Taş devri de uygar nitelemesini hak eden bir toplumdur-Saffet Bilen

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

“Materyalist anlayışa göre, tarihte, egemen etken, sonunda maddi yaşamın üretimi ve yeniden-üretimidir. Ama bu üretim ikili bir özlüğe sahiptir. Bir yandan, yaşam araçlarının beslenmeye, giyinmeye, barınmaya yarayan nesnelerin ve bunların gerektirdiği aletlerin üretimi; öbür yandan bizzat insanların-üretimi, türün üremesi. “(F.Engels. Ailenin özel mülkiyetin ve devletin kökeni)
Engels’in çok bilinen bu sözleri, İnsanların varoluşlarından bu yana geliştirdikleri yaşam biçimleri arasında en fazla taş devri diye nitelenen döneme uyar.
Bu değerlendirme ilk başta şaşırtıcı gelebilir, bunun sebebi uygarlık tanımını tarımla başlatan modern dönemin tarih anlayışıdır.
Tarıma geçiş, insan yaşamında gerçek anlamda bir değişikliğe yol açmıştır. Ama olumlu anlamda mı bu tartışma götürür. Giderek açığa çıkan bir gerçeklik, bu dönemin insanların çoğunluğu aleyhine, gönüllü otoriteye sahip, bir avuç elitin-büyük ihtimalle ruhban sınıfın- süreci yönlendirmeye başlamasıdır. Sonrasında oluşturulan yapıların, toplumsal dokuların tamamı bu elitin çıkarları ve tercihleri doğrultusunda ve yaptıkları müdahalelerle gerçekleşmiştir. Bu günkü tarih anlayışı, sistemin ilk kurulduğu günden bu yana sürdürüle gelen bir reklam kampanyasının, ikna olmayanları zorla ortadan kaldırarak enterne etmeyi de içeren, başarılı bir versiyonudur. Ölümü göster, sıtmaya razı et. Ya da cehennemi göster, cennete razı et. Geçmişte olan nedir tartışması bu sebepten çok önemlidir.
Uygarlık tanımı bir toplumun, maddi ve manevi varlıklarının, düşünce, sanat, bilim, teknoloji ürünlerinin tamamını ifade eder.
Taş devri dediğimiz dönem de bu tanımda ifade edilen unsurları kendi bünyesinde taşır. Taş devri insanı, bütünlüklü bir yaşam anlayışına sahiptir.
Örneklemek gerekirse; 1830 lar da Batı Avustralya’nın en yoksul bölgelerini de kapsayan keşif gezileri yapan Sir George Grey’in gözlemleri ve vardığı sonuçlar bize yerlilerle ve ele aldığımız konu ile ilgili epeyce bilgi verir.
‘ Genel olarak Yerliler iyi bir yaşam sürerler. Bazı bölgelerde belirli mevsimlerde yiyecek yetersizliği baş gösterebilir; ama böyle durumlarda bu bölgeler terk edilir. Fakat bir bölgenin yiyecek açısından zengin mi olduğunu, yoksa tam tersinin mi geçerli olduğunu bir gezginin , hatta o bölgenin yabancısı olan bir Yerlinin bilmesi tamamen imkansızdır….Ama bir Yerli kendi bölgesinde çok farklı bir durumdadır; o, bölgede hangi ürünlerin yetiştiğini, çeşitli yiyeceklerin mevsiminin tam olarak ne zaman geldiğini ve onları en kolay nasıl temin edebileceğini kesin olarak bilir. Avlanma sahasının farklı bölümlerine ne zaman gideceğini bu koşullara göre ayarlar; sadece şunu söyleyebilirim ki Yerlilerin kulübelerinde daima büyük bir bolluk gördüm.’(Grey,1841-cilt 2-Akt. M.Sahlins-Taş devri ekonomisi)
1841 li yılların, Yerlilerin yaşadıkları bölgelerin işgal edildiği, sürgünlerin, kırımın başladığı bir dönem olduğu hatırda tutulmalıdır. Dış müdahalenin olmadığı bir ortam daha rahattır bu kesin.
Bu gözlemde sözü edilen bolluk tamda yukarıda Engels’ten yaptığımız alıntıda söz edilen koşullarda ki bolluktur. Avcı-Toplayıcılarda bu kriterler çerçevesinde hatta müsriflik derecesinde bir savurganlık söz konusudur. Bunun nedeni yiyecek bulma konusunda bir endişe taşımamalarıdır. Bulundukları bölgede yiyeceklerin azalması sonucunda, hemen yakınlardaki bir bölgenin yiyecek stoku onları beklemektedir, onlarda bunu bilmektedir. Avcı-toplayıcı günü yaşayan, hayatın tadına varan bir insandır. Bütün yaşam çizgisini belirleyen de budur.1880 lerde Avustralya da araştırma yapan Paul Lejeune yerlilerin Kamptaki tüm yiyeceği ‘sanki avlayacakları av bir ahıra kapatılmış ve onları bekliyormuş gibi’ yediklerini söyler. (Bkz. a.g.e)
Karın doyurma eyleminin bu türüne üretim denip, denemeyeceği tartışmasının bu çerçevede bir önemi yoktur. Alışageldiğimiz üretim süreci tanımı, bir girişimcinin-Tarım başlatıcısı, Köle sahibi, Feodal Bey, kapitalist- varlığına endekslenmiştir. Bu yorumların dışında bir üretim süreci tanımı kurmaya başlamanın da zamanıdır.
Yerli üretiminin gerçekleşmesi için gerekli üretim araçlarına da sahiptir. Bunlar var olan üretime paralel geliştirilmiş, basit alet ve avadanlıklardır. Ok ve yay olmazsa olmazıdır. Birde toplanan yiyeceklerin taşınabilmesine olanak tanıyan sepet türü malzemeler.
Bu konuda da Lorna Marshall’a kulak vermekte yarar var.
‘Nyae Nyae !Kunglar ihtiyaç duydukları her şeye sahiptirler veya ihtiyaç duydukları her şeyi imal edebiliyorlardı; çünkü erkeklerin imal ettiği her şeyi her erkek imal edebilirdi, zaten ediyordu da ve kadınların imal ettiği her şeyi de her kadın imal edebilirdi….Bir tür maddi bolluk içinde yaşıyorlardı, çünkü hayatlarını sürdürmek için kullandıkları aletleri, etraflarında bol miktarda bulunan ve herkesin serbestçe ulaşabildiği malzemelere (ağaç, kamış, silahlar ve avadanlık için kemik, ipler için lifler barınaklar için ot) veya nüfusun ihtiyaçları için yeterli miktarda bulunan malzemelere uyarlamışlardı….!Kunglar, göçebe avcı-toplayıcı hayatlarında farklı mevsimlerde bir yiyecek kaynağından diğerine dolaşırken ve daima yiyecek ve su kaynakları arasında gidip gelirken çocuklarını ve eşyalarını yanlarında taşırlar.Gerektikçe eşyalarının yerine yenilerini yapabilecekleri malzemelerin çoğu etraflarında bol miktarda olduğundan! Kunglar nesneleri uzun süre saklamak için araçlar geliştirmemişlerdir; fazladan veya yedek eşyaya ihtiyaç duymadıkları gibi bunların ayak bağı olmasını da istemezler. Sahip olmadıkları şeyleri ödünç alırlar.Bu rahatlık içinde herhangi bir şeyi istif etmezler ve nesnelerin biriktirilmesi ile statü arasında bir bağlantı oluşmaz.’(Akt.M.Sahlins-Marshall 1961-s.243-244)
Günümüz insanının anlayamadığı ve hemen sorulan soru şudur; Neden avcılar bu kadar az şeye sahip olmaktan memnundur? Bunun sebebi, bu durumun ‘tanrı’nın veya evrimin ya da doğa şartlarının onları mahkûm ettiği kör talih değil, bir yaşam felsefesi oluşudur. İstekleriniz ne kadar azsa, ne kadar sade bir yaşam anlayışına sahipseniz, ihtiyaç da doğru orantılı olarak azalır. Sorun karın doyurmak ve yarın ne olacak korkusu olmadan yaşamaksa gerisi lafı güzaftır. Bu yaşam felsefini beğeniriz, beğenmeyiz bu bizim bileceğimiz iş, ama bu avcı-toplayıcı yaşamın kendi içinde bütünlüklü bir yaşam biçimi olduğu gerçeğini teslim etmemizi engellememelidir.
Bu konu açıldığında hemen öne sürülen başka bir soru da; O döneme mi dönelim? Sorusudur. Maalesef tarımcı ‘uygar’lıkların 5000 yıllık serüvenleri bunu imkânsız kılmaktadır. Ama bu tartışma, bir zamanlar tüm insanlar için cennet olan bir yaşamın, nasıl cehenneme çevrildiğini anlamamız, çözüm için gerçek politikaların tespitinin yolunu açar.
Ve en başta da kurucu inisiyatifin, 5000 yıldır egemenlerde olduğunun tespiti önemli bir adım olacaktır. Bir avuç elitin ihtiyaçları mı? Yoksa tüm insanlığın ihtiyaçları mı? Bize yön verecek en temel sorudur. Bu soruya net cevap verilmesi gerekir.
Uygarlığın günlük yaşamın içine soktuğu ‘kazanım’ların nelerin feda edilerek elde edildiği sorusu başka bir başlangıç sorusudur. Bunlardan vazgeçmeden de bir çözüm arayışı bulmak mümkün müdür? Benim cevabım evet. Ama bu cevap ‘kutsal’ kitaplarda yok.
Hayatın ve İnsanın yaratıcı zenginliği dayanacağımız en önemli temeldir.

Saffet Bilen

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir