor, hiçbir teorik temele dayanmayan, tarihsel gerçeğe uymayan, akla hayale sığmaz bir sürü safsata devrimcilik adına savunuluyordu. İtiraz eden, Kürtlerin maruz kaldığı şiddeti görmemekle, anlamamakla itham ediliyordu. Düşünebiliyor musunuz? Tarihinde Börklüce Mustafa’nın ordusunda yalınayak yürüyen, çarmıhlara gerilen, lime lime edilen, bir eli yıkılmış Manisa şehrinin enkazında, bir eli Zeytindağı’nda Ayşe bebe’nin beşiğinde kalmış bir halk.  Yüreğinin bir yarısı Balkan muhaceretinde Bulgar topçusunun ateşiyle yanmış, bir yarısı 12 Eylül faşizminin zindanlarında işkencelerde, kafeslerde dağlanmış bir halk. Bu halk, Kürtlere uygulanan şiddeti anlamadığı için yıllarca doğuştan faşistmiş gibi ipe sapa gelmeyen ön yargılarla ısrarla solun dışında tutuldu. Anadolu’da yaşayan bir halk olduğu halde, içinde Türk sözcüğü geçen her şeyden nefret etmek, nasıl oluyorsa devrimcilik oluyordu! PKK’nın kullandığı sınırsız şiddet politikası ve etnik-dışlayıcı milliyetçilik, Türk halkını egemen ideolojiye göz göre göre eklemledi ve depolitize ederek kolay bir av sahası haline getirdi. Bütün bunlar olurken, ne ilginçtir ki, sol içerisinde emperyalizmin esamisi bile okunmuyordu.  

Gerek akademide, gerekse devrimci cenahta emperyalizmden söz etmek, “her şeyi bir şeyle açıklamak” gibi, kolaycı bir eğilime saplanmak ve toplumsal olanın içsel dinamiklerini göz ardı etmek gibi suçlamalara maruz kalmaktaydı ki genellikle halen de öyledir. Akademide ve solda yaygın eğilim, etnik çatışma ve kimlik politikalarıydı. Emperyalizmden söz edenler komplo teorilerine merak salmış bir grup manyak gibi görülmekteydi. Hem kavram demode olmuş ve “küreselleşme” literatürüyle birlikte açıklayıcılık gücünü yitirmiş gibi sunuluyor, hem de Kürtlerin uluslaşma sürecinin emperyalizmin bölge politikalarıyla ilişkilendirilmesi nedense hiç de hoş karşılanmıyordu.

Kısacası, taşlar birbirini tamamlayacak şekilde dizilmekteydi. Bağımsızlık, anti-emperyalizm, aydınlanma “out”, şovenizm, faşizm, ırkçılık, adını burada sayamayacağımız envai çeşit adaptasyon kavramla “in” idi. Bütün ilişkiler buna göre kuruluyor, “etiketler” yapıştırılıyor, “kalıplar” hazırlanıyor, “kulplar” takılıyordu. Bir gün, inek bayramında okunan bir fermanda şöyle deniyordu: “Kurtuluş Savaşından kim kurtuldu”? En çok alkış alanı da buydu sanırım. Öyle ya, “Paradigmanın Müflisi” bir demokrat artığı olarak artık azınlıktık biz.

Kurtuluş Savaşıyla kimin kurtulduğu, Haziran Halk Ayaklanmasıyla daha iyi anlaşılacaktı

BİRİNCİ BÖLÜMÜN SONU

Mehmet Kemal Aladağ

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir