Ahmet Davutoğlu, adının RTE tarafından, AKP Genel başkanlığına açıklandığı 20 Ağustos 2014’te yaptığı konuşmada iktidarlarının bir restorasyon hükümeti olacağını ifade ediyordu: “… kimsenin tereddüdü olmasın ki büyük restorasyon hareketi hiçbir ara ve kesintiye uğramadan devam edecektir.”
Davutoğlu daha parti başkanlığına atanmadan on gün önce, Anafikir’de 11 Ağustos 2014’de yazdığımız “ C. Başkanlığı Seçimi Sonrası Durum ve Görevlerimiz”başlıklı yazıda şöyle demiştik:
Sonuç olarak, AKP döneminde Türkiye’de demokratikleşme yönünde değil gericileştirme yönünde gelişmeler yaşanmıştır. RTE’nin Cbaşkanı olması da bu gericileştirme-faşistleştirme hareketinin üst bir noktaya sıçraması işidir. Artık Türkiye, emperyalist gericiliğin kontrolündeki dinci-faşizmin kıskacı içine tam olarak sokulmuştur. Ekonomide tekelci, dinde tekelci, mezhepte tekelci, iktidarda tekelci bir gerici hükümet ve onun başıyla karşı karşıyayız. Bundan sonra, neo-Abdülhamitçiliği kurmaya girişeceklerinin gizlisi saklısı kalmadı. RTE ve AKP, Ortadoğu ve Kürt sorununa da bu restorasyon politikasının penceresinden bakacaklardır.
Pan-İslamizm ile Neo-Osmanlıcılık karması bir ideolojinin adamı olan Davutoğlu aynı konuşmasında, AKP hareketinin konjonktürel şartlarda çıkmış bir siyasi hareket olmadığını, “köklü bir devlet geleneği içinde ortaya çıkmış ve bu köklü devlet geleneğini inşa etmek üzere yol açıkmış bir kadro”hareketi olduğunu belirterek İslami Selçuklu-Osmanlı devletlerine gönderme yapıyordu. Onun kastettiği “restorasyon hareketi”, Cumhuriyet dönemini sonlandırıp İslam-Selçuklu ve Osmanlı devlet düzenlerini yeniden inşa etmektir. Restora edilecek olan, İslami esaslara dayalı Selçuklu-Osmanlı devlet düzenleridir.
Öncelikle belirtelim ki; restorasyon hareketi, bir yenileşme, yenilik, ilerleme hareketi değildir. Bu kavramın tarihteki karşılığı, yenilik hareketleriyle ya da devrimlerle kurulan düzenleri eskiye döndürme, geriye götürme işidir. Restorasyonun tarih içinde hangi anlamda kullanıldığına bakınca uygulamanın bir devrim sonucu devrilmiş bir hanedanın yeniden iktidara gelişini ifade ettiğini görürüz.
Bu kavram, 19. Yüzyıldan itibaren olumlu anlamını yitirerek gericilikle eş anlamlı olarak kullanılmaya başlanmıştır.
Sosyal Yayınlarının bastığı Politika Sözlüğü’nde restorasyon kavranın konumuzla ilgili tarifi şöyle: “Devrimle yıkılmış eski toplumsal politik yapıyı yeniden kurma, eski düzeni ihya etme, diriltme; gericiliğin karşı devrimin geçici zaferi.” (N.S.Aşukin, N.P.Butırskiy, A.B.Veber, A.İ.Davidov…,Politika Sözlüğü, Sosyal Yayınları, 1979)
Tarihte restorasyon sözcüğüyle ifade edilen önemli iki olaydan ilki İngiltere’de meydana geldi. 1642-1651 yılları arasında İngiltere’de yaşanan, üç aşamalı içsavaşı kralcılara karşı cumhuriyetçilerin kazanmasıyla birlikte işbaşına gelen Cromwell’in 1660’da ölümünden sonra bu ülkede tekrar krallığa dönüldü. II. Charles’ın taç giymesiyle başlayan bu yeni dönem, İngiltere’de krallığın restarosyonu olarak bilinir.
Siyasi tarih literatüründe en çok bilinen “restorasyon” örneği, 1789 Fransız Devrimi’ni izleyen 1792-1795 Cumhuriyetinden sonra kurulan Direktuvar, Konsül ve Napoleon yönetimlerini takip eden 1814-1830 tarihleri arasındaki döneme restorasyon dönemi denir. XVIII. Louis ve kardeşi X. Charles’in krallık yaptığı bu dönemde aşırı kralcılarla liberal-burjuva güçleri dengelenmeye çalışılmıştır.
Bu dönem, bazı Avrupa ülkelerinde Fransız Devrimi’nin etkisiyle ve Napoleon işgali ve Prusya Reformlarısonucu hazırlanan anayasaların bir kenara atıldığı, yurttaş hak ve özgürlüklerinin kısıtlandığı ve aristokrasinin yeniden kendi düzenini kurduğu bir devirdir ve bu devir restorasyon dönemi olarak tanımlanır. Almanya’da da 1848 sonrası döneme de restorasyon adı verilir.
Bu anlattıklarımızın ışığında, Davutoğlu’nun restorasyondan amacının ya da rüyasının, Osmanlı saltanatına son veren Cumhuriyeti restorasyona tabi tutarak geriye dönüşü sağlamak olduğunu “Baki olan rabbimiz ve davamızdır” sözleri açığa çıkarmıyor mu? Davutoğlu’nun baki olan “davası”nın neo-Osmanlıcılık ve pan-İslamizm olduğunu, Cumhuriyeti neo-Abdülhamitçiliğe dönüştürmek olduğunu bilmeyen var mı?
Günümüzde gericilerin bu kavramları kullanma cesaretini bulmalarına ortam yaratan gelişmelerin başında demokrat, ilerici, aydınlanmacı ve devrimci kesimlerin yaşamakta oldukları ideolojik zafiyet ve örgütsel dağınıklıktır. Özellikle Cumhuriyete sahip çıkması gereken kesimlerin, partilerin ve kitle örgütlerinin emperyal güçlerin ideolojik ve politik kontrolü altına girmiş olmaları, kanaat önderlerinin birçoğunun karşı-devrimcilerce teslim alınmış olmaları, Davutoğlu ve benzerlerini restorasyona kalkışma konusunda cesaretlendiren çok önemli durumlardır.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Rusya’da her ne kadar çarlığa dönülmediyse de bir tür restorasyon hareketinin egemen hale gelmesi, özellikle bölgemizdeki anti-komünistleri, emperyalizmin işbirlikçilerini cumhuriyetçi-laik sistemleri gericileştirme konusunda cesaretlendirdi. Bölgemizdeki her gericileşme hareketinin ülkemizi de olumsuz olarak etkilediğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu arada Ortadoğu’daki her gerici adımın arkasında ABD emperyalizminin politikalarının olduğunu unutmadan yorum yapmalıyız. Davutoğlu’nun restorasyon girişiminin arkasında da ABD emperyalizminin GBOP ve tarihsel dinci gericiliğin olduğunu görmeli ve bu duruma göre davranmalıyız.
Baskın Oran’ın Yanlışı
Baskın Oran’ın, 5 Eylül 2014’te Radikal.com.tr’de “ ‘Restorasyon’: Bir Atatürk-Abdülhamit Sentezi” başlıklı yazısında, Marx’dan da faydalanarak, farklı tarihi koşullarda ortaya çıkmış iki yöneticinin birinin yöntemiyle diğerinin ideolojisini senteze tabi tutma yanlışını yapmaktadır. Baskın Oran bu yazısında şöyle diyor:
“2014’te halkoyuyla seçilen Erdoğan’ın uygulamaya başladığı programa ‘Restorasyon’ dendi. Bu kavram, ikisi de yakın geçmişte denenmiş ve başarısız olmuş iki unsura geri dönmek anlamındaydı: Yöntem olarak Kemalizm’in otoriterliği, ideolojik olarak da Abdülhamit’in İslamcılığı.”
Öncelikle yazının başlığı yanlış. Restorasyon kavramı Atatürk-Abdülhamit bağlamında kullanılınca, buradan bir sentez çıkmaz. Ancak Atatürk’ten Abdülhamit’e dönüş durumunda, böyle bir geriye gidiş hali ancak bir restorasyondur.
B. Oran’ın ortaya attığı “sentez”in bilimsel bir yaklaşım olmadığını da söylemek zorundayız. Çünkü Sentez: “Nesnelerin, olguların, olayların ayrı ayrı ögelerinin aralarındaki bağın incelenmesine ve bunların düşünsel birleştirme yoluyla kavranılmasına dayanan bilimsel araştırma metodudur. Bilimsel bilgi sürecinde Sentez, diyalektik metodun gereklerine uygun olarak, analizle mantıksal bir süreç halinde karşılıklı bağımlılık içindedir.” (Politika Sözlüğü)
Görüldüğü gibi “yöntem”le “ideoloji”nin sentezi olmaz. Yukarıdaki tarifte görüldüğü gibi, Sentez tanımlanırken, şeylerin ayrı ayrı ögelerinin aralarındaki bağın incelenmesi ve bunların düşünsel birleştirmesinden söz ediliyor.
İkincisi, RTE’nin yapmaya çalıştığı Atatürk’ün “otoriterliği”ni “yöntem olarak” taklit etmek değildir. RTE, O’nun kurduğu bütün maddi ve düşünsel kurumları yok etmeye çalışmaktır. En önemli amacı budur. “Ayyaş” dediği birisini neden “taklit” etsin? Cumhuriyet döneminde kurulan bütün KİT’leri satan, AOÇ’nin ortasına kazık çakan, kadınları çarşafa sokmaya çalışan, eğitim sistemini dincileştiren vb, Atatürk’ün kurduğu her şeyi yıkmaya çalışan birisinden söz ediyoruz. Baskın Oran, Atatürk’ü “otokrat” ilan edebilmek için RTE ile arasında “yöntemsel benzerlik” kurmaya çalışmaktadır ve bu girişimi yanlıştır.
AKP yönetimi Kemalizm’in hiçbir şeyine yakınlık duymamaktadır, onun karşıtıdır. Belirgin karakteri Türkiye aydınlanmacılığı olan Kemalizm’i yöntem olarak esas almaz, alamaz da. AKP yöneticilerinin esas aldığı yöntem olsa olsa Goebbelscilik olur. İdeolojik olarak ise Abdülhamit’ten daha geri olan neo-Abdülhamitçiliği benimseyebilirler. Uluslararası ölçekte kendilerine en yakın buldukları örgütlenmenin ise radikal dinci İhvan hareketi olduğu bilinmektedir. Baskın Oran en hafifinden zorlama yapmaktadır.
Baskın Oran, öğrencilerine seslenirken, Marx’ın “Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i” kitabının başında yazdığı iki cümleye dayanarak AKP ile Kemalizmi yöntemsel olarak “paralel”leştirmeye kalkışmaktadır. Baskın Oran, tarihi uygunsuz şekilde dansa davet ediyor ama tarih bu davete yüz vermeyecek kadar deneyimli ve bilinçlidir.
Fakat o buna rağmen, Marx’ın çok bilinen sözüne başvurmaktan geri durmuyor, işte Marx’ın o ifadesi:
“HEGEL, bir yerde, şöyle bir gözlemde bulunur: bütün tarihsel büyük olaylar ve kişiler, hemen hemen iki kez yinelenir. Hegel eklemeyi unutmuş: birinci kez trajedi olarak, ikinci kez komedi olarak.” (Karl Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, S.13, Birinci Baskı, Sol Yayınları.)
Aslında Baskın Oran, Marx’ın yukarıdaki sözünü ya iyi anlamamış ya da kurguladığı yazıya uydurmuş. Bazen de insanlar güzel sözlerin şehvetine kapılarak hata yaparlar. Marx, burada ikincisinin birincisinin karikatürü olduğunu söylüyor. Yoksa Baskın Oran’ın yazdığı gibi, Marx’ın bu ifadesi, RTE’nin Atatürk’ü yöntem olarak “kopya”laması şeklindeki bir iddiayı kanıtlamakta kullanılamaz. Marx’dan yapılan bu alıntının devamını da okuyalım:
“Danton’a göre Caussidiére, Robespierre’e göre Louis Blanc, 1793-1795’in Montagne’ına göre 1848-1851’in Montagne’ı, amcasına göre yeğeni. Ve, 18 Brumaire’in ikinci baskısının yayınlandığı koşullarda gene aynı karikatürü görüyoruz.” (abç)
Marx, bu kitabının bir sonraki paragrafında bireyin tarihteki rolünü ortaya koyarken, somut koşulların ya da verili ve geçmişten kalan koşulların belirleyici olduğunun altını çizer.
“İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğrudan veri olan ve geçmişten kalan koşullar içinde yaparlar.”
Baskın Oran, RTE’ye “tarih yaptırırken”; “doğrudan veri olan ve geçmişten kalan koşullar”ı doğru şekilde, olduğu gibi ele almıyor, “keyfine göre, kendi seçtiği” koşullara göre tarif ederek yapıyor ve bu nedenle yanlışa düşüyor.
Baskın Oran, Marx’ın söz konusu kitabından alıntı yaparak AKP iktidarının izlediği politikayı eleştirirken Atatürk’e de vurmak için zorlama ve hatta yanlış yola girmeyi göze alacağına, keşke, Marx’ın bu kitapta yaptığı belirlemelere uygun davransaydı. Mesela Marx’ın “Louis Bonaparte’ın Fransa’yı finans kapitalin çıkarları doğrultusunda yönetirken, kendisini küçük mülk sahibi köylülerin temsilcisi olarak sunduğu”nu belirttiğini (1), AKP’nin önde gidenlerinin de büyük sermayenin ve kendi kişisel çıkarlarını kolladıklarını ama fakirin-fukaranın, en alttakilerin temsilcisi oldukları yanılgısını çok başarılı bir biçimde yarattıklarını, yaydıklarını yazsaydı.
Baskın Oran, yazısında yaptığı gibi gereksiz işlerle uğraşacağına, Marx’ın sözkonusu kitabının en sonundaki şu cümleyi alsaydı, RTE’nin geleceğiyle ilgili doğru bir öngörüde bulunmuş olurdu:
“Ama imparatorluk pelerini en sonunda Louis Bonaparte’ın omuzlarından düştüğü gün, Napoléon’un tunçtan heykeli, Vendome dikilitaşının tepesinden gümbürtüyle devrilecektir.
(1)-Terry Eaglaton, Marx Neden Haklıydı?, S.230, Yordam Yayınları
Mehmet Ali Yılmaz