Panorama-Mehmet Kemal Aladağ

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Geride bıraktığımız yılda ülkemiz uzun zamandır görülmediği ölçüde geniş ve dinamik kitle

hareketlerine sahne oldu. Bu bakımdan 2013, Türkiye tarihine şimdiden Haziran Ayaklanması’nın kalıcı sarsıntıları ve sonraki döneme sirayet edecek politik izdüşümlerinin harcının karıldığı bir yıl olarak geçti diyebiliriz. Halkın her kesiminden insanın desteklediği ya da çeşitli biçimlerde onay verdiği bu direnişin etkileri, hiç kuşkusuz ilerleyen dönemlerde Türkiye siyasetinde dengeleri değiştirecek belirgin bir güç biçiminde ortaya çıkacaktır. İlk etapta, bugüne kadar sürü yerine konulduğu için politik düzlemde etkisi yok sayılan çok büyük bir potansiyel enerjinin varlığı, bir volkanın patlamasını andırır şekilde ve büyük sarsıntılarla açığa çıkmış, lavlarıyla kendini “ebed-müdded” addeden bir siyasal iktidarın siyasal coğrafyasında geniş fay hatları meydana getirmiştir. Artık siyasal güç ilişkileri hesaplanırken, halkın geniş kesimlerinin oluşturduğu bu potansiyel basınç görmezden gelinemeyecektir. Bunun yanı sıra, herkesin bir ucundan tutarak kendi politik konumunu tanımladığı ya da meşrulaştırdığı “pasif, apolitik Türk halkı” tespitinin açıkça yanlış olduğu, çoğunlukla yerleşik ezbere dayanan bir tekerleme olduğu, asıl apolitik olanın halk değil halka önderlik etme görevini üstlenemeyen siyasal kesimler olduğu gün gibi ortaya çıkmıştır. Bu bakımdan Haziran Ayaklanması kendini politik olarak tanımlayan kesimlere de tarihsel bir uyarıdır. İktidara olduğu kadar, mevcut düzenin alternatifini somut biçimde ortaya koyamayan sosyalistlere kesimlere de bir uyarıdır. Zira halkın kendisini sürü yerine koyan, sürekli olarak aşağılayan ve yok sayan bir iktidara karşı pasif de olsa rıza göstermeyebileceği ve zor güçlerine karşı sanılanın aksine oldukça direngen olduğu ortaya çıkmıştır. Kısacası, halkla bir olanın korkacağı hiçbir şey yoktur. Bu tarihsel dersin unutulmaması, günümüzde olduğu kadar, gelecek kuşaklar için de büyük bir önem taşımaktadır. Zira yaşı kırkın altında olan direnişin ana gövdesi kendini ansızın bu çapta bir hareketin içinde buldu. Türkiye gerçeğinin kendilerine anlatılan çarpıtılmış algıdan ne kadar farklı olduğunu yaşayarak öğreniyorlar. Artık asıl söz sahibi onlar. Halkı dikkate almayan, onun birlik ve özgürlük mücadelesinin bağımsız karakterini yorumlayamayan ve ona özgün bir politik perspektif sunamayan hiçbir gücün bu alanda kalıcı olamayacağını da görecekler. Hep birlikte göreceğiz.

Halk hareketinin pratik yönü, artık kördüğüm olmuş, içinden çıkılmaz hale gelmiş, pehlivan tefrikasına dönmüş pek çok tartışmayı da adeta tek kılıç darbesiyle söküp atmıştır. Bu da az şey değildir. Her fırsatta Türk halkında neredeyse verili olarak “şovenizm, pasifizm, egemen ideolojiye geleneksel yatkınlık, ceberrut devletin yarattığı tarihsel korkaklık vb…” gören keskin zekalı teori uzmanları;  Diyarbakır’ın, Van’ın Ankara’ya doluşan TOMA’ları karşısında, deyim yerindeyse dut yemiş bülbüle dönmüşlerdir.  Bundan sonra eskinin ezberiyle savrulan her boş laf, barikatın önünde kol kola direnen halkımızın bilge gülümseyişine çarpıp geri dönecektir. Korkak halk olmaz, şövenist halk olmaz, pasifist halk olmaz; yerli yersiz terminolojik hokkabazlıklar yapılarak her türlü sözcüğün başına getirilen bu gibi kavramlar belirli tarihsel konjonktürlerde ortaya çıkan politik eğilimleri açıklamak için kullanılan yardımcı araçlardır sadece… Kaldı ki siyaset böyle ipe sapa gelmez laflarla yapılamaz, alanda direnen milyonlar ne yazık ki yıllardır kendilerini apolitik, şovenist diye suçlayan bu arkadaşları yanlarında bulamadılar. İbrettir, tarihe düşülecek bir başka nottur.

