Uygarlık, akılcılık, akıl tutulması-Saffet Bilen

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Uygarlığı, İnsanın doğaya müdahalesinin ürünü olarak gelişen kültürel bir birikim diyerek de tarif edebiliriz. Bu müdahale kendiliğinden değil, tam tersine bilinçli insan müdahalesidir. Bilincin olduğu yerde akıl ve akılcılık da devrededir. Bu anlamda, geçmişte birçok yazarın, aklı ve akılcılığı, kültürlerin ve kıtaların gelişmişlik seviyelerine bakarak ileri/geri ayrımının kıstaslarından biri yapmalarını da sorgulamakta yarar var.

Bize şimdiye dek anlatılan, Akılcılığın, batının muzaffer yürüyüşünde yolu aydınlatan meşale olageldiğidir. Yapıla gelen olumlu ve anlatılası gelişmelerin dışına çıkmaya başladığımızda, hataların, başarısızlıkların gündeme alınmasıyla bu anlayış belirsizleşmeye başlar.

Örneğin, çoğu insan tarihe silahlar ve galipler açısından bakar, olumluluklar hep gündemdedir, hemen arkasından kültürlerin ve kıtaların gelişimlerinin farklılığı fazlasıyla vurgulanır. Şaşırtıcı olansa ne kadar farklı kültürler ve ekolojiler içinde olursak olalım, Yaşam tarzı olarak benzer girişimleri geliştirmemiz-tarım gibi- ya da tam tersi yönde dünyanın dört bir yanında, çok kısa zaman içinde, birbirimizden bağımsız olarak benzer hataları yapıyor olmamızdır.

Oysa yüzleşeceğimiz şey belli bir zamana ve yere özgü hatalardan fazlasıdır. Örneğin, Tarımın keşfi, iki kaçınılmaz sonuç yüzünden gıda sorununu çözememiştir. Bu sonuçlardan ilki biyolojiktir; Nüfus, besin kaynakları sınıra dayanana kadar artar. Nehir kıyısında verimli bir arazi üstüne küçük bir köy kurmak iyi bir fikirdir. Ancak nüfus artıp, köy kente dönüştüğünde ve verimli toprağın sınırlarını aştığında kötü bir fikir haline gelir. Felaketi başlangıçta önlemek mümkünken, sonradan tedavi olanaksızlaşır. Bir kentin taşınması kolay değildir.

İkincisi ise sosyal bir sonuçtur: Tüm uygarlıklar zamanla hiyerarşik bir yapı kazanır. Zenginliğin üst kesimlerde yoğunlaşması, asla yayılmayacağının da göstergesidir. İlk açmazı Thomas Maltus keşfetmiştir. Marks dahil bir çok düşünür de ikincisine değinmiştir

Geniş ölçekli toplumlarda iktidar ve gücün yoğunluğunun üst tabakada toplanması, seçkinlere statükoyla edinilmiş bir menfaat sağlar. Bu eğilim süreklidir. Çevrenin ve nüfusun genelinin çöküşe geçmesinden sonraki dönemlerde de onlar zenginleşmeyi sürdürür. Zengin sınıflardan başka bir tavır beklemek hayaldir.
İnsanın uzun vadeli sonuçları görebilme konusunda ‘yeteneksiz’liği ya da isteksizliğinin ürünü olan bu iki hata, insanlık tarihi boyunca sürekli tekrarlandı. İnsanlığın bilinen tarihi sürekli bu iki hata ve sonuçla doludur. İnsanlar bu işi birçok kereler, birbirinden bağımsız olarak yapmış mıdır? Evet yapmıştır. Arkeoloji bunun kanıtlarını önümüze yığıp duruyor. İnsanlık tarihi göç dalgaları ile doludur.

Bu ‘yeteneksiz’liğin nedenleri üzerine de kafa yorulmalıdır.
İlk akla gelen uygarlık denen sürecin, toplumsal artı değere el koyan, bir avuç seçkinin insiyatifinde gelişmesidir.

Toplumsal değere el koyuş ve seçkinlerin önderliğinin nedenleri üzerine, iddialardan biri evrim teorisyenlerinden gelir. Genlerimizden gelen, evrimsel gelişmenin çizdiği sınırların dışına çıkamayacağımız savlanır. Başka bir sav tarihin belli bir diliminde zekâ kapasitesinde sıçrama olduğudur.

Son yy da ‘ilkel’ diye nitelenen halkların yaşam tarzları ve dünyaya bakışları ile ilgili artan bilgi birikimi, bu savların gerçeği ifade etmediğini açığa çıkarmıştır. Bu birikim aynı zamanda sorunun çözümü içinde epeyce veri sağlamaktadır. Çok uzun seneler, paylaşımı esas alan, ama küçük topluluklar halinde yaşamayı da özellikle tercih eden insan türünün evrim sürecinde epeyce veri var.

Avcılık ve toplayıcılık yaparak günü gününe yaşadığımız milyonlarca yılda şekillenmiş tipik bir özelliğimiz çalışmaktan hoşlanmadığımızdır. Tembellik ve yaşamanın en kolay yolunu arama isteği, egemenlik kurmaya müsait olduğu en uygun ortamda, yerleşik yaşam ve tarımla artı ürünün ortaya çıkışı, öne çıkıp bir avuç elitin inisiyatif almasını sağlamıştır. Toplumun değil, bir avuç elitin ihtiyaçları, belli bir süre sonra batağa saplanmanın ana nedenidir. Verili bir toplumda taşlaşmış sosyal piramidin varlığı koşullarında tembellik, açgözlülük, budalalık birbirine karışmış durumdadır. Karşılaşılan yıkımların ana nedeni budur.

Bu söylediğimin en önemli kanıtı tarihte saklıdır. Enteresan bir şekilde aniden karşı karşıya kaldığımız sorunların ve yıkımın aşılmasında, aynı coğrafyada başka insan grupları tarafından oluşturulan uygarlıklar, bir önceki uygarlığın yarattığı handikapları aşacak çözümü de geliştirmişlerdir.

Uygarlık tarım sayesinde doğadan onun bahşettiğinden fazlasını alır. Sürülmüş toprakta hayvan ve insan gübresi kullanılarak yapılan karma tarımın sonsuza dek sürdürülebilir olduğu, kuzey Avrupa’nın verimli topraklarında kanıtlanmıştır. Ürün rotasyonu ve “yeşil gübre” (nitrojen tutan bitkilerin sabanla gömülmesi) kullanımı sayesinde erken modern dönemlerde kayda değer oranda verim artışı sağlanmıştır. Asya’da geliştirilen sulu pirinç tarımı yüksek oranda verimlidir. Düzleştirilmiş çeltik tarlaları, tepelik alanların sürdürülebilir şekilde sürülebilmesinin yolunu açmıştır. İspanya’daki İslam uygarlığı, geç dönem ortaçağ Avrupa’sına Klasik dönem düşüncesini getirmekle kalmamış, aynı zamanda Roma’nın geride bıraktığı erozyona uğramış kurak toprakları, zeytin ağaçlarıyla teraslama yaparak ve sulama projeleri geliştirerek onarmıştır. And Dağları’nda İnkalar ve İnka öncesi halklar, buzullardan gelen derelerle sulanan ve -kimi çorak adalardaki eski deniz kuşu yuvalarından elde edilen bir çeşit gübre olan- guano ile gübrelenen taş teraslar üzerinde muazzam bir dağ tarım sistemi kurmuşlardır. And Dağları’ndaki teraslama sistemi üzerine yapılan araştırmalar son 1500 yılda buradaki verimliliğin hiç düşmediğini ortaya koyuyor.

Günümüze geldiğimizde ise bir çıkmaza doğru gidildiği ayan beyan ortadır. Bugün baş göstermeye başlayan, gıda krizi, toprağa ve bitkisel çeşitliliğe büyük zararlar vermek pahasına melez tohumlama ve kimyasal tarımla geçiştiriliyor. Bunun nasıl sonuç vereceği belli değil.

Dünyada kirli sudan dolayı her gün yirmi beş bin insan hayatını kaybediyor. Her yıl yirmi milyon çocuk, yetersiz beslenme nedeniyle zekâ özürlü oluyor. Her yıl, İskoçya’dan daha büyük bir tarım alanı erozyona ve kentsel genişlemeye kurban veriliyor ve bu kaybın çoğu Asya’da gerçekleşiyor.

Batının şanslı ülkelerinde yaşayan insanlar bugün, iki asırlık özgürlük ve bolluk balonunu normal ve vazgeçilmez olarak görüyor. Hem maddi hem fikri anlamda bunun tarihin sonu olduğu bile söylendi. Ancak bu yeni düzen bir anomaliden başka bir şey değildir.

Bugün, bütün uygarlıklar büyürken olanların tamamı yaşanmaktadır. Batı, Mevcut uygarlık seviyesine gezegenin yarısına el koyarak ulaştı ve kalan yarısının çoğuna hâkim olarak yayıldı; fosil yakıtlar gibi doğal sermayenin yeni biçimleri kullanılarak hayatı idame ettirdi. Yeni Dünya’da Batı tüm zamanların en büyük kazanç kaynağını yakaladı. Bundan sonra böyle bir kaynağa bir daha sahip olacak mı tartışılır. Tabii uzayda başka dünyalar bulma projeleri gerçekleşir, canlıların yaşadığı yeni gezegenler bulup, oradaki canlıları mahvedecek virüsleri kendilerine bulaştırmayı başarırsa ve oraları da yağmalarsa başka tabii.

Yakın geçmişimizde, 12 milyon ölü ile Birinci Dünya Savaşı, Hitler’e, ölüm kamplarına, 50 milyon ölüyle İkinci Dünya Savaşı ve atom bombası var. Bunların devamında Kore Savaşı, Soğuk Savaş, neredeyse ölümcül bir hal alacak olan Küba Füze Krizi, Kamboçya, Ruanda, Yugoslavya, en sonda Ortadoğu var. 19 yy da yaşayan en karamsar kişi dahi, yirminci yüzyılda savaşlarda 100 milyondan fazla -yani Roma İmparatorluğu nüfusunun iki katı- insanın öleceğini duysa küçük dilini yutardı.
Hâlâ farklı kültürlere ve politik sistemlere sahip olsak da, ekonomik düzeyde yalnızca büyük bir uygarlık vardır ve bu uygarlık tüm gezegenin doğal sermayesinden beslenmektedir. Dünyanın her yerinde bulduğumuz her ağacı kesiyor, her balığı tutuyor, her yeri suluyoruz. Bina yapmadığımız yer yok. Biyosferin her köşesi atıklardan zarar görüyor. 1970’lerden bu yana dünya ticaretindeki yirmi misli büyüme, artık hiçbir yerin kendine yetemediği anlamına geliyor.

Kapitalizm, ekonominin sonsuz olduğunu ve bu yüzden paylaşmanın gereksiz olduğunu iddia ederek bizi, daima ileriye doğru yönlendirmektedir. Oysa sınırsız sermaye biriktirme sürecinde, yalnızca belli sayıda devlet ya da insan nimetlerden yararlanabilir. Diğerleri ise bu bencil amacın peşinde ölünceye kadar koşmaya devam eder.
Bugün, ABD yönetimi tarafından hasıraltı edilemeyen bir Pentagon raporuna göre, iklim değişimiyle ilgili daha ciddi önlemler alınmadığı takdirde “bir kuşak içinde” dünya çapında açlık, kargaşa ve savaşlar bekleniyor.

Yirminci yüzyıl boyunca dünya nüfusu dört misli artmış ve ekonomisi kırk misli büyümüştür. Modernlik projesi vaatlerini tutsaydı -bir başka deyişle, zengin fakir uçurumu Kraliçe Viktorya öldüğü zamanki oranla aynı kalsaydı- bugün insanlığın durumu on misli daha iyi olurdu. Ancak sefalet derecesindeki yoksulların sayısı bugün, 1901’deki toplam dünya nüfusuyla aynı. Liberal politikaların çöküşü demektir bunlar gerçek anlamda.

Yirminci yüzyılın sonunda, dünyanın en zengin üç bireyinin (üçü de Amerikalıydı) geliri, en fakir kırk sekiz ülkenin toplam gelirinden fazlaydı. 1998’de BM, dikkatle harcandığı takdirde 40 milyar doların, dünyanın en yoksullarının temel ihtiyaçlarını, temiz su ve sağlık gereksinimlerini karşılamak için yeterli olacağını hesap etmişti. Verilen rakam iyimser olabilir ve aradan geçen yıllarda bir miktar artmış olabilir. Ancak muhtemelen, asla çalıştırılmayacak, ihtiyaç duyulmayacak ve hatta yeni silah türlerinin geliştirilmesine ve uzayın militarize edilmesine hız kazandıracak ahlaksız projeler için ayrılan bütçeden çok daha azdır.

Ekoloji araştırmaları, 1960’ların başlarında doğanın yıllık çıktısının yüzde yetmişini; 1980’lerde yüzde yüzünü ve 1999’da yüzde yüz yirmi beşini tükettiğimizi ortaya koyuyor. Bu tür rakamlar kesin olmayabilir, ancak eğilimin nereye olduğu bellidir -iflasa doğru gidildiği açıktır.

Uygarlık doğal sermaye kullanarak değil, ancak doğanın menfaatini gözeterek ayakta kalabilir. Bunun içinde sorunun nereden kaynaklandığı iyi tespit edilmelidir.
Bu akıl tutulmasından, bir avuç insanın yaşadığı cennet için, tüm dünyayı cehenneme çeviren bu sistemden kurtulmak gerekir.

Bunun içinde her zamankinden fazla düşünmeye, sorgulamaya, bilince, akla, gerçeğe ve mücadeleye ihtiyacımız var.

Saffet Bilen

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

One Response

  1. Gönül deminde bir akılla toplum yarrına insanlığa şümul edilebilir hakkaniyetli üretim