Zor durumda kalan ülkelerin ithalatının kısıtlanması istenmediği için,
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi kurumlar yaratılmıştı. Dünya Bankası, ülkeleri pazara açacak yatırımlar için kaynak (tabii gene borç) sağlıyor, IMF de sıkışan ülkelere para verip sistemin çalışmasını devam ettiriyordu. Bu kurumlar günümüze kadar amaçlarını başarıyla yerine getirdiler ve şimdilerde giderek özel bankalar onların yerini alıyor.
2.
ÜRETTİĞİNDEN FAZLA HARCAMAK
Bir ülke (veya herhangi bir kişi, aile veya kurum) bir süre için kazandığından, ürettiğinden fazla harcayabilir. Bunun iki yolu var. Ya eskiden kazandığı, bir kenara koyduğu birikimleri elden çıkarır (bozdurur, satar), ya da gelecekte kazanmayı umduğu parayı bugünden harcar. Birincisi servet satışı, ikincisi de borçlanmadır. Tabii borçlanabilirse. Ama günümüzde borçlanmayı kolaylaştıran mekanizmalar artmıştır. Kapitalizmi yürüten/yağlayan mekanizma “kredi”, yani borçlanmadır. Kredi deyince sanki daha az rahatsız edici oluyor. “Bana para ver, sana faiziyle öderim” yerine “kredilerinizden yararlanmak istiyorum?” deniliyor. Aynı şey. Bazen de birisi geliyor “sana para vereceğim, sonra faiziyle geri ödeyeceksin, o parayla da şu listedeki işleri yapacaksın” diyor. Karşı çıkamıyorlar. Tefecilik, özü aynı ama dekoru farklı olan bir oyun haline getirilmiş. Ve inanın, bankaların tefecilerden daha yüksek faiz aldığına çok şahit oldum.
Bakınız. Türkiye aldığı borçlar için her yıl 50 küsur milyar, her hafta yaklaşık 1 milyar dolar faiz ödüyor. Korkunç bir rakam. Her gün 150 milyon dolar, her saat 6 milyon, her dakika 100 bin dolar ödüyoruz. (Siz bu yazıyı sonuna kadar okursanız, bu arada yarım milyon dolar daha gitmiş olacak). Bunun temel nedeni kazandığımızdan fazla harcamak istememizdir. Tabii ben istemem de yurttaşlarımızın çoğu istiyor. Vaktiyle bu kadar açılmasaydık, şimdi çok daha zengin olacaktık. Ama insanlar hemen tüketmek istiyor, çok tüketmek istiyor. Borçlanılan paranın muazzam bir kısmı ithal otomobillere ve yedek parçalarına gitti. Bana kalsa sabah akşam bunları alanları döverim ama insan (ekonomik teorilerde öngörülenin aksine) rasyonel bir varlık değildir. Kişiliğini tüketimiyle özdeşleştiriyor. Tükettiği kadar var olduğunu sanıyor. Bu tüketimle kendini öldürüyor. Toprakları, suları zehirliyor. Milyonlarcası kansere yakalanıyor. Tüketim için sayısız suç işliyor. Ama en büyük derdi telefonunun modeli. Sen bir de gelip buna rasyonel tercih yapan tüketici diyerek, bunun üzerine teori yapıyorsun. Yuh! derim, başka bir şey demem. Pespayeliğin son haddi.
Borç yatırım için alınırsa anlamlıdır. Üretip borcunu ödersin. Yatırımın kar kalır. Ama tüketim için harcarsan, bir sonraki dönemde daha fakirleşirsin. Gerçi yanlış yatırım da birilerine para kazandırır ama sonra ülkeyi fakirleştirir.
Bir ülke, uzunca bir süre kazandığından fazla harcayabilir. Borçlanır ve/veya varlıklarını satar. Nitekim Özal’dan başlayarak giderek artan şekilde bunu yaptı. (Özal’a kadar dış borç gerçekten az bir miktardı.) AKP ise ülke servetinin çoğunu sattı. Ama birçok ülke birden bunu yapıyorsa ne olur, daha doğrusu nasıl olur. Öncelikle büyük bir servet transferi olur. Örneğin, bugün bazı ülkeler limanlarının, fabrikalarının, topraklarının büyük kısmını satmış durumda. Ne yazık ki Türkiye’nin en verimli toprakları da ha bire satılıyor. Çinliler geçenlerde Ukrayna’dan 3 milyon dönüm toprak almış. vs. Bugün mali sermaye tüm dünyayı satın alabilecek paraya sahip. Pekala satacak mısınız? Alıcı var diye satmak ne yazık ki çok kötü bir alışkanlık. Bazı ülkeler satmıyor. Bazıları çok seçerek birkaç parça, o da koşullu olarak satıyor. AKP’liler mirasyedi gibi her şeyi satıyor.