Gezi süreciyle ayan beyan ortaya çıkan büyük dinamizm karşısında düpedüz şaşkınlığa ve hatta dehşete kapılan belli başlı “sol” sendikaların nasıl yerlerde süründüğü, namus belasına eylem koymaya çalışırken de resmen saçmaladığı tevil götürmeyen bir başka gerçektir. Halkın büyük özveri ve dayanışmayla, cansiperane bir mücadeleyle dirilttiği direniş ruhunun, düpedüz “yasak savma” kabilinden meydana “dökülen” bazı sendikacı “abilerimiz” tarafından nasıl söndürüldüğünü göstermek için, elde pek çok örnek var ama bize bir tanesi yetsin. Haziran’ın başlarında, kitle hareketinin en yoğun olduğu günlerde, hükümete uyarı (!) vermek amacıyla göstermelik bir miting düzenlemeye çalışan bazı sendikalar, hadi yer de zikredelim, Siyasal’dan Kızılay’a çıkan yürüyüş boyunca ne yapmışlardır? Söyleyelim, “spesifik” (!) sloganlarla, “spesifik”(!) müzik ve ses sistemleriyle, müthiş bir disiplinle (!),  halk hareketinin somut talepleri ve direnişin canlılığıyla alakasız ezberleriyle, polisin bir haftadır copla, biber gazıyla dağıtamadığı devasa kalabalığı bir saatte dağıtmayı başarmışlardır! Kuşkusuz, bu da kendi içinde bir büyük başarıdır!  Kendi söyleyip kendi dinleyen ve kendi kendine nutuk atarak coşan bu zevat, hangi akla hizmet böyle işlerle iştigal etmektedir, bizce meçhuldür. Anlaşılan o ki her türlü hile hurdanın, ayak oyunlarının, klik çatışmalarının alıp yürüdüğü mevcut sendikal yapıların, artık emekçilerin özlem ve amaçlarıyla, direnişle, eylemle, grevle filan en ufak alışverişi kalmamıştır. Bu da ayrı bir derstir, sendikaların egemen ideolojinin mekânı haline getirilebildiği ve kitle hareketini “dağıtabildiğini” görmek topu topu iki saat almıştır!

Bütün bu olumsuzluklara karşın halkımız, deyim yerindeyse “halk gibi durmuş” ve sonuna kadar direnmiştir. Burada kısa bir parantez açarak, halkımızın maruz kaldığı kitlesel şiddetin boyutlarını göstermesi açısından, kullanılan “biber gazının” bir niteliğine işaret etmeden geçemeyeceğim. Direniş günlerinde çokça yazıldı çizildi; kimyasal bileşiminden kullanım şekline, türlerinden korunma yöntemlerine kadar ayrıntılı olarak tartışıldı ama benim burada değineceğim yönü biraz farklı. Bu da biber gazının haysiyet kırıcı, insanı küçük düşürücü bir silah olmasıdır. Birincisi, zor güçlerinin şiddeti uygulama biçimiyle bile olsa sizinle doğrudan muhatap olmaması, başka bir deyişle bizatihi kendisi insanı küçülten bir şey olan şiddetin bile uygulayıcı el tarafından “insansızlaştırılmış olması”, sofistike ve “bilimsel” yöntemlerle uygulanmasının halkımızda yarattığı derin nefret ve isyan duygusudur. Buna, söz konusu şiddeti yaşayan pek çok kişi doğrudan tanıklık edebilir; üzerinize, sağınıza solunuza biber gazı atıldığı zaman kendinizi kapana kısılmış bir fare kadar çaresiz ve değersiz hissediyorsunuz. Bu da, egemenlerin şiddetinin en görünür ve dolayısıyla en politik olduğu biçimlerden biridir, zira halka karşı ilan edilmemiş bir savaşın ve sizin “insan” olarak bir değeriniz olmayışının en somut görünümüdür. Başka bir ifadeyle söylersek, şiddet, onu uygulayan sistemi şeffaflaştırıp direnişçiler karşısında çırılçıplak bırakmaktadır. İkincisi, Anadolu halkının geleneksel yaşam pratiklerinden çıkan değerlerinde “savaşmadan vurmak” hiç hoş karşılanmaz. Ölçüsüzce, topyekûn ve insaf sınırlarını zorlayan bir zulmetme biçimi olarak biber gazı, kullanıldığı bölgede, ana kitleyle hiçbir ilgisi olmayan insanların bile çok ciddi tepkisini çekmiş ve direnişçilere aktif olarak yardımcı olmaları sonucunu doğurmuştur. Halkın içindeki direniş eğilimlerinin niteliğinin anlamlandırılabilmesi açısından bu gibi deneyimler zengin veriler içerebilmektedir

Gezi direnişi süresince güncel toplumsal olayların sıcaklığıyla gözlerden kaçan önemli bir husus da, Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD), Türk hükümetine, çeşitli kademelerden ve giderek yükselen bir tonda en az yedi-sekiz defa “itidal” çağrısında bulunması oldu. Ortadoğu’da yıllardır büyük maddi kaynaklarla yürütülen ABD destekli “Ilımlı İslam” projesini, kendi “Yeni Osmanlı” fantezisini hayata geçirmek için kullanacağını sanarak tam bir karaborsacı rolüne soyunan mevcut hükümet zaten bir süredir gözden düşmüş, taşeronluktan azledilmiş durumdaydı. Bunun üzerine bir de halk hareketine karşı yangına körükle gitmesi ve gerginliği tırmandırıp düpedüz ayaklanmaya yol açması, büyük patron ABD’nin affedemeyeceği bir şeydi. Uluslararası finans kapitalin ve yerli tekelci ortaklarının oldukça karmaşık çıkar ittifaklarına dayanan ilişkiler manzumesini tanımlayan iktidar bloğunda ilk ciddi çatırdama, tam da bu güçlerin kendi konumlarını gözden geçirmesine neden olan yeni sahne kurulurken geldi. Polis şiddetine karşı hükümet içinden ve devlet katından ikili bir yaklaşım uç vermeye başladı. Bunu ilk güçlü “belirti” olarak alıyoruz. Zira henüz Mart başından itibaren, bu konuyu kapağına taşıyan Bağımsız dergisi başta olmak üzere çeşitli muhalif yayın organlarında yer bulan olası bir Abdullah Gül-Tayyip Erdoğan çatışmasından söz edildiğine rastlamak mümkündü. Sermayenin önündeki engelleri adeta bir buldozer yıkıcılığıyla düzleyerek cumhuriyeti tasfiye sürecine sokan (Y. Küçük’ün deyimiyle bir tarih silici, yeni bir Caligula!), arazi yağması başta olmak üzere koltuğunun altındaki kapitalistlere büyük rant alanları açarak kamu kaynakları üzerindeki hukuksal denetimini de ortadan kaldıran “karizmatik şahsiyet”in doymak bilmeyen ihtiraslarını kontrol altında tutulmak git gide zorlaşmaktaydı.  Bu süreçte uluslararası ölçekte bizim henüz bilemediğimiz ve bugün ancak bir kısmı ortalığa dökülen büyük çapta kara para aklama, petrol-silah-altın kaçakçılığı vb…’nin de gerçekleşmiş olduğu hesaba katılmalıdır. Mevcut sistemin patronu olan –ve elbette ki kurallarını koyan- ABD başta olmak üzere bazı Avrupa ülkelerinin bu ölçüde büyük sermaye hareketlerinden haberdar olmadığını düşünmek için, açıklanması güç ölçüde bir megalomani ya da sınırsız bir safdillik gerekir. Siyasal yeteneğini esas olarak halkı egemen ideolojiye eklemleyebilme kapasitesinden alan ve bu tarihsel özgüllüğe dayanarak eşi görülmemiş bir dış destek elde eden AKP iktidarının tutkalı olduğu iktidar bloğunda zorunlu kan değişimi, işte bu koşullar altında gündeme getirilmiştir. İktidar bloğu zaten tanımı gereği çelişmeli, hegemonik olma yeteneğini gösterebilen –kendi siyasal projesini dayatabilen- hâkim sınıf fraksiyonunun önderliğindeki bir yönetici sınıflar kombinezonudur. Bu çelişkilerin tetiklenmesi için içsel çıkar birlikteliğinin geleceğini tehdit eden birtakım koşulların bir araya gelmesi gerekmektedir. Başlangıç noktasına Hatay-Reyhanlı dersek, Gezi ve ardından gelen sarsıntılar, hâkim sınıflar ittifakında yeni bir düzenlemeyi zorlamaya başlamıştır. Bu zorlamanın en belirleyici gücü de, hiç kuşkusuz, Türkiye’nin tavana vuran cari açığının finansmanı için artık tiryakisi olduğu ABD Dolarının hükümdarı koltuğunda oturan Barrack Obama’nın Temmuz sonuna doğru gösterdiği beyzbol sopası ile onun temsil ettiği finans oligarşisinin iktidarıdır.

Yılın sonuna doğru, iktidar bloğundaki hassas güç dengelerinin değişmesiyle giderek derinleşen bu “uyum sorununun” zorunlu kıldığı bir yeniden düzenleme hamlesi, 17 Aralık “Yolsuzluk ve Rüşvet Operasyonu” adıyla maruf bir dizi öncü sarsıntıyla başlamış oldu. Gündelik siyasi tartışmalarda “paralel devlet” ya da “devlet krizi” olarak –tam olarak böyle olduğu şüpheli olmakla birlikte- anılan ve yargı ile bürokrasinin önemli bir bölümünü içine alan yapılanma ile hükümetin doğrudan otoritesini uygulayabildiği kadrolar arasında, güç dengelerinin birbirine denk hale gelmeye başlamasından kaynaklanan geçici bir “pat” durumunun akabinde başlayan sarsıntı, hükümeti yeni ittifaklar aramaya mecbur etmişe benziyor. Bu sürecin bürokrasi düzeyinde kalınarak derinleştirilmesi, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ve onun liberal akıl hocalarının cümbür cemaat ABD’ye “umreye çıkmaları”, esasen ABD’nin bu geçiş sürecinde bağımsız bir halk hareketinin ortaya çıkmasından ne kadar kaygılandığını gösteriyor. Zira sınıf ilişkilerinin yarattığı derin çelişkilere ve onun siyasal-hukuksal biçimlerine yönelecek bir halk hareketinin bir süre sonra kendi örgütlenmesini yaratması da bir olasılık. İşte ABD, Türkiye gibi önemli bir müttefiki (siz jandarması okuyun) dâhilinde bağımsızlıkçı eğilimleri güçlendirecek, politik dengeleri alt üst edecek, hele ki olası sosyal-demokrat görünümlü müstakbel bir hükümetin üzerinde toplumsal basınç kurarak onu etkileme potansiyeli taşıyacak böyle bir hareketten son derece ürküyor. Böyle bir politikleşme sürecinin yaşanması durumunda uzun süre onunla mücadele yürütmek gerekeceğini ABD, geçmiş deneyimlerinden biliyor.

Geçtiğimiz yılın belli başlı gelişmelerine göz attığımız bir yazıda AKP iktidarının on bir yıllık iktidarı süresince toplumun büyük kesimi üzerinde ideolojik hegemonyasını kurmasında taşıyıcı rol üstlenen liberal entelijansiyanın durumunu kısaca hatırlamakta fayda var. Siyaset teorisinde çok bilinen bir düşünür, hegemonik olma potansiyeli olan iki sınıftan birinin kendi siyasal projesini tek başına bütün topluma dayatma kapasitesi olmadığı durumlarda, diğer sınıfın aydınlarından bir bölümünü, tek tek ya da toplu halde dönüştürerek kendine eklemleyebileceğini söylemekteydi. İşte literatürde “transformizm” olarak da bilinen bu olgu ülkemizde pek çok defa ortaya çıkmış ve kapitalizmin eşitsiz gelişiminin üst yapısal bir göstergesi olarak kendini göstermiştir. 12 Eylül’de de siyasal zor güçleri ve bu meyanda ordu, “de facto” olarak sermaye sınıfının yanında yer alarak –işçi sınıfını dağıtarak- yeni bir iktidar bloğu kurdu. Yeni iktidar bloğunun hegemonya projesinin siyasal söylemini de, ülkenin okumuş yazmış önemli bir bölümü sosyalist olduğu için, bunların en parlaklarından bir bölümünü düpedüz satın alarak kurdu. Ülkemizde neoliberalizmin yapısal dayanağı işçi sınıfının örgütlülüğünün dağıtılarak düşük ücret-yoğun sömürü stratejisiyle sermaye birikimi yaratılması, ithal ikameciliğin yerine ihracata dayalı büyüme modelinin benimsenmesi vb… ise, ideolojik-politik düzlemdeki temel dayanağı da kendi kültürel sermayelerini hâkim sınıfların hizmetine sunan bu satılmış ahlaksızlar güruhu oldu. Bir halk kaç defa, kaç yerinden vurulabilir? Onlar vurdu. Herkesin malumudur ki, AKP, kendi aydınlarını; temsil ettiği sınıfların çıkarlarını siyasal ve ideolojik düzeyde bir düşünce biçimi olarak yeniden üreterek geniş halk kesimlerinin beklentileriyle bütünleştirebilecek bir entelijensiyayı yaratamamıştır. Bu kafayla da yaratamayacaktır. Aynı gün aynı manşetleri atan yandaş gazetelerdeki “yazar” sefaletini ve ortalıkta akıl hocası pozlarında dolaşan kerameti kendinden menkul zavallıları örnek vererek güldürmeyin bizi. Herkes bilir ki biat kültürünün hüküm sürdüğü topraklarda aydın yetişmez. Bu nedenle AKP, yukarıda söz ettiğimiz dönüştürülmüş “liberal” aydınların anormal ölçüde yoğun çabası ve ABD’nin geliştirdiği kapsamlı bir siyasal stratejinin sonucu olarak toplumun geniş kesimleri üzerinde hegemonyasını kurabilmiştir. Ancak son süreçte bu ittifakın da yer yer parçalanmaya başladığını ve uluslararası finans çevrelerinin dolayımladığı bilgi ile beslenen bu zevatın da AKP’ye giderek mesafelendiğini gözlemliyoruz.

Bu yıl genel hatlarıyla böyleydi. Haziran Ayaklanması ile hepimiz çok umutlandık, ama kim umutlanmazdı ki… Ayrıca neden umutlanmayalım ki? Toplumsal-siyasal süreçler uzun erimlidir, kendiliğinden patlamalar genellikle siyasal önderliklerini anında yaratmazlar. Ancak belirli eşikler aşılabilir. Gezi olaylarıyla başlayan kitle eylemlilikleri, fazlasını umanları bir ölçüde hayal kırıklığına uğratsa da, aslında hepimizin üzerindeki siyasal baskının hissedilen ağırlığını göreli olarak azaltmıştır. Bunu inkâr etmeyelim. Önemli bir eşiği aştık. Artık Türkiye 2012’nin Türkiye’si değildir, önümüzde uzun yıllar ve umutlanmak için eskisinden daha çok sebep var.

Mehmet Kemal Aladağ

Editörün Notu: Yukarıdaki yazıdan alıntı yapacak olanlar Anafikir’in yanı sıra yazarın ismini de kaynak olarak göstermek zorundadırlar.

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir