Search
Close this search box.

Türkiye’nin Demokratikleşme Ya Da Gericileşme Süreci-VII- Mehmet Ali Yılmaz

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Bu dizinin yedincisinde, 1969’da başlayıp 1970’de zirve yapan

iktidar partisi içindeki mücadeleleri, gündeme gelen yolsuzlukları o dönemin Türkiye’sinin toplumsal gelişmeleri içinde ele alarak günümüzdeki AKP-Cemaat kavgasına ve “ayakkabı kutularına, para kasalarına, para sayma makineleri”ne bir gönderme yapalım. Ecevit’in 1969 Bütçesiyle ilgili Meclis konuşmasına, İnönü’nün eski demokratlarla ilgili tavrına ve Doğan Avcıoğlu’nun çıkardığı Devrim gazetesine de değinerek 1969’u anlamaya, hatırlamaya çalışalım. 1969-1970 döneminde iktidar partisi olan AP içinde açığa çıkan muhalefet, Başbakan Demirel’e yöneltilen çeşitli eleştiriler, Demirel’in savunmaları vb gibi hadiseler, bazı bakımlardan, günümüzde ortaya çıkan son gelişmeleri hatırlatmaktadır. Bu arada devrimci mücadelenin seyrini de takip etmeye çalışalım.

 

1969, Gerici-Faşist Saldırılar ve Mücadeleler Yılıydı

Türkiye 1969’a, Vietnam Halk Savaşı’nı ezmek amacıyla ABD emperyalizminin görevlisi olarak bu ülkede operasyonlar yapan Commer’in Büyükelçi olarak ülkemize gelmesinden hemen sonra giriyordu. Türkiye’ye daha girişinde, hava alanında, Deniz Gezmiş ve arkadaşları tarafından protesto edilen CIA ajanı ABD Büyükelçisi Commer, 6 Ocak 1969’da arabasıyla ODTÜ rektörünü ziyarete geliyordu. Bu ziyaret sırasında aralarında Hüseyin İnan, Sinan Cemgil, Taylan Özgür ve 19 Şubat 1972’de katledilen Ulaş Bardakçı’nın da olduğu devrimci gençler tarafından arabasının yakılması o günlerde bütün devrimcilerin moralini yükseltmişti. Gazeteler günlerce bu eylemi gerçekleştiren gençlerden ve eylemlerinden söz etmişlerdi.

Yıllar sonra Commer, Ufuk Güldemir’e ABD’nin genel Türkiye politikaları çerçevesi içindeki ODTÜ planının bu olayla birlikte devrimci gençler tarafından deşifre edilmesi ve geçersizleştirilmesinden söz eder:

“ODTÜ olayı bence siyaset bilimi açısından yeni bir gelişmenin göstergesiydi. Amerika’nın meselesinin siyasi boyutunu göremeyip başarısızlığa uğramasının göstergesi. Biz o yıllarda, müfredatını teknik alanlara oturtmak suretiyle ODTÜ öğrencilerini politika dışı tutabileceğimizi sanmıştık, elektrik, elektronik, ve fizikin ağır konsantrasyon gerektiren dersleri, o günkü kafamıza göre, öğrencilerin politize olmasını önleyecekti. Halbuki üniversiteyi, giderek politize olan Türkiye’nin dışında tutmak olanağı yoktu.” (Ufuk Güldemir, Kanat Operasyonu, s.37-38, Tekin Yayınevi, 1985.)

Çok geçmeden, Şubat ayında, İstanbul’a ABD’nin 6. Filo’su geliyordu.  Devrimci gençler, Kıbrıs olayları sırasında Türkiye’nin karşısına dikilen bu filonun gelişini protesto ederken; Suudilerin desteklediği Bugün gazetesinin baş yazanı olan Mehmet Şevki Eygi’nin başını çektiği gericiler, ABD filosunun gelişine karşı çıkan gençleri düşman ilan ediyorlar ve toplu namazlar kılarak 6. Filo için dua ediyorlardı. (İki binli yıllarda Irak’ta katliam yapan Amerikan askerleri için dua edenlerin geçmişleri işte buralara dayanıyordu.) Devrimcilerin emperyalist ABD’yi protestosuna tahammül edemeyen gericiler, 16 Şubat’ta Taksim’de polisin de desteğiyle yürüyüş yapan devrimci gençlere karşı saldırıya geçiyorlardı. Bu 31 Martçılar, “Müslüman Türkiye” sloganları atarak düzenledikleri saldırıda iki kişiyi katlettiler, iki yüz kişiyi de yaraladılar. Bu günkü iktidar cenahında yer alan bazı kişilerin de bu saldırganlar arasında yer aldıklarına dair ciddi açıklamaların olduğu da bilinmektedir. 

1970’lerin ikinci yarısında Halkevleri Genel Başkanı olacak olan Tabii Senatör Ahmet Yıldız, Taksim Meydanında yaratılan bu Kanlı Pazar saldırısından hükümeti sorumlu tutar ve istifasını ister. CHP de olaylardan hükümeti sorumlu tutar ve AP hükümetinin anayasaya aykırı olan baskıcı “Nizam Tasarısı”nın ne kadar gerekli olduğunu kamuoyuna benimsetebilmek için bu olayları kullanmaya çalıştığını ileri sürer.

Bu gelişmelerle ilgili AP Senato grubu da hükümeti sorumlu tutmak zorunda kalıyordu. 22 Şubat 1969 tarihli gazetelerde bu konuda AP Senato Grubunda şöyle denildiği yazılıyordu: “Yeni bir şer kuvvetinin karşısında diğer bir kuvvet polislik yapacaksa bu düzensizliktir ve anarşidir.” Türkiye’nin bağımsızlığını, halkın onurunu savunan Devrimcileri “şer kuvveti” olarak gören AP’li Senatörlerin gericilerin saldırılarını “anarşi” şeklinde değerlendirmek zorunda kaldıkları anlaşılıyordu. Bu arada AP içinde “Kabinede yıpranmış isimlerin istifası istendi” şeklinde bir söylentinin dolaştığı da ileri sürülüyordu.

Bu dönem, CHP’ye Genel Sekreter olan Bülent Ecevit’in yıldızının parladığı yıllardı. 1969 Bütçesinin görüşmeleri sırasında Ecevit’in yaptığı konuşma daha sonraki yıllarda da hatırlanacaktı ya da sağcılar tarafından sık sık hatırlatılacaktı. Ecevit bu konuşmasında şöyle diyordu:

“… Bu çıkmazdan, kapımıza gelmiş değil, kapımızdan içeri girmiş felaketten kurtulmanın çaresi yok mudur? Elbette vardır. Bunun çaresi, birinci aşamada AP iktidarından kurtulmaktır…  

… Devletten, hükümetten umudu kesen halk, anayasanın izin verdiği hatta emrettiği toprak reformunu yer yer kendisi gerçekleştirmeye başlamıştır. Bu hareket ne jandarma ile, ne teknolojik buluşlarla, ne de yasalarla önlenebilir. Bütün yasaların üstünde anayasa, onun da ötesinde doğa yasaları, tabiat kanunları vardır. İnsanca yaşamanın bilincine varan bir halk, o hakkı elde etmesini bilir. Bu bütün yasaların üstünde bir doğa yasasıdır. Ellerine, ‘topraksız köylü olmaz’ diye yazdıkları dövizi alıp yürüyüşe geçen ve üzerinde yaşama hakkı iddia ettikleri toprakları işgale girişen köylüleri toprak reformu yapmaktan ve insanca bir toplum düzeni kurmaktan başka hiçbir güç durduramaz…” (C. Arcayürek, s.227, 228)

AP iktidarını 1961 Anayasanın emrettiği reformları uygulamamakla eleştiren Ecevit’in “doğa yasaları” sözü sağcılar tarafından yıllarca “kışkırtıcılık, anarşiye teşvik” olarak eleştiri konusu yapılacaktı.