Borçlanma ve servet satışı arasında, önce birincisi tercih edilir. Halbuki bazen ikincisi daha rasyonel olabilir. Hiç değilse faiz ödemezsin. Hesaba bağlı.
Genellikle kabul edilen şey, bir ülkenin borcunun bir yıllık milli gelirine oranı % 50’yi geçince tehlike sinyalinin çaldığı, % 100 olduğu zaman da kriz ve dolayısıyla kemer sıkma vaktinin geldiği şeklindedir. Bugün Yunanistan, İrlanda, İspanya gibi AB ülkeleri bu sınırdadır.
Geliri yüksek olan bir ülke bu türdeki krizi hemen hissetmez. İthalatı bizde olduğu gibi ihracatından fazla olsa bile başka kalemler vardır. Navlun gelirleri, turizm gelirleri, işçi dövizi girişleri, çeşitli hizmet gelirleri, bankacılık, müteahhitlik vs. gibi kalemler elde nakit olmasını sağlar. Ayrıca yurt dışı yatırımlardan gelen gelirler de hesaba katılır. Böylece ödemeler devam eder. Ödeme yapan kişi de, ülke de borç bulur. Ülkenin durumu sıkışıksa bunların faizleri daha yüksek olur. Buna risk farkı derler. Aslında riskte pek öyle artış olmaz ama adettendir. Tarih boyunca her tefeci zor durumda olandan daha fazla faiz almıştır. Kimse fırsatı kaçırmaz.
Zor durumda kalan ülkelerin ithalatının kısıtlanması istenmediği için, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi kurumlar yaratılmıştı. Dünya Bankası, ülkeleri pazara açacak yatırımlar için kaynak (tabii gene borç) sağlıyor, IMF de sıkışan ülkelere para verip sistemin çalışmasını devam ettiriyordu. Bu kurumlar günümüze kadar amaçlarını başarıyla yerine getirdiler ve şimdilerde giderek özel bankalar onların yerini alıyor.
Uzun süre ABD dünyaya borç veren ülkeydi, şimdi borç alan konumunda. AB’yi ise Ağırlıkla Almanya finanse ediyor. Çin de kredi veren konumunda. Ayrıca petrol zenginleri var. Bunların dışında dünyanın çoğu borçlanıyor. Pekala bu birkaç ülke dünyayı nasıl finanse ediyor. Bu kadar kaynak nasıl bulunuyor.
Bu işin sırrı dünyada gelir dağılımının sürekli bozuluyor olmasında. Tüm dünyada işçi ücretleri ve yoksul ülkelerin ürettiği temel malların fiyatları altmış yıldır (bazı istisnalar hariç) yüksek teknoloji ürünleri karşısında nispi olarak düşmektedir. (Eskiden 12 ton buğday verip bir kamyon alırken, şimdi 34 ton buğday vermek gibi.) Dolayısıyla, hem her ülkede emeğin milli gelir içerisindeki payı düşerken sermaye kazançları artmakta, hem de zengin ülkeler diğerlerinin aleyhine zenginleşmektedir. Bu gelir transferi ve yoksullaşma mali sermaye için kaynak olmaktadır. Burada dünyada sosyalizm alternatifinin zayıflamasının tüm ülkelerde hem sınıf mücadelesini hem de ekonomik demokratik mücadeleyi zayıflattığını belirtmemiz gerekir. Dolayısıyla sermayenin sömürüsü ve hakimiyeti artmıştır ki, burada artık mali sermayenin hakimiyeti sanayi sermayesini çok geride bırakmış, hatta çoğu yerde onu da kendisine tabi kılmıştır.
Bazı ülkeler ise bazen iç borç yapıp dışarıya borç verebilir veya çoğu zaman olduğu gibi tersi olabilir ya da hem iç, hem dış borç yapabilir. Parası azalan ve borçlanmanın sınırına gelen ülkeler, -varsa- dışarıdaki varlıklarını satıp bir süre idare edebilir. Bu dışarıdan gelen kazançlarından da vazgeçmesi anlamına geldiği için hızla fakirleştirir. Ama çoğu ülkenin dışarıda varlığı yoktur. Bunlar içerideki varlıklarını satar. Bu daha da fakirleştirir.
Fakirleşmenin oranı, borç alınan paralarla ne yapıldığına bağlıdır büyük ölçüde. Verimli yatırım yapmış, üretimi artırmışsa iyidir. Bunları tüketime harcamışsa kötüdür. Bir sonraki dönemde durumu daha kötü olacaktır.
İşte, Türkiye’nin durumu budur. Gelecekte sıkıntımız artacaktır. Çünkü:
(1) İç pazarımız ancak gelir dağılımının düzelmesiyle genişleyebilir ama tam tersi oluyor. Mevcut gelir dağılımında kolay iç borçlanma ile bir süre daha tüketim artırılabilir ama bu da sonsuz değildir. Tüketici kredisiyle herkes otomobil alıyor ama bazıları benzin koyamayıp kapısında tutuyor.
(2) İç pazar büyümediği için sanayide atıl kapasite vardır ve imalatta yeni yatırım için neden yoktur. Bu nedenle büyük kaynaklar üretken olmayan yatırımlara gitmektedir. Hele son yıllarda tüm büyüme inşaat sektöründen kaynaklanıyor. Borç al inşaat yap. Bunun sonu iyi olmaz.
(3) Satılacak kamu varlığı azalmıştır. Gerçi hala vardır, sıra okullara, hastanelere gelmiştir ama eski gelir mümkün değildir.
(4) Dış ticaret açığı süreklidir.
(5) Kamu açıkları sürekli artmaktadır. Devlet gelirlerinin çok üzerinde harcama yapmaktadır.
(5) Dünya bir kriz beklentisi içerisindedir. Dış pazarlara güvenen bir üretim artışı tek tük bazı sektörlerde mümkündür.
(6) Bölgemizde siyasi istikrarsızlık arttığı gibi, hükümet bunları artıracak bir tutum içerisindedir.
(7) AB üyeliğinden çoktan vazgeçilmiştir. (İki taraflı olarak.) Zaten yeni Yakın Doğu politikaları ile AB işleri asla uyum içinde yürüyecek şeyler değildir.
(8) Türkiye dış pazara açılırken saçılmış, kendini koruyacak asgari tedbirleri de almamıştır. Bunların başında da tarım gelir. Geleneksel tarım yapısı yıkılarak büyük ölçüde dışa bağımlı hale getirilmiştir.
E, bunları bilmek için ekonomist olmaya gerek yok dediğinizi duyar gibi oluyorum. Tabii çok haklısınız. Ama zaten ekonomistler de herkesin bildiğinden başka bir şey söylemiyor ki. Yazdıkları şeylerin yüzde 99.999666999’u şişirmedir. Sadece süslü laflar koyuyorlar. Zaten ekonomistlere, kendilerini bir şey sansınlar diye en basit şeyleri zor grafiklerle ve formüllerle anlattırmaya çalışırlar. O zaman bazıları bunların gerçekten zor olduğuna inanır. Oyalanırlar. Mesela ben bu yazılanları formüllerle ve karmaşık grafiklerle anlatsam “vay bee! amma derin bir ilimmiş bu” dersiniz. Ama söylenen bundan ibarettir. En fazlası, farklı borçlanmaların milli gelire, ithalat ve ihracata, kamu gelirlerine oranlarını alıp, sonra birbirlerine oranına bakıp, artış ve eksilişin türevini filan alıp biraz daha oyalanırsın. Gerçi bazıları da bundan iyi para götürür. Satmasını bileceksin. Ayrıca hayatın büyük kısmı zaten oyalanmak değil midir? Bu yer kürede herkese yetecek kadar ciddi iş bulamazsınız. Gerçekten bulamazsınız. Ama ekonomi gibi bilgi alanları milyonlarca insana zihin egzersizi fırsatı verir ki, büyük sayılar teorisine göre, aralarından bazılarının kafalarının çalıştığını düşünmek gerekir. Bir taşla iki kuş. İstihdam yaşına gelmiş yüz binlerce genci dandik okullarda oyalarsın, kimileri biraz düşünmeyi öğrenir, üstelik aralarında akıllılar da çıkabilir. Hizmet sektörüne gelenler biraz daha nitelikli olur.
Şimdilik bu kadar, devamı gelecek yazıya…
Mehmet Tanju Akad