Eğer demokratik bir istekten yana çıkışımız pratikte bizi emperyalist güçlerin hegemonyası altına sokacaksa ya da emperyalizmin yayılmacı politikalarına hizmet etme sonucu yaratacaksa bu istekten yana çıkamayız.
“Bir krizin zirvesinde devrimci bir tavır almasını bilmeyen bir halk kaybolmuş demektir.” Marx
Son yıllarda Türkiye’de üzerinde en fazla spekülasyon yapılan kavramları sıralasak bunların en önlerinde “ulus” ve bundan türeyen ifadeler yer alır. Yarım yüzyıldan fazla bir zamandır bu kavram kaynaklı ya da bu kavramı da ilgilendiren çeşitli tartışmalar, haklı veya haksız eleştiriler ve bu kavramdan hareketle yapılan çeşitli ithamların yapıldığını görürüz. Doğru olan, “ulus” kavramının önyargılara, siyasal ve ideolojik konumlanışlara göre değil, sosyal bilimlerin verilerine dayanarak ele almak ve açıklamaktır. Aksi durumda kavram salt bir ideolojik ve politik bakışın rengine büründürülmekte, hegemon gücün bir aracı haline sokularak içeriksizleştirilmektedir. Son yıllarda ulus kavramının emperyalizmin politikalarını gizleme amaçlı geliştirilen çeşitli “algı operasyonları”nın kuluçkalığı olarak da ele alındığına tanık olduk. Diğer yandan oportünist bir anlayışla “ulus” ve ondan türetilen kavramları ele alanlar söz konusu ifadeleri tarihsel bağlamından kopararak, içinde bulundukları siyasal koşullara göre savunmanın ya da saldırının aracı şekline sokmaktalar. Bu ifadeleri adeta iki tarafı keskin kılıç gibi kullanıyorlar. Bu arada ABD emperyalizminin Ortadoğu politikalarının aracı haline gelmiş çevreler ve onların Türkiye solu içinde görünen uzantıları “ezilen ulus” gibi kavramları Türkiye devimi fikrini etkisizleştirmek için öne sürebiliyorlar.
Ulus ve Ulus Devlet
TDK’nın yayınladığı Türkçe Sözlük’de “ulus” kavramı şöyle tarif edilmekte: “Derebeylik düzeninin yıkılışı ve anamalcı düzenin oluşumu döneminde ortaya çıkan, toprak, ekonomik yaşam, dil, ruhsal yapı ve kültürel özellikler yönünden ortaklık gösteren, tarihsel olarak oluşmuş, en geniş insan topluluğu”dur. Eş anlamı olarak “millet” kavramı kullanılmaktadır.
Aynı sözlükte “ulusal” kavramı şöyle tarif edilmektedir: “Ulusa değgin, ulusa özgü”, eş anlamı olarak ise “milli” ifadesine yer verilmekte.
“Ulusal bilinç” için ise, “ulusun bir parçası ve ona bağlı olma bilgisiyle oluşan bilinç” denilmekte.
TDK Sözlüğünde “ulusallık”ın karşılığı olarak, “ulusçuluk ilkesini benimseyen”, eş anlamlı ifadesi olarak da “milliyetçi”liğe yer verilmektedir.
Bu sözlükte yer verilen konumuzla ilgili bir diğer kavram ise “ulusçuluk”tur. Bu kavram iki şekilde tarif edilmiş: “1-Kendi ulusuna özgü şeyleri üstün tutma, milliyetçilik, nasyonalizm. 2-Yabancı baskısı ve sömürüsünden kurtulmayı, kendi ulusunu sevip onu yüceltmeyi amaçlamaktan, kendi ırkını bütün başka ırklara üstün görüp onları egemenliği altına almayı istemeye dek varabilen öğretilerin genel adı, milliyetçilik, nasyonalizm.”
Bu tarifleri ulus devletin oluşum süreci içinde ele alınca daha geniş bir perspektiften bakışa ulaşırız. 1789 Fransız Devrimi’nden önce, ulus kavramı, ırk, din, dil ve kültür benzerlilikleri temelinde bir araya gelen ve şart olmamakla birlikte çoğunlukla aynı toprak parçası üzerinde yaşayan topluluklar için kullanılırdı. Devrimden sonra bu niteliklerdeki ulus kavramı ters yüz oldu. Devrimle birlikte “devlet” faktörü ön plana çıktı. Böylelikle anayasa ve yasalarla birlikte bunlardan türeyen kurumlar oluştu. Bu yasalar ve kurumlar karşısında bir de vatandaş hukuku geliştirildi. Yeni yapılanmada ulus kavramı, aynı yasalara bağlı olarak yaşama arzularını gönüllü olarak bir “sözleşme” ile akde bağlayan topluluğa denk düşer hale geldi. Bunun adı “ulus devlet“tir.
Tarihsel Bakış
Ulusun, ulusallaşma sürecini yaşayarak, tarihsel olarak oluşmuş insan topluluğu olduğu biliniyor. Ulus, öncelikle, ortak toprak (aynı sınırlar içinde yaşayan), ortak ekonomik hayat (ortak ekonomik pazar da dahil) ve ulusal kültürün can alıcı özelliği olarak ortak dil ve ulusal karakter yapıları-çizgileri (töresellik) gibi ortak maddi yaşam biçimleriyle ayırt edilir.Feodal bölünmüşlüğün ortadan kaldırılması, kapitalizmin gelişmesi (kapitalist oluşumun ortaya çıkmasından itibaren), farklı yöreler-bölgeler arasında ekonomik bağların oluşması ve pekişmesi, yani yöresel pazarların ulusal bir pazar haline gelmesi, budundan (kavimden) daha üstün bir toplum biçimi olan ulusun oluşması için ekonomik temeli oluşturmuştur.
Marx ve Engels yaşadıkları dönemde Almanya’nın uluslaşma sürecini yoğun biçimde yaşamakta oluşlarının da etkisiyle soruna bu ülke özelinde de eğildiler. Sosyalizmin önderleri büyük ve merkezi ulusal devletlerden yanaydılar. SBF’nin devrimci-ilerici geleneğini temsil eden hocalarından Taner Timur’un bu konuyla ilgili değerlendirmesi şöyle (*):
“Marx ve Engels feodal üretim kalıntılarının Avrupa’da dahi yaygın olduğu bir dönemde aslında büyük ve merkezi ulusal devletlerden yana idiler. 1870’te Alman Birliği’ni de Bismark rejiminden nefret etmelerine rağmen, tarihi bir ilerleme olarak göreceklerdir.” (Taner Timur, Marx-Engels ve Osmanlı Toplumu, S. 36, Yordam Kitap, 2012. abç)
Engels, Marx’ın 1. ölüm yıldönümünde yazdığı “Marx ve Die Neue Rheinische Zeitung (1848-1849)” adlı makalede halk kitlelerinin devrimci mücadelesinin tarih içindeki yerine ve doğru taktik önderliğin önemine vurgu yapar. İşçi sınıfı partisinin genel demokratik görevleriyle proleter görevlerinin sentezlenmesinin öneminin altını çizen Engels, Marx’la birlikte çıkardıkları gazetenin (Die Neue Rheinische Zeitung)politik programını ortaya koyarken iki amaçtan söz eder. Bunun ilki “Tek, bölünmez, demokratik bir Almanya cumhuriyeti”dir. (Marx-Engels, Seçme Yapıtlar 3, S.203, Sol Yayınları, Birinci Baskı, 1979) (Abç.)
Engels, o dönemde küçük burjuva demokrasisinin iki hizbe ayrıldığını ve bunlardan birisinin “demokratik bir Prusya imparatoruna katlanmayı” önemsediğini, diğer hizbin ise “Almanya’yı İsviçre modeline göre federatif bir cumhuriyete dönüştürmek” istediğini belirtikten sonra şöyle devam eder (abç): “Onların ikisiyle de savaşmalıydık. Proletaryanın çıkarları, Almanya’nın Prusyalaştırılmasını ve küçük devletlere bölünmesinin sürdürülmesini aynı ölçüde yasaklıyordu. Bu çıkarlar, Almanya’nın bir ulus halinde kesinlikle birleştirilmesini zorunlu kılıyordu; savaş alanını yalnız bu hazırlayabilir, proletarya ile burjuvazinin kendi kuvvetlerini ölçebildikleri bütün geleneksel küçük engelleri kaldırırdı.” (Age, S. 203-204)(Abç.)
Demek ki neymiş; proletaryanın çıkarları, Almanya’nın ne Prusyalaştırılmasını ne de federasyonlaştırılmasını gerektiriyormuş, “Almanya’nın bir ulus halinde kesinlikle birleştirilmesini zorunlu” hale getirmek gerekiyormuş. (Bu arada Ulus’a vurguyu yapan Engels’dir. Abç.)
Marx ve Engels, kapitalizmin gelişme sürecini yaşayan Almanya’yı ulus halinde birleştirmeye çalışırken, günümüzde emperyalizmin saldırgan ve talancı neo-liberal politikalarla ulus devletleri bölmesini ve parçalamasını destekleyenlerin solla ilişkileri gösterişin ötesine gidebilir mi? Uluslaşma süreçleri yaşayan ülkeleri emperyal planların hayata geçirilebilmesi için kurgulanan demokrat görünümlü “Turuncu Devrim”lerle, “Arap Baharı”yla ya da içsavaşlarla dağıtmanın bugünün emperyalist-kapitalist dünyasında kimin işine yarayacağı belli değil mi?
Osmanlı Coğrafyasındaki Ulusal Hareketler Karşısında Devrimci Tutum
19. yüzyılda Osmanlı Avrupa’sında ilk ulusalcı hareketler baş göstermeye başladı. 1808 yılında Sırp, 1821 ise Yunan ayaklanmaları ortaya çıktı. Bu ayaklanmalar Batı kamuoyu tarafından “kurtuluş hareketleri” olarak görüldü ve desteklendi. Fakat 1848-49 devrimleri ve karşı-devrimlerinden sonra 1850’lerde Avrupa’nın üzerine statükonun ağırlığının çökmesiyle birlikte durum değişmeye başladı. Bu arada Marx ve Engels’in (1848-49) devrim ve karşı-devrimleri sırasında “kurtuluş savaşları”na karşı takındıkları tavır bir hayli farklı oldu. Komünist Manifesto’nun yazarlarına göre:
“Devrimci duruş, kurtuluş savaşları bağlamında ezilen halkların otomatik olarak desteklenmesi anlamına gelmiyordu. Halk direnişleri ancak Avrupa’da devrim perspektifinde ve direnişin dış bağlantıları da göz önünde bulundurularak ‘kurtuluş savaşı’ sayılacak ve desteklenecekti.” (Taner Timur, S.37)
Avrupa’dan büyük destek alan Yunan İhtilali’ni Marx ve Engels’in “kurtuluş savaşı” olarak görmemelerinin nedeni “Doğu Soru”yla bağlantılıydı. Onların Balkanlardaki gelişmelerle ilgili görüşleri sadece şu veya bu etnik kesimin özelliklerine, ezilmişliklerine ve hatta Avrupalıların hayranlık duymalarına veya insan haklarına göre şekillenmiyordu. Onlar soruna Avrupa devrimi ve Balkanlardaki hareketleri etkileyen dış güçlerin –başta Rusya’nın- amaçları açısından bakıyorlardı.
19. yüzyılda Avrupa entelejansiyasını büyüleyen “Yunan İhtilali”ni Marx ve Engels’in “kurtuluş savaşı” olarak görmemelerinin nedeni bu yaklaşımdı. Sosyalizmin önderleri Avrupa “kamuoyunu yönlendiren efsanelere ve ‘neredeyse Türkiye’ye karşı savaşan her koyun hırsızını bir kurtuluş savaşçısı gibi sunan’ görüşlere ihtiyatla yaklaşıyorlardı.” (Marx-Engels; Oevres Politiques, cilt 3, s. 138’den aktaran Taner Timur, S.39, abç)
Marx ve Engels 1850’li yıllarda yaptıkları değerlendirmelerde “Avrupa devrimi”ni tehdit eden asıl gücün Rus gericiliği olduğunu ve bu devletin Osmanlı Avrupası’nda gelişen halk hareketlerini yayılmacı amaçlarla desteklediğini, bu nedenlerden dolayı çarlığın entrikalarına karşı çıkılması ve İstanbul’un Ruslar tarafından teslim alınmasının önlenmesi gerektiğini savunuyorlardı.
Sosyalizmin önderlerine göre, “Rusya kesinlikle fetihçi bir ulustur. 1789’un büyük hareketi, yani demokratik ülkülerin ve insanoğlunun doğal özgürlük susuzluğunun patlayıcı gücü olan Avrupa Devrimi, … O dönemden bu yana, gerçekte Avrupa kıtasında iki kuvvet var – Rusya ve Mutlakıyetçilik, Devrim ve Demokrasi …” (Marx-Engels, Doğu Sorunu, S. 33, Sol Y.)
Bu yazıdan bir hafta sonra Engels, 19 Nisan 1853’te yine New-York Daily Tribune’de o dönemin yayılmacı güçlerinden Rusya’nın fesat operasyonunu anlatırken şöyle der:
“1809 Sırp ayaklanması, 1821 Yunan isyanı, şu ya da bu ölçüde doğrudan doğruya Rus altını ve Rus etkisiyle teşvik edildi; Türk paşalarının merkez hükümete karşı isyan bayrağı açtığı her yerde Rus entrikası ve Rus parası hiçbir zaman eksik olmadı…”
Emperyal Rusya’ya, bu ülkenin kışkırttığı ayaklanmalara ve Rus altınlarıyla satın alınan Osmanlı paşalarının dalaverelerine karşı o yıllarda da bağımsız ve demokrat olmayan Türkiye’yi savunan Marx ve Engels, İstanbul’da ortaya çıkan ilerici gelişmeleri desteklemekten de geri durmuyorlardı. Bunun en açık örneği 1876’da yaşandı. “Marx ve Engels o sırada devrimci güç olarak Midhat Paşa liderliğinde bütünleşmiş Yeni Osmanlı muhalefetini ve onları destekleyen halk kesimlerini, ulema ve medrese öğrencilerini görüyordu.” (T. Timur, s.68-69)
Osmanlı toplumunda köklü bir reformun ancak laik, dini inançları eşit duruma getirecek bir “medeni kanun”un kabulüyle mümkün olacağını düşünen Marx ve Engels, Osmanlı Devleti’nin herhangi bir başka devletin hegemonyası altında olmasını istemiyorlardı. Osmanlı sorununu Doğu sorunu, Doğu sorununu da Avrupa devrimi perspektifi içinde gören Marx ve Engels, bu devrime karşı en büyük engel olarak Rus despotizmini görüyorlardı. “Halklara özgürlük” demagojisiyle Balkan halklarını ayaklandırmaya çalışan Çarlıkla savaş halindeki Osmanlı Devleti, nesnel olarak, Avrupa’nın devrimci potansiyelini harekete geçirebilecek bir rol üslenmekteydi. Diğer yandan Rusya’da ortaya çıkabilecek devrimi de Türkiye’nin Rusya’ya karşı direnmesiyle ilişkilendiriyorlardı.
Görüldüğü gibi Marx ve Engels, “Rusya fetihçi despotsa Osmanlı da bir despot” diyerek “yıkılsın ikisi de” demiyorlardı. Dünya devrimci demokrasisi için tehlike arz eden emperyal Rusya’ya karşı bütün güçleri birleştirmeye çalışıyorlardı ve bu gerici devlete dayanarak ulusal kurtuluş mücadelesi veren halkların bu mücadelelerini de desteklemiyorlardı. Bu tavırları nedeniyle de Avrupalı sosyal demokratların büyük çoğunluğundan farklı bir duruş ortaya koyuyorlardı. Onlar her şeyden önce Devrim için politika yapıyorlar ve devrime doğru bir perspektiften –proletaryanın çıkarları üzerinden– bütünsellikli biçimde bakıyorlardı.
Çıkarılacak Dersler
Marx ve Engels’in bu devrimci-politik görüşlerinden bugün ülkemizde ve Ortadoğu’da yaşanan yakıcı sorunların çözümleri konusunda dersler çıkarmak için yararlanmalıyız. Onun için üzerinde duruyoruz.
Dünyanın neresinde olursa olsun emperyalist politikalarla birleşmek suretiyle “Milli” ya da “Kurtuluş Savaşı” verilemeyeceğini anlatmaya çalışıyoruz. Diğer bir ifadeyle emperyalist güçlerin planının içinde yer alınarak savaş yapılır ama bu “Bağımsızlık” ya da “Özgürlük Savaşı” olmaz. Emperyalizmin gizli-açık işgalini, hegemonyasını güçlendirecek hiçbir politika, hareket gerçekte demokratik olamaz ve desteklenemez. Bu gerçeği görmek için Marx ve Engels’in görüşlerini yeterli bulmayanlara(!), emperyalist sömürü, saldırı ve işgal altındaki ulusların haklarını ve kendi kaderlerini tayin etmelerini savunan Lenin’in Birinci Paylaşım Savaşı sırasında -Kasım 1916’da- N. D. Kiknadze’ye yazdığı mektubunda yer alan görüşünü de okumalarını öneririz:
“Sade, açık ve teorik olarak itiraz edilmez bir sav yerine, yani: pratikte bizi tamamen emperyalist güçlerden birisinin, ya da birkaçının buyruğu altına sokacak olan (Polonya’nın bağımsızlığı için) demokratik bir istekten yana çıkamayız (bu tartışılamaz, yeterdir; temeldir ve yeterlidir)”. (İtalik Lenin’e ait). (V.İ.Lenin, Mektuplar, S.165, MAY Yayınları, 2. Basım, 1976.)
Eğer demokratik bir istekten yana çıkışımız pratikte bizi emperyalist güçlerin hegemonyası altına sokacaksa ya da emperyalizmin yayılmacı politikalarına hizmet etme sonucu yaratacaksa bu istekten yana çıkamayız. “Bu tartışılamaz” gerçekliktir, “yeterdir; temeldir ve yeterlidir.”
(*)Son yıllarda AÜSBF akademik camiasının önemli bir kısmının liberal ve etnikçi eğilimlerin etkisi altına girdiklerine tanık olduk. Günümüzde bu okulda tam bağımsızlıkçı, devrimci-demokrat hoca bulmak 1970’li yıllara göre daha zor…
Mehmet Ali Yılmaz
2 Responses
SBF Türkiyenin geleceği… Böyle olmasına kimler vesile oldu? Çok merak ediyorum bu öğretim üyelerini asistan kabul edenleri:) Ama sanırım bir devlet buna katlanamaz… Alçaklıkları diz boyu…
Böyle nitelikli yazıları okudukça hem seviniyor hem de hüzünleniyorum. Seviniyorum zira hislerimize tercüman olan, gerçekleri ifade eden düşünceler geleceğe umutla bakmak için insanın içini iyimserlikle dolduruyor. Üzülüyorum; bir düşüncenin yalnızca ve yalnızca iyi bir düşünce olduğu için kitlelere mal olmasının imkansız olduğunu bilenlerdenim. İyinin, güzelin ve gerçeğin topluma, halkımıza da mal olabilmesi için alabildiğine meşakkatli, çetin bir yol var önümüzde…