Ecevit bu konuşmasında, dış borçlanma ve sol kesimin; eşitsizlik, yapılması halinde ekonomiye getireceği yük, trafiğe kalıcı çözüm olmayacağı gibi nedenlerle eleştiri konusu yaptığı Boğaz köprüsü konusunda getirdiği eleştirileri destekler mahiyette şunları söylüyordu:

“… Bu iktidar… müsrif devlet yönetiminden vazgeçemez, dış borçlanma ile finanse edilecek 3 milyar liralık asma köprüler kurma sevdasından kendini kurtaramazsa, üstümüze gelen çığa teslim olmaktan başka bir çareyi elbette bulamaz…

Özel teşebbüsümüz, özel sanayimiz kuş tüyü yastıklarda, kuş sütüyle beslenmeye alıştırılmaktadır…

Yabancı sermaye çevrelerinin tuttuğu adam olmak, AP yönetici kadrosu içinde yükselmeye yetiyordu…”  (C. Arcayürek, s.228, 229)

Ecevit bu konuşmasında hükümeti, halkın ve gençliğin uyanışı karşısında demokrasiden sapmakla, milleti bölmeye ve gençleri birbirine kırdırmakla da suçluyordu. Ecevit’in bu üst perdeden konuşmayı yapabilmesinin altında yatan en önemli etken ülkenin kanaat önderlerinin baskın kısmının “sol” fikirlerden yana tavır almalarıydı. Sağcı ve Amerikancı bir parti olan AP, halkın önemli kesimi üzerinde etkili olmasına karşın aydınlar bu partinin ve Demirel’in karşısındaydı. Örneğin yoğun tartışma konularından biri olan “İstanbul köprüsü”yle ilgili olarak Milliyet’in Başyazarı Abdi İpekçi (kamuoyu üzerinde etkili bir isimdi), “Neden Zap suyuna köprü değil” diye gazetesinde kampanya yapıyordu. Üniversiteler, mimarlar ve mühendisler de İstanbul boğazına köprü yapımı konusunda iktidarın karşısında yerlerini almışlardı.

***

AP Hükümetinin yasalaştırmak için harekete geçtiği “Anayasa Nizamını Koruma” ve “TRT” kanun tasarılarının gündeme getirilmesi gençliğin tepkisini çekiyordu. 26 Mart 1969’da FKF öncülüğünde, Ankara, Hacettepe üniversiteleri ve ODTÜ öğrencilerinin katıldığı “Anayasa ve Nizamı Koruma, TRT ve Avukatlık Kanunlarını Protesto Yürüyüşü” düzenlenerek bu konularla ilgili gençliğin tavrı ortaya konuluyordu.

1 Nisan’da Ankara’daki bu üç üniversite söz konusu yasa tasarılarını protesto etmek için “boykot” ilan ediyorlardı. Kurdukları boykot komitesinin üyeleri 3 Nisan’da bir basın toplantısı düzenleyerek şu açıklamayı yapıyorlardı:

“Ankara Üniversitesi’nin, ODTÜ’nün, Hacettepe’nin ve yüksek okullarının gençliği olarak, Amerikancı iktidarın baskı kanunlarına baş kaldırdık.

Sırtını Amerika’ya dayamış halk düşmanı, artık karşısında bütün devrimci Türk gençliğini bulacaktır… Bu kavga, tüm gençliğin ve Amerika’yla ortak olmayan herkesindir.”

7 Nisan’da komandolar Hacettepe’de yapılan “Uluslararası Doğum Kontrolü Semineri”ni basarak Türk-İslam Sentezinin gereğini yapıyorlardı. Özel kamlarda eğitilmiş olan komandolar, 9 Nisan’da da Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesini bastılar. Baskıncı gericiler, DTCF’nin önüne devrimci öğrencilerin astığı Atatürk’ün Bursa Nutku’nu ve bez üzerindeki Atatürk resmini yırttılar. Öğrenciler okulun kapılarını kapatarak savunmaya geçtiler. Olayı duyan SBF öğrencileri DTCF’sine yardıma koştular. Bu gelişme üzerine gericiler baskından vazgeçmek zorunda kaldılar.

Aynı gün devrimci öğrenciler SBF ve BYYO’nu işgal ediyorlardı. Öğrenciler yayınladıkları bildiride şu konuların altını çiziyorlardı:

“… Siyasal Bilgiler Fakültesini kurtarılmış yurt toprağı ilan ediyoruz… Biz işgallerle, Anayasa dışına düşmüş iktidarı Anayasa içine sokmaya çalışıyoruz. Adalet Partisini yıpratacak tüm eylem biçimlerini deneyeceğiz. Başımızda bulunan gayri milli iktidar uzaklaşıp milli iktidar kuruluncaya kadar savaşımız devam edecektir. Türkiye’de ikinci milli kurtuluş savaşı verilmektedir” diyerek gençliğinin mücadele ve tartışma temalarına vurgu yapıyorlardı.

Aynı günlerde ODTÜ’de meydana gelen gelişmeler gençlik mücadelesinin yeni bir aşamaya sıçradığını gösteriyordu. 8 Nisan 1969 sabahı ODTÜ’de yapılan forumda, öğrenciler oybirliğiyle üniversitenin işgal edilmesini kararlaştırırlar. Rektörlükle birlikte tüm fakülteler işgal edilir. Bu eylemle ilgili yayınladıkları bildiride devrimci gençler şöyle diyorlardı:

“Bizler… ODTÜ içinde bir Amerikan üssü olan rektörlük binasına el koyduk… bu, içinde bulunduğumuz ortamda en devrimci eylemdir…”

İşgalin uzamasını fırsat bilen Sosyal Demokratlar eylemin sona erdirilmesi yönünde öğrenciler arasında propagandaya başlarlar. Bu gelişmenin sonucunda stadyumda yapılan forumda öğrencilerin çoğunluğu işgale devam kararı alırlar. Bu forum kararından sonra Akademik Konsey toplantısında bulunan Rektör Kemal Kurdaş dışarı çıkarılır ve aleyhinde gösteriler yapılır. Kurdaş okulu terk etmek zorunda kalır. Bu olaydan sonra okul dışında yapılan A. Konsey toplantısında okulun 1 Ekim 1969 tarihine kadar kapatılması kararlaştırılır.

Bu karar üzerine öğrenciler yaptıkları forumda direnişlerini 15 Nisan’a kadar uzatırlar. Rektörlük ise kantinleri ve kafeteryayı kapatır. Asistanlar yaptıkları toplantıda öğrencilerin kararlarını desteklerler.

13 Nisan’da Rektör Kemal Kurdaş’ın daveti üzerine sabaha doğru 04-06 arasında 2000’i aşkın jandarma ve polis baskın yapar. Yapılan çatışmalarda 114 öğrenci gözaltına alınır ve bunların 16’sı tutuklanır. Tutuklular arasında Ulaş Bardakçı ve Yusuf Aslan da vardır.

ODTÜ’yü gençlerin işgali böylece sona erdirilir.

***

Nisan ayı çok hareketli geçiyordu. Kırıkkale’de MKE işçileri, sendika yöneticilerini işverene satılmakla suçlayarak Metal-İş Sendikasının binasını işgal ediyorlardı.

15 Nisan’da beş hukukçudan kurulu bir komisyon AP’nin çıkarmaya çalıştığı Nizam tasarısının Anayasaya aykırı olduğunu açıklıyordu. Bu beş hukukçudan bir de, bir-kaç yıl önce AKP’nin yapmak istediği Anayasanın fikir babası olan Ergun Özbudun’du.

Hükümet, Nizam tasarısını gözden geçirme gerekçesiyle Meclisten geri çekiyordu.

TRT kanun tasarısının geri çekilmemesini eleştiren CHP Genel Sekreteri Ecevit, sosyalizm karşıtlığını sergilemeden de edemiyordu. Ecevit, bir yıl önceki Çekoslovakya olaylarına atıfta bulunarak şu doğrultuda konuşuyordu: Hür Çekoslovak radyosuna tahammül edemeyen diktatör komünistler gibi, AP hükümetinin de Türkiye’de hür radyoya tahammül edemediğini söylüyordu. (Feroz ve Bedia Turgay Ahmad, Türkiye’de Çok Partili Politikanın Açıklamalı Kronolojisi 1945-1971, s.366-67, Bilgi Yayınevi, 1976)

MHP ise TRT’nin solcuların beyin yıkama aleti haline geldiğini ileri sürüyordu.

***

1969 senesine damga vuran önemli bir olay Yargıtay Başkanı İmran Öktem’in cenazesine gericilerin saldırısıdır. 1 Mayıs’ta ölen İmran Öktem’in cenazesinin 3 Mayıs’ta Ankara Maltepe Camiinde kaldırılması sırasında İlahiyat Fakültesi öğrencileri ve Komünizmle Mücadele Derneği üyeleri saldırıda bulundular. Bu gerici kalkışmanın içinde kalan, bir generalin silah çekmesi sonucu kurtarılan ve cami imamının cenaze namazını kıldırmaması üzerine, namaz kıldırılmadan buradan gitmem diyerek törene gelenlerden birisinin cenaze namazını kıldırmasını sağlayan İ. İnönü’nün olayla ilgili değerlendirmesi çok nettir:

“Olay, her manası ile, kesin ölçüde bir 31 Mart vakasıdır.”

İlerici-laik kişiliği nedeniyle cenaze namazının kılınmasına karşı çıkan gerici güruhun bu saldırısını protesto etmek amacıyla 7 Mayıs günü Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay üyeleri, savcılar, hakimler, avukatlar, Ankara Üniversitesi, ODTÜ ve Hacettepe Üniversitesi öğretim üyeleri, öğrenciler ve geniş halk kitlesinin katılımıyla düzenlenen yürüyüş Anıt Kabir’de son bulur.

Gericilerin bu saldırısının nedeni olarak, İmran Öktem’in 7 Eylül 1967’de yeni Adli Yıl’ın açılış töreninde laikliği yorumlarken Voltaire’in “Tanrı’yı da insan yaratmıştır” sözünü tekrar etmesi gösterilir.

İmran Öktem’in çeşitli konuşmaları başta Nurcular, Süleymancılar olmak üzere dincileri rahatsız ediyordu. Yargıtay Başkanının aşağıdaki sözlerinin günümüzde yaşananlara hiç de yabancı olmadığını göreceksiniz.

“Türkiye’de bir İslam Devleti ve hilafet rejimi kurmak, Türk Milletini dini esaslara dayanan bir hukuk düzenine sokmak isteyen ve bunun için gizli ve açık çalışan mistik hezeyan halindeki bir avuç meczub, ruh hastası veya dini, kazanç metaı haline getirmiş kimseler, saf ve cahil yurttaşın en temiz varlığını, itikadını, imanını geçim vasıtası yapmış olan bezirgânlar- o bezirgânlar ki, dinin emrettiğini yerine getirmezler, yasak ettiklerini gizli gizli yaparlar ve fakat dindar görünürler- evet bunlar ve bir takım hurafeleri dini esaslar gibi göstermeye kalkan ve bu suretle halkı uyuşturan kökü dışarıdaki yurt düşmanları daima hüsrana uğrayacaklardır.”

 

Eski Demokratların Affı

1969’da 27 Mayıs İhtilaliyle devrilen DP iktidarının temsilcilerine siyasi haklarının iadesi için yoğun faaliyetler sürdürülüyordu. 1969 Mayısında İnönü de eski DP’lilerin siyasi haklarının iadesinden yana olduğunu açıkça ortaya koydu. 1 Mayıs 1969’da AP yanlısı olan Adalet gazetesinin başyazarı Turhan Dilligil’e verdiği beyanatta İnönü bu konu ve öncesiyle ilgili şöyle diyordu:

“… AP ile yaptığım Birinci Koalisyon Hükümet Programı olarak, geçmiş yaraların sarılmasına çalışacağımızı açıkça taahhüt ettim. Bu taahhüt Hükümet ortağım olan AP’nin telkiniyle yapılmamıştır. Kendi görüşüm ve buluşum olarak Hükümet programına girmiştir…

Hapiste bulunmak hali, son ferde kadar fiilen kaldırılmıştır. Demek ki, esas maksadım, geçmiş yaraların sarılmasıdır…

Bu kanaate göre, intikam fikrinin aleyhindeyim…

Netice: Anayasa nizamına bağlı olmak kayıtları içinde geçmiş zamandan kalma siyasi hak mahrumiyetinin süratle ve elbirliğiyle iadesi taraftarıyım.” (İ.İnönü, Konuşma, Demeç… 1968-1970, s. 295-296, Haz. İlhan Turan, TBMM…) [Bu açıklama Adalet gazetesinde 9 Mayıs 1969’da yayınlanmıştır.]

14 Mayıs’ta ilk İnönü-Bayar görüşmesi Pembe Köşk’te gerçekleşti. Bu görüşmeye karşı tepkiler yükselmeye başladı.

İnönü’nün “kuyudan adam çıkarma” olarak adlandırılan bu girişimi aydın kesimde ve ordu içinde sorun yarattı. TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar, ilerici-devrimci gençlik, Milli Birlik Grubu ve birçok CHP’li bu değişikliği istemiyordu. Aybar, bu değişiklik gerçekleşirse, 1960’dan bu yana yapılan her şey sorgulanacaktır diyordu.

Komutanlar da Anayasa değişikliğine karşıydılar ve itirazlarını belirtmek için Cumhurbaşkanı Sunay’la görüştüler. Bu arada Başbakan Demirel, silahlı kuvvetleri kışkırtıcı davranışta bulunanları ve onları siyasete bulaştırmaya çalışanları uyaran bir açıklama yaptı. Çünkü o günlerde Ankara’da Genelkurmay‘da bazı hazırlıkların yapıldığı iddia ediliyordu.

Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın belgelerine göre, 19 Mayıs 1969 akşamı Ankara’daki Merkezi Haberalma Örgütü’ndeki bir görevlinin Washington’a gönderdiği mesajda TSK’nın müdahaleye 16 Mayıs günü karar verdiği söyleniyordu. Aynı gün, Cumhurbaşkanı Sunay, Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarıyla uzun bir görüşme yapmıştı. Bu görüşme sonrası ordunun anayasa değişikliğini istemediği saklanamaz bir gerçek halini aldığı gazetelere de yansımıştı.

19 Mayıs Gençlik Bayramı nedeniyle bir mesaj yayınlayan Cumhurbaşkanı Sunay, “Anayasa değişikliğinde isabet yoktur” diyordu. Aynı gün Anayasa değişikliğine karşı gösteriler düzenleniyordu.

 20 Mayıs 1969’da muhalefet lideri İnönü Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a yazdığı mektupta önemli açıklamalarda bulunuyordu. Bu mektup da göstermektedir ki sağcı politikacıların politik manevraları yıllar geçse de çok değişmemektedir. Eski demokratların siyasi affı konusunda, Başbakan Demirel’in bu kişilerin siyasi haklara kavuşmasını çok istermiş gibi görünerek gerçek niyetini gizlediği anlaşılmaktadır. Demirel, bir yandan halka özgürlük yanlısı görüntüsü verirken, diğer yandan da yaptığı politik manevralarla muhalefeti köşeye sıkıştırmaya çalıştığı anlaşılmaktadır.

İnönü, Sunaya gönderdiği mektubunda şunları yazıyordu:

 “CHP Genel Başkanı olarak ben ve partimin yetkili organları, siyasal hakların iadesi için Millet Meclisi’ne verilmiş bulunan 219 imzalı bir Anayasa değişikliği teklifini destekleme kararı aldığımızdan beri, gerek zatı devletlerinin, gerek bazı yüksek komutanların uyarı ve ısrarlarına muhatap olmaktayız.” (İ. İnönü, s.323)

İnönü, Başbakan’ın bu gelişmelerden bilgisi olduğu halde farkında değilmiş gibi davranmasından ve Cumhurbaşkanının bu olayla ilgili takındığı tavrın yaratacağı sakıncalarını açıklamaktadır.

“Hiç şüphe etmiyorum ki, bize bildirilen tehlikeler Sayın Başbakanın ve Hükümetin de bilgisi içindedir. Bu tehlikelerin ana muhalefet partisine bildirilip de Başbakana ve Hükümete bildirilmemesi tasavvur olunamaz.

Nitekim, gerek zatı devletlerinin, gerek Sayın Genelkurmay Başkanının konuyu Sayın Başbakanla görüştükleri basında da açıklanmıştır.

Zatı devletlerinin 19 Mayıs Gençlik Bayramı dolayısıyla yayınlanan demecinizde de, siyasal hakların geri verilmesi için yapılacak bir Anayasa değişikliğini uygun görmediğiniz hususu kamuoyuna duyurulmuştur. Eğer gerçekten ordu bu konu ile ilgili olarak bir kaynaşma içinde ise, zatı devletlerinin beyanlarının bu kaynaşmayı arttırmış olacağını takdir buyurursunuz…

Yalnız bizim üzerimizde baskı yapılarak ve bizim vaziyetimizden imtina etmemiz sağlanarak bu Anayasa değişikliğinin önlenmesi ve Başbakana, iktidar partisine hiçbir toz kondurmayarak, CHP suçlu veya vazifesini bilmez gibi gösterilmek suretiyle işin içinden çıkılması gibi bir müşterek arzuya hedef olduğumuzu görmekle müteessirim.

İktidarda bulunan Adalet Partisi’nin, bu meseleyi uzun süredir nasıl bir istismar konusu yaptığı, bu istismarın memleketimiz ile 27 Mayıs Devrimine karşı bazı çevrelerce beslenen olumsuz duyguları sürekli olarak tahrik ettiği, hatta Anayasa düşmanlığına yol açtığı bilinmektedir. Adalet Partisi, önümüzdeki seçimlerde de, siyasal haklar meselesini sonuca bağlamak için, milletten kendisine üçte iki çoğunluk istemeyi tasarladığını, böyle bir çoğunluk elde ederse, Anayasanın temel müessese ve hükümlerini de değiştirme niyetini saklamamaktadır.” (İ.İnönü, s.324)

İsmet Paşa’nın eski demokratların affı meselesinde takındığı tavrın nedenlerinden biri bu sorunu kurulduğu günden beri istismar konusu yapan AP’nin bu oyuncağını elinden almaktı. AP yönetimi eski demokratların siyasete dönmelerini gerçekten istiyorlar mıydı? Bu soruya olumlu cevap verebilmek mümkün görünmüyordu. Çünkü eski demokratların AP’lilerin oturduğu koltukların gerçekte kendilerine ait olduğunu düşündükleri söyleniyordu. (Arcayürek, s.304)

Bu Anayasa değişikliği gerçekleşirse, o güne kadar eski demokratlar üzerinden siyaset yapan AP’lilerin vekâleti sona erebilirdi.

Cumhurbaşkanlığı döneminde danışmanlığını yaparken takışmalarına kadar Demirel’i kollayan yazılar yazan, kitaplar çıkaran Cüneyt Arcayürek’e İsmet Paşa, 18 Mayıs 1969’da, bu konuyla ilgili şöyle bir açıklama yapar:

“… AP, kurulduğu ilk günden beri af sorunu siyasal yaşamımızda başladı. Bizim koalisyon hükümeti zamanında başlıca karşılaştığımız iç politika sorunu buydu.” (C. Arcayürek, s.292)

İnönü konuşmasının devamında bu sorunun bir “sömürü” konusu yapıldığını vurgulayarak şöyle der:

“Sekiz yıldır işletilen bir dava herkesin beklediği gibi geldi. Biz bunu olağan karşıladık. Ülkede bir huzursuzluk ve sömürü kalksın diyoruz…” (C. Arcayürek, s.293)

Millet Meclisi’nden AP ve CHP’nin oylarıyla geçen Anayasa değişikliği tasarısı Senatoya gelince Ordunun baskısı, Cumhurbaşkanının önleme faaliyetleri Başbakan Demirel’e tasarının komisyona geri çekilmesi için fırsat sağlıyordu.

“Demirel, yasa üzerinde Senato’da yapılan değişiklik önergelerinin yasaya yansıyabilmesi için tasarıyı komisyona geri vermeyi, ‘seçimlerde olayı vatandaşlara olduğu gibi anlatmayı’, yeni gelecek Millet Meclisi’nde de konunun hemen ele alınmasını önerdi.

Bayar’ın kızı ve yakınları TBMM’deydi.

Demirel, o sırada, ‘Hükümet siyasasının kabul edilmemesi durumunda istifa edeceğini’ söylüyordu.

AP’liler hem ağladılar, hem de gidip yasa tasarısını komisyona geri verdiler.

Bunalım sona erdi. Çalkantı sürdü gitti.” (Arcayürek, s.307)

AP’lilerin önde gelenleri ağlamıyorlardı, onlar affa karşıydılar.

“Bu sabah İhsan Gürsan (1965’te kurulan AP Hükümetinde Maliye Bakanı) geldi. Affın aleyhinde. Seçime Af olmaksızın gireceğiz, diyor.” (Cahit Kayra, 1938 Kuşağı…, s.308, Cem Yayınevi, 1995.)

Tasarı geri çekilmeden önce İnönü, meseleye Demirel gibi bakmıyordu. Ordudan bir tehlike gelmeyeceğini söylüyordu. 21 Mayıs’ta CHP’lilere yaptığı konuşmada,

“Tehlike vardır, diyorlar. Bu tehlike Ordudan gelecek diyorlar. İnanmıyorum. Gelmeyecektir…” (İ. İnönü, s.329)

Ama Bayar, Demirel’in Anayasa değişikliği tasarısını geri çekmesini affetmeyecekti. Demirel’in AP Başkanlığını kaybetmesi ya da bu partinin bölünmesi için çaba harcayacaktı. Bunun ilk önemli işaretini Haziran ayının 15’inde yaptığı basın toplantısında verdi. Bu basın toplantısında Demirel’i suçladı. Demirel de ona cevap verdi. Bu gelişmelerden sonra Temmuz ayının sonunda Celal Bayar’ın kızı Nilüfer Gürsoy (AP Bursa milletvekili) ve eski DP’nin önde gelenlerinden Samet Ağaoğlu’nun karısı Neriman Ağaoğlu (AP Manisa Milletvekili) partilerinden istifa ettiler. Bu milletvekilleri, daha sonra AP’den istifa edecek olan başka milletvekilleriyle birlikte 1970 Aralığında Demokratik Parti’yi kuracaklardı.

 1969 genel seçimine giderken eski demokratların siyasi aflarının gerçekleşmemesi AP’nin karışmasına neden oluyordu ama Demirel seçim sürecinde konuyu istismar etmeye devam ediyordu.

 

Devrimci Gençlere Saldırılar Yoğunlaşırken Genel Seçimler Yapılıyor

1969 sonbaharında gerici-faşist saldırılar, aralarında devrimci gençliğin önde gelenlerinin de olduğu gençleri katletme biçiminde yürütülmeye başlandı. Yalnız bu saldırılardan önce devrimci gençlerin Türkiye’deki Amerikalı görevlilere ve Amerikan tesislerine karşı eylemler yaptıkları gözleniyordu.

11 Haziran’da Ankara’da 5 Amerikalı dövülürken, TUSLOG binası basılarak iki otomobil yakılıyordu.

20 Eylül 1969’da Mehmet Cantekin İstanbul’da Işık Mühendislik Yüksek okulunda sağcılar tarafından katledildi.

23 Eylül’de ODTÜ SKF üyesi Taylan Özgür sivil polislerce Beyazıt’ta vurularak öldürüldü.

Seçimden birkaç gün önce Cumhurbaşkanı Sunay, tek parti hükümetini koalisyona tercih ettiğini söyleyince, İnönü Sunay’ı taraf tutmakla eleştirdi.

12 Ekim 1969 genel milletvekili seçimleri AP’nin üstünlüğüyle sonuçlandı. AP oyların %46.63’ünü alarak 450 milletvekilinin 256’sını kazandı. CHP, oyların %27.36’sını alarak 143 milletvekili kazanıyordu. MHP, %3.03 oranında oy alarak sadece Türkeş Adana’dan milletvekili oluyordu. TİP ise 1965 seçimlerine göre az bir oy kaybıyla %2.68 oranında oy alıyordu. (TİP, 1965 seçimlerinde 276.101 oy alıyordu. Bu oy miktarı toplam oyların %2.97’siydi. 1969 seçimlerinde ise, 243.631 oy alıyordu. Bu toplam oyların %2.68’ine tekabül ediyordu.) TİP bu seçimlerde Milli Bakiye sistemi uygulanmadığı için 2 milletvekili kazanabiliyordu. Bu seçimden önce bölünen CHP, milletvekili sayısını 88’den 143’e çıkarırken; AP’nin oyunda %6 oranında düşüş meydana gelmesine karşın seçim sisteminden dolayı milletvekili sayısı artıyordu.

Bu seçim sonuçları, Demirel’e hükümet olmayı sağladığı gibi parti içinde etkinlik kurmanın da yolunu açıyordu. Daha doğrusu Demirel’in öyle gördüğü anlaşılıyordu. Demirel, parti içinde kendi yanında olmadığını düşündüğü diğer bir ifadeyle büyük sermayeden çok orta kesimi ve Anadolu sermayesini temsil eden milletvekillerini yeni hükümete almıyordu. Böylece Demirel, yeni dönemde, oligarşi içinde büyük sermaye kesiminin ağırlığını arttırması yönünde tavır koyuyordu. Çünkü emperyalist sermayenin eğilimi bu yöndeydi. İşbirlikçi büyük sermayenin ülkedeki etkinliğini artırılmasını istiyorlardı. Ancak Demirel’in bu yaklaşımı parti içindeki bazı güçlü kişileri ve geniş bir çevreyi rahatsız ediyordu. Bu gelişmeyle birlikte, popülaritesi bir hayli yüksek olan, Meclis Başkanı Ferruh Bozbeyli ve parti içinde öteden beri Demirel’e rakip olan Saadettin Bilgiç’in liderliğinde bir hareket başlatılıyordu. Menderes’in oğulları da bu hareketin içinde yer alacaklardı.

Ekim ayında devrimci gençler ve devrimci mücadele açısından meydana gelen önemli bir gelişme, FKF olağanüstü kongreye giderek adını değiştirdi. Örgütün yeni adı “DEV-GENÇ” oldu. Bu değişiklik şekli bir değişiklik değildi. Artık gençlik mücadelesi Anadolu gençliğinin eline geçiyordu. Anti-emperyalizm, tam bağımsızlık ve gerçek demokrasi mücadelesi ilkesel olarak devrimci gençliğin yolu oluyordu.

***

“Türkiye İçin DEVRİM” Gazetesi

Doğan Avcıoğlu Ekim 1969’da “Devrim” gazetesini çıkarmaya başlıyordu. Başlığının altında “İdarei Maslahatçılar Esaslı Devrim Yapamaz.. Gazi Mustafa Kemal” yazan bu haftalık gazetenin Yazı İşleri Müdürlüğünü Hasan Cemal yapıyordu. Size bu gazetenin iki sayısında kimlerin yazdığından söz ederek bu kişilerin 1970’te nerede olduklarını görmenizi sağlamak istiyorum (doğal olarak bu durum yaşayanlar için geçerli).

Devrim gazetesinin 45. Sayısı, 15-16 Haziran işçi direnişi ve 1970 Ağustosunda yapılan devalüasyondan sonra, 25 Ağustos 1970’te çıkmış. Bu sayıda, birinci sayfanın sol alt köşesine başyazıyı Doğan Avcıoğlu yazarken, sağ alt köşeye de Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın şiirini konulmuş. İkinci sayfada; Uğur Mumcu, Dursun Akçam (TÖS Genel Başkan Yardımcısı), Çetin Altan, Hasan Cemal ve Uluç Gürkan yazmışlar. Üçüncü sayfada; “CHP ve Devrimcilik” başlığıyla Muzaffer Karan’ın bir yazısı yer alıyor. Dördüncü sayfada; Sinema-TV üzerine Nijat Özön ve “100. Yılında Türk Karikatürü” hakkında Nezih Danyal yazmış. Beşinci sayfada ise Türkkaya Ataöv, “Irak’ta Baas İktidarı” başlıklı bir yazı yazmış.

29 Ekim 1970’te yayınlanan 50. Sayının manşeti ve alt yazıları şöyle:

“ABD’nin askeri yardım Şantajı- Türkiye’de haşhaş ekimini yasaklatmak için, ABD, Büyük Paşalara baskı yapıyor! Eylül ayı içinde Demirel, Çağlayangil ve Topaloğlu’nun yanı sıra, Tağmaç, Gürler, Eyicioğlu ve Batur da, askeri yardım konusunda Amerikalılarla çeşitli temaslar yaptılar.”

Türkiye’de haşhaş ekiminin yasaklanması, bu adı geçen komutanların verdikleri 12 Mart muhtırasından sonra kurulan Erim hükümeti döneminde gerçekleştirilecekti.

Bu sayının ilk sayfasının sağ tarafında yer alan haberin başlığı da ilginç. Sağcı iktidarların oyunlarından birini ortaya koyan bu başlık şöyle:

“Eğitim Şurası Oyunu- İmam Hatiplere Üniversite ve Harbiye Kapıları Açılıyor.”

Bu sayıda 45. Sayıdan farklı olarak şu yazarların yazıları yar alıyordu: TÖS Genel Sekreteri Osman K. Akol’un  “Milli Eğitim Şurası Oyunu” başlıklı yazısı ikinci sayfada. Üçüncü sayfada, Hürriyet’in yayınladığı Yeni Gazete’den alınma Hikmet Bil’in “Batacak Gemileri Önce Fareler Terkeder” başlıklı günümüzdeki soygun ve yolsuzluk olaylarına göre çok basit kalan o günlerin en önemli yolsuzluk işlerinden söz eden bir yazısı yer alıyor. 1960’ların sonlarından itibaren iktidar yanlısı olmayan gazetelerde Başbakan Demirel’in yakınlarıyla ilgili yolsuzluk haberleri çok sıklıkla yer alırdı. Bu yolsuzlukların başrol oyuncularından birisi de Mıgırdıç Şellefyan isimli bir iş adamıydı. Demirel’in bazı akrabalarıyla yakın ilişkiler içinde olduğu yazılan bu kişinin on parmağında on marifet olduğu iddia edilirdi. Hikmet Bil’in yazısında, Mısır-Türkiye ticaretini “elinde tutan adam” olarak tanıtılan bu kişi için “Onun burnunu sokmadığı iş yoktu ki Türkiye’de” denilmektedir. Yazıda Kıbrıs sorunuyla ilgili Türkiye ile Yunanistan arasında arabuluculuk yaptığına dair iddiaların bile olduğu belirtilmektedir.

Söz konusu yazının devamında şöyle denilmektedir: “Şellefyan’ın, sadece Mısır’la değil, Amerika ile de bir iş adamı olarak arasının çok iyi olduğu kimsenin meçhulü değildi. Hatta iddia edilir ki, Johnson’un meşhur mektubundan sonra Türkiye’de Amerika’ya karşı dikleşen Başbakan İnönü ile Yunanistan’da gene Amerika’ya karşı dikleşmeye başlayan Papandreu’yu, Washington devirmeye karar verdiği zaman Ankara’da Şellefyan, rolünü oynamış ve bir zamanlar iş ortaklığı ettiği müteahhit Demirel’i, İnönü’nün sandalyasına aktarmakla önemli bir görev yapmıştır!

Bu iddianın inandırıcı bir delili, Demirel Kardeşler’e bankalardan 19 milyon lira kredi verilirken, Şellefyan’a gene aynı bankaların 25 milyon lira kredi açmış olmalarıdır.

Vurgunlar, dalavereli işler hiçbir memlekette ilânihaye devam edip sürdürülemez. Her çıkışın bir inişi de vardır…”

Bu günlerde yapılan devasa yolsuzluk, rüşvet olaylarını gördükten, AKP iktidarının başının “yolsuzluk tanımı”nı da öğrendikten sonra yazarın bu son görüşlerine “inşallah, inşallah” demekten başka bir söz aklıma gelmiyor.

Devrim gazetesinin 50. Sayısında yazan farklı yazarları şöyle sıralayabiliriz: 4. Sayfada İlber Ortaylı, Cevat Geray’ın “Halk Eğitimine Giriş” isimli kitabının tanıtımını yapıyor. Yine bu sayfada Zihni Küçümen, “Orhan Kemal ve Helva ile Halva” başlıklı bir yazı kaleme almış. 5. Sayfada “Anadolu Yollarında” başlığı altında Güngör DilmenDin Bezirgânları”,  Adalet Ağaoğlu ise “Doğu Anadolu’yu Gezmek” başlıklı birer yazı dizisine başlamışlar.

Ankara’dan doğuya doğru giderek başladıkları bir seyahati anlattıkları bu yazı dizilerinin ilk bölümlerinden söz ederek 1970 Türkiye’sini kısmen de olsa anlamaya çalışalım.

Güngör Dilmen, yazısına “Türk Malı” bir Türkiye Karayolları haritası bulmakta ne kadar zorlandıklarını anlatarak başlıyor. Burada önemli olan ilk buldukları TCK haritasının Alman malı olması. Nevşehir’den başladıkları gezide kendilerine yabancı muamelesi yapılmasından duydukları rahatsızlığı anlatan Dilmen, Kaymaklı’da olası bir atom savaşına karşı kayaları oyarak yapılan sığınaklardan söz eder ve NATO’nun “esnek savunma” stratejisinin Türkiye’ye bir savaş halinde ne kadar pahalıya patlayacak sonuçlar yaratacağına değinir.

“ … Adını bile koymuşlar, esnek savunma, demişler. Devler arasındaki nükleer çatışmanın peşrev faslında bizim yurdumuz yakıp yıkılır, milyonla insanımız duman olur. Bu deneyimin sonuçlarına göre taraflar ateşi kendi ülkelerine sıçratmamak için belki tırmanma savaşını durdururlar. ‘Esnek’ sözünün anlamı budur.

Savaşlarda müttefiklerimizin bizi nasıl hep kullandıklarını, omzumuzu okşayıp kendi savunmaları için bizi nasıl ateşe sürdüklerini biliyoruz. Birinci dünya savaşında başımıza gelen felaketler bu yüzden olmuştur. Son Kore savaşını, kendi basınımızın bize zafer diye yutturduğu Kunuri felaketini ansıyalım. Biz hala bilinçsiz kahramanlıklarımızla öğünürken, başta Amerikalılar, müttefiklerimiz bizim bu saflığımızla alay ediyorlar.”

Üçhisar, Göreme ve Ürgüp’e giden gezginler Ürgüp’te üretilen şaraptan tattıktan sonra Kayseri’ye varırlar varmasına ama bezirgânların duvarlarına çarparlar. Tarihi bir camiyi ziyaret etmeye kalkışırlar ama daha caminin avlusuna girerken cami cemaati ısrarla ayakkabılarını çıkartmalarını ister. Caminin içine değil, avlusuna girmek isteyen iki kadına karşı kalabalığın koro halinde “pabuçlar, pabuçlar” diye karşı çıkışlarıyla Gezi direnişi sırasında Başbakan’ın “Camiye ayakkabılarıyla girdiler” bağırtısı arasındaki fark, günümüzde politikanın, en baştaki politikacılar tarafından nelere alet edildiğinin somut olarak ortaya çıkmış olması ve ne kadar avamlaştırıldığıdır. Politikacılar da politikalar da iyice ayağa düşürüldü, pespayeleştirildi.

Konumuza dönelim. İkisi kadın olan üç gezgin, kalabalığın bağrışmasının sürmesi karşısında camiyi gezmeden ayrılmak zorunda kalırlar. G. Dilmen’in bu konuyla ilgili değerlendirmesi sanki bugünleri görür gibi.

“Kayseri’deki TÖS kongresinde öğretmenlere saldırılması, zavallı bir kadının (öğretmen sanılarak sokaklarda sürüklenilmesi bir rastlantı değildir. Kayseri, inançları kendi çıkarları için yozlaştıran sömürü düzeninin kalesi olmak üzere. (abç)

Bu ilimizin ilerici devrimci halkından özür dilemeyi gereksiz buluyorum, çünkü… kendimi onlardan ayrı tutmuyorum.”

Günümüzde çoğu insanın hatırlamadığı, bilmediği Kayseri Olayı’ndan burada yeri gelmişken kısaca söz edelim: 7-8 Temmuz 1969’da meydana gelen Kayseri Olayı’nın başlangıcı, 1970’li yıllardaki faşist kalkışmaların provalarından biri gibi olması bakımından önemlidir. Söz konusu günlerde Kayseri’de TÖS’ün Genel Kongresi yapılacaktır. Bu kongrenin burada yapılmasını fırsat bilen ya da yapılmasını istemeyen gerici güçler, 7 Temmuz gecesi bir dernek, iki cami ve imam hatip okulu yakınında bomba patlatarak gericilerin ayaklanması için gerekli tahriki yaparlar. “Allahsız komünistler camileri bombaladı” yalanını hızla yayarlar. Adeta bu işareti bekleyen gericiler TÖS kongresinin yapıldığı Alemdar Sinemasını basarlar. Önce sinemayı taşlarlar, sonra sinemayı ateşe verirler. Bu arada aralarında TÖS Başkanı Fakir Baykurt’un da olduğu birçok kişi yaralanır. Bu olaylar olurken ortalıkta ne polis, ne de asker vardır. Saldırganlar ise “tekbir” getirerek şehir içinde de saldırılarını sürdürürler. TİP il merkezi olarak kullanılan büroyu, Avukat Mustafa Tok’a ait yazıhaneyi, TÖS şubesini,Tok ve Emin Kitabevi’ni tahrip ederler.Bazı otelleri ve barları da basan gericilerin bu saldırıları nedeniyle 20’ye yakın insan yaralanır, bazı işyerleri yağmalanır. Sokaklarda yakaladıkları başı açık kadınlara da saldırırlar… 6 saat süren bu ayaklanma üzerine Vali, TÖS’ün Genel Kongresinin Kayseri’de yapılmasını yasaklar, Komando ve Toplum polisi çağrılır. Öğretmenler ise, Orduevine sığındıktan sonra askeri araçlarla şehir dışına çıkarılırlar ve sonra Ankara’ya giderler.

 TÖS Genel Başkanı Fakir Baykurt bu gerici kalkışma hakkında hükümeti sorumlu tutar ve Valinin TÖS’ün önceden yaptığı uyarıları dikkate almadığını belirtir.

Bu olayları yönlendirenlerin, olayların olduğu sıra Kayseri’de bulunan AP Senatörü Haydar Dikeçligil ile AP Kayseri Milletvekili Mehmet Ateşoğlu olduğu belirtilir. Ateşoğlu, olaylardan sonra verdiği demeçte şunları söylüyordu:

 “Türk milleti, milli varlığını ve imanını korumak için meşru müdafaa hakkını kullanarak, Moskof kini ve intikamıyla şahlanacak ve mutlaka satılmış kızıl Moskof uşaklarını köpekler gibi gebertip yok edecektir…” (10.7.1969, Milliyet)

Bu şahıs Eylül ayında yaptığı bir açıklama ile nasıl bir kafa yapısına sahip olduğunu bir kez daha ortaya koyuyordu:

“Komünistlerin kafalarını ezeceğiz. Endonezya olayları hiç kalacak” diyordu. (Cahit Kayra, s.309)
 
Kayseri’de Valinin, polisin saldırganların provokasyon ve saldırılarına engel olmamasının nedeni sol, sosyalizm düşmanlığıydı. Solculara karşı yapılacak böyle bir saldırı onlar için normaldi ve hatta gerekliydi. Soğuk Savaşçıların kafalarına göre, öğretmenler bu tür saldırıları dünden hak ediyorlardı. Başbakan Demirel’in The New York Times gazetesinin sahibine söylediği sözler bu tür saldırıların gerisindeki nedenini ortaya koymaktadır:

“Başbakan Demirel’e göre, Türkiye nüfusunun %42’si 15 ve daha aşağı yaşlardadır. Bu ülke gençlerin çoğunlukta olduğu bir ülkedir. Ve bu gençleri eğiten öğretmenler, Amerika’ya karşı oldukları taktirde yarının kuşaklarının Amerika’dan nefret etmesi doğaldır. Onun için çok geç kalmadan probleme bir çözüm yolu aranmalıdır.” (13 Ağustos 1968 tarihli Cumhuriyet’ten akt. Çağlar Kırçak, Türkiye’de Gericilik 1950-1990, s.199, İmge Kitabevi)

Kayseri’de saldırılar bittikten, öğretmenler şehirden çıkarıldıktan sonra, kentte geniş güvenlik önlemleri alınıyordu. Bu arada saldırıya yer veren gazetelerin satışı da yasaklanıyordu.

TÖS Kongresi 10 Temmuz’da Ankara’da tamamlanır. Kongreye çağrılan CHP Genel Sekreteri Bülent Ecevit’i öğrenciler ve öğretmenler yuhalarlar. Tepkiler, CHP’nin bu olaylar yaşanırken sessiz kalması dolayısıyladır.

Anadolu yollarında yürüyüşüne devam eden Güngör Dilmen ve arkadaşları Adana’ya varırlar. 1970 yazının Adana’sının nasıl olduğunu yazardan okuyalım. Yazarın gördüğü Adana’nın, 12 Mart döneminin de etkisiyle, 1970’lerin ikinci yarısına kadar faşistlerin önemli bir üssü haline sokulduğunu biliyoruz. Bu gidişi kısmen de olsa anlamak için yazarın değerlendirmesine göz atalım:  

“On yıl var görmeyeli, Adana kendini Çukurova emekçilerine iyi bir yaslamış, gelişip gidiyor. Hallerinden pek memnunlar, bir de şu soldaki kıpırdanışlar olmasa.

… Vardığımız gece, şehirde gezerken, caddelerde sokaklarda her yirmi adımda bir halkı komünizmle savaşa çağıran duvar ilanları gördük (abç)… Sağcılar bu tür propagandalarında ‘sosyalizm’ sözünü kullanmaktan dikkatle kaçınıyorlar. Belki de kavram karışıklığına yol açmamak için. Sosyalizm, sosyalist sözcükleri artık gericiler için de etkisini yitirmiş, kullanışsız deyimler. Türkiye’nin hiçbir yerinde sosyalizmi eleştiren kınayan kişilere rastlamadık. İlle komünizm. Din düşmanlığı, servet düşmanlığı ile eş anlamlı bir öcü-kavram olarak ellerinde bir ‘komünizm’ damgası var. Bir gün onu da yitirecek olurlarsa kompradorlar cephesinde tam bir bozgun başlayacak.”

Midas üçlemesinin ve Yıldız Kenter’in isteğiyle Ben Anadolu oyununu da yazan Güngör Dilmen, anlatısını “Küfe Demokrasi” başlığı altında sürdürüyor. Bu anlatı, ülkemizin kırk yılda nerden nereye getirildiğinin çok isabetli bir kanıtı. Zamanında siyasetin kötü örneklerini gözler önüne seren bu yazıdan hareketle özelleştirme saldırısıyla üretimin özel sektörün insafına terk edilişinin köylü için ne anlama geldiğini ve Başbakan’ın ağzından düşürmediği “sandık” demokrasisinin geçmişini görebiliriz. Son kırk yılda ekonominin teslim alınışına, siyasetin gericileştirilmesine hep birlikte tanık olduk.

“Küfe demokrasisi sandık demokrasisinin Gaziantep yöresinde uygulanış biçimidir. Küfe, üzüm küfesidir. Ünlü fıstığının yanı sıra Gaziantep’in üzümü de önemli. Kilis yollarında yemyeşil bağları gördükçe seviniyorduk. Çorak toprakların ağır baskısından sonra bu yeşillik insanı umutlandırıyordu. Oysa bu ürün değerlendirilemiyor, çoğu heba olup gidiyormuş.

Üretici üzümünü Tekel’in rakı fabrikasına satmak derdinde. Başka alıcı yok. Oysa Tekel fabrikası ürünün ancak onda birini satın alacak kapasitede,…, ürünün çoğu tehlikede. Tekel fabrikası o yıllık işleme kapasitesine göre köylere üzüm küfesi gönderir, ‘sizin köyden bundan fazlasını alamam’ dermiş. Küfe demokrasisi işte burda işe yarıyor. Milletvekili adayları seçim kampanyalarında köy köy dolaşıp: ‘Beni seçerseniz Tekel fabrikasına aracı olur, sizin köye helalinden şu kadar küfe göndertirim’ diyor, köylüler de vaat edilen küfe sayısına göre oylarını kullanıyorlar, bu arada: ‘Bey, söz verdiğin sayıda küfe gelmezse bir daha bizim köye uğrama’ diye işi sağlama bağlamaya çalışıyorlar.

Ama küfeler hep eksik gelir, köylü çürümeye yüztutan üzümüyle baş başa kalırmış…”

Güngör Dilmen yazısının devamında, köylünün satamadığı üzümünü pekmez yaptığını, pekmezi kaynatmak için yakılan onca ağaca rağmen pekmezden de para kazanamadıklarını anlatır. Antep’te kaldıkları otelde beş kez sabah ezanı dinlemek zorunda kaldıklarını da belirtir ve bu bölümü bitirir.

Yazıyı uzatmak pahasına Adalet Ağaoğlu’nun gözlemlerine de yer vermek istiyorum. Böylece 1970’de Doğan Avcıoğlu’nun gazetesinde yazan Adalet Ağaoğlu ile ikibinlerde “yetmez ama evet”çi olan Adalet Ağaoğlu’nun o yıllarda bazı sorunlara yaklaşımını görmüş oluruz.

“… Doğu Anadolu insanımız ile en uzun ve içten konuşmaları otobüs ve minibüslerin içinde koyulaştırıp o yürek dağlayıcı yabancılaşmanın bir ölçüde otobüs ve minibüslerin içinde ortadan kalkabildiğine tanık olmak. (Otobüs ve minibüs içleri, Türkiye’de kendi ulusumuzla altı ya da sekiz saat için olsun aynı koşulları paylaşabildiğimiz tek ortam. Bunun bile aynı şey demek olmadığını nerdeyse unuttuğumuz dakikalar var.) İkincisi ise sıcağa, toza, kokuya bağışıklık kazanmak. Bir çeşit öz-eğitim. Öte yandan otobüs ve minibüslerin ter, soğan, deri, tulum peyniri, benzin, gazyağı, hıyar, lahmacun, saman, koyun ve sürekli toz kokan içleri olmasa bence doğulunun sesini çok az duyabilecektik. İnsanlar yolculukta daha bir özgürleşir. Korkularından, komplekslerinden, çevresinin güdümünden sıyrılır. Cemaat camide, ağa köyünde-kentinde, devlet memuru dairesinde kalmıştır. Güzelce bir dili çözülür dilini tutmak zorunda bırakılan vatandaşın…

İyi ki de bindik o otobüslerle minibüslere. Yoksa bize komandolar üstüne en gıllıgışsız, en saptırmasız bilgiyi o Güzelsu (Hoşap) İlçesinin Yedikilise köyünden gelen on iki yaşındaki çocuktan başka kim verecekti? Komandoların köylülere yaptırdıkları ‘kazayağı yürüyüşü’nü o çocuk gösterdi bize… Üç-beş koyununu Ankara’da satıp da Siverek’teki köyüne dönerken, gece boyunca:

-Ha ben tek başıma bir ağaynan nasıl başa çıkam? De işte, ben geçen yıl karşı duracak oldum da beni köyden sürdü. Sinci yeni bir ağam var. Ona ses etmem gayrı. Siz deyin nası ses edem? Diyen bun bun bunalan, bir çıkış yolu arayan vatandaş. Birecik’te doğup da, İstanbul’a göçüp orada, bir patronun buyruğunda dolmuş şoförlüğüne başlayan, şimdi de üç günlük izinle Birecik’in bir köyündeki ağır hastasını görmeye giden İsmail… Hakkari’den dönüşte Çavuşkale’nin oralarda otobüse bir cami hocası bindi. Arkamda, Güngör’ün [Dilmen] yanında oturuyor. Uzun uzun konuştular. Hocanın sesi önce üst perdeden çıkıyordu. Sonra baktım Güngör’ün sesi üst perdeden çıkmaya başladı…[Hoca] Van’da otobüsten inince arkadaşımıza soruyoruz,

‘-Din görevlileri ticarethanesi neymiş? Hocaya sordun mu?’

-Hoca bilse bu işin ticarethanesi mi kalır?’

Gerçekten, gittiğimiz pek çok il, ilçe ve bucakta, herhangi bir binanın üstünde şu levhaları sık sık görmekteyiz: ‘Muş Din Görevlileri Ticarethanesi’ vb…”

Bu kadar uzun alıntılar yapmak bana da zor geldi ama yukarıda da belirttiğim gibi, 1970 yılı Türkiye’sini iki yazarın anlatımından anlamak için böyle yaptım. Devrim gazetesinde yazan diğer yazarların da isimlerinden ve bir ilandan söz ederek bu bahsi bitirelim.

6. sayfada Engin Aşkın’ın “İhtilal Suudi Arabistan’ın eşiğinde dolaşıyor”, 8. Sayfada ise TÖS Bilim Kurulu Üyesi Hamdi Konur’un “TÖS’ün gözüyle: Milli olmayan VIII. Milli Eğitim Şurası” başlıklı yazıları yer alıyor.

Devrim gazetesinde yer alan bir ilana göre Halkın Dostları isimli bir yayın organının Ekim sayısında şu yazarların yazılarının yer alacağı belirtiliyor: Murat Belge, Asım Bezirci, Sadri Ertem.

***

İktidar partisi olan AP’de meydana gelen karışıklık giderek büyüyordu. 6 Kasım 1969’da yapılan AP’nin grup toplantısına 146 milletvekilinin katılmaması bu gelişmenin işaretiydi. Bu gelişme Demirel’e muhalefet yapan Saadettin Bilgiç’in güç gösterisiydi.

9 Kasım’da El-Fetih kamplarında gerilla eğitimi gördükten sonra Türkiye’ye dönen Yusuf Küpeli ve Bingöl Erdumlu tutuklanıyordu.

1969 yılının son ayları oldukça hareketli geçiyordu. 10 Kasım’da Atatürk’ün ölüm yıldönümü nedeniyle TRT’de Rus yönetmen Eisenstein’in, Cumhuriyet’in onuncu yılı nedeniyle çekilen Türkiye’nin Kalbi Ankara adındaki filminin gösterilmesine yeni AP hükümeti sert tepki verdi. Yayına el kondu ve TRT Program Başkanı Mahmut Tali Öngören’in bütün yetkileri elinden alındı.

Yine bu günlerde Çorlu yakınlarındaki bir çiftlik topraksız ya da yeterli toprağı olmayan köylülerce işgal ediliyordu ve köylülerin işgaline son vermek için askeri birlikler harekete geçiriliyordu.

12 Kasım’da ilk kez bir Türk devlet başkanı Sovyetler Birliği’ni ziyarete gidiyordu. Koyu bir anti-komünist olan Cevdet Sunay, on gün sürecek SSCB ziyaretine başlıyordu.

14 Kasım’da Meclis ve Senato’dan geçerek kanunlaşan eski DP’lilerin siyasal haklarını iade eden kanunun iptali için TİP Anayasa Mahkemesine başvuruyordu.

Bu arada uzun süredir parti başkanlığı Aren-Boran ekibi tarafından tartışma konusu yapılan Mehmet Ali Aybar TİP Başkanlığından istifa etti. MYK üyeleri de görevlerinden ayrılıyordu. Bir gün sonra, 16 Kasımda Aybar, Arencilerin adayı Nihat Sargın’ı yenilgiye uğratarak Genel Başkanlığa bir kez daha seçiliyordu.

Seçimler sırasında durmuş gibi görünen faşist saldırılar Aralık ayında yükselişe geçiyordu.

8 Aralık 1969’da, Yıldız DMMA’sinde Mehmet Büyüksevinç öldürülürken iki öğrenci de yaralanıyordu.

14 Aralık 1969’da ise devrimci öğrenci Battal Mehetoğlu katlediliyordu.

15 Aralık’ta TÖS ve İlk-Sen üyesi öğretmenler, ücret ve grev hakkı sonlarıyla ilgili dört gün süren bir boykota gittiler. Direnişi örgütleyen bu iki kuruluş, Türkiye’deki 130 bin öğretmenin 100 bininin örgütüydüler. Bir yıl önce AP’nin Ankara İl Kongresinde “yollar yürümekle aşınmaz” diyen Başbakan Demirel, bu boykot üzerine TRT’ye yayın yasağı koyuyor ve bu arada öğretmenler hakkında teşvik ve kışkırtmadan soruşturma açılıyordu.

Devrimci gençlere karşı yürütülen faşist saldırılar ve hiçbirinin katilinin bulunmaması kamuoyunda büyük tepkilere neden oluyordu. Bu tepkilerin en etkili olanı da İstanbul’da deniz subaylarının bir bildiri yayınlayarak “gençliğe sıkılan kurşun gerçekte Mustafa Kemal’e sıkılıyor” demeleriydi. Bu bildirinin yayınlanmasıyla ilgili olarak Sarp Kuray’ın yakalandığını gazeteler yazıyordu. Genç subayların ülkenin gidişatından memnun olmadığını gösteren bu bildiriden sonra Genel Kurmay Başkanı Memduh Tağmaç yaptığı açıklamada şöyle söylemek zorunluluğu duyuyordu: “Silahlı Kuvvetler politik davranışların dışındadır.”

19-22 Aralık tarihlerinde İzmir’e gelen 6. Filoyu protesto etmek için İstanbul ve Ankara’dan gelen gençlerin de katıldığı gösterileriler düzenlendi. Bu protestoyu Dev-Genç’in örgütlediği biliniyordu. TDGF, TÖS, ODTÜ-ÖB, DİSK Bölge Temsilciliği, İLK-SEN gibi kuruluşlar yayınladıkları bildiride şöyle diyorlardı:

“6. Filo’ya karşı çıkmak bir yurtseverlik görevidir. Yurtseverler, bağımsızlıktan yana olanlar 6. Filo’ya karşı çıkanlar, katil filonun limanlarımızı kirletmesine göz yummayacaklardır.” (Nurettin Çalışkan, ODTÜ Tarihçe 1956-1980, s.94, Arayış Y.)

İzmir’de gençler, Amerikan askerlerinin karaya çıkacağı eski feribot iskelesinin önünde “6. Filo Defol” diye bağırdılar ve ABD’li askerleri karaya çıkartmamak için and içtiler.

Amerikan 6. Filo komutanının Cumhuriyet Alanındaki Atatürk Anıtına çelenk koyacağını duyan gençler, bu girişimi engellediler. Daha sonra yürüyüşe geçen gençler, “Amerika Defol” sloganı eşliğinde NATO karargâhının camlarını kırdılar. Polisin müdahalesi üzerine çıkan çatışmada 30 kadar genç yaralandı. Çatışmayı denizden gören Amerikalı komutan çelenk bırakmaktan vazgeçiyordu.

20 Aralık’ta Ankara’da Sosyal Demokrasi Dernekleri Federasyonu (SDDF),“Tam Bağımsız Türkiye” mitingi düzenleyerek 6. Filo’nun gelişini protesto ediyordu. Aynı gün İzmir’de, 9 Eylül meydanında, DEV-GENÇ, ODTÜ-ÖB, AÜ-ÖB, HÜ-ÖB, SDDF, DİSK İzmir Bölge Temsilciliği, Maden-İş Bölge Temsilciliği, ÜNAS, TÖS, İLK-SEN ve Devrimci Avukatlar Derneği miting yapıyorlardı.

Akşam ise karaya çıkan polis koruması altındaki Amerikalıların eğlence merkezlerine gitmesi üzerine, protestocu gençler Tuslog binasına Molotof atmışlar ve yakaladıkları iki Amerikan askerini dövmüşlerdi.

20 Aralık 1969 tarihli Milliyet gazetesine göre, bu olaylar sırasında 44 öğrenci gözaltına alınmıştı.

***

1969’da yapılan genel seçimler sonrasında TİP’in solun umudu olmaktan uzaklaştığı açıkça ortaya çıkmıştı. Milli Demokratik Devrim fikrinin geçlik ve giderek diğer kesimler içinde de gittikçe güç kazanması TİP’in etkisizleşmesini sağlayan ana fikri etkendi. TİP’in devrimci mücadeleye müdahil olamaması ve kendi içinde süren çekişmeler bu partinin gelişme şansını ortadan kaldırmıştı. Bu partinin gündemden düşmesi “zinde güçler”in siyasetteki etkisini arttırmasına da alan açıyordu. Bu arada MDD’yi savunan devrimci hareketler, özellikle gençlik içinde olmak üzere, öğretmenler, sendikacılar ve aydınlar arasında da gelişmesini sürdürüyordu.  

Parti içinde karmaşa sürerken Aralık ayının sonuna doğru Mehmet Ali Aybar TİP Genel Başkanlığından istifa etti. Yerine Şaban Yıldız seçildi. Bu gelişme, TİP içindeki sendikacılar için bir başarı olarak görülüyordu.

1969 biterken İstanbul’da memurların ekonomik ve sosyal haklarıyla ilgili ailelerinin katıldığı bir yürüyüş düzenlendi. Bu yürüyüşe on beş bin kişi katılıyordu. Gamak Elektrik Motorları Fabrikasından iki yüz işçinin işten çıkarılmasını protesto eden işçilerin üzerine polisin ateş açması nedeniyle işçi ölürken yedi işçi yaralandı, 45 kişi tutuklandı. Polisin bu saldırısını protesto etmek için İTÜ’lüler bir günlük boykot yapıyorlardı.

 

Abdi İpekçi, 1969’un Değerlendirmesini Yaparken 1970’ten Beklentisini Yazıyor

1970 yılının ilk günü, dokuz yıl sonra, 2 Şubat 1979’da, faşistler tarafından katledilecek olan Milliyet’in Başyazarı Abdi İpekçi, “Dinamizmin Kader Yılı” başlıklı yazısında şu ilginç değerlendirmeyi yapıyordu:

“Protestolar, kaynaşmalar, çatışmalarla geçti 1969 yılı Türkiye’de… Öğrenciler üniversiteleri, işçiler işyerlerini, topraksız köylüler başkalarının topraklarını işgal ettiler. Öğretmenler boykot, memurlar miting yaptılar. Yargıtay üyeleri bile protesto yürüyüşleri düzenledi… Ve çoğu kanlı olaylara sahne oldu yurdumuz…

1969 ile birlikte ümitlerimiz gerçekten tarihe mi karışmalı? 1970 bize sadece karanlık günler mi getiriyor? Şu kadar kötü, bu kadar ümitsiz duruma mı düştük?

HAYIR…

Aslında bizi karamsarlığa, kuşkulara düşüren protestolar, kaynaşmalar, hatta çatışmalar toplumumuzun 1960’larda kazandığı dinamizmin bir sonucudur…”

Devam edecek…

Mehmet Ali Yılmaz

 

 

 

 

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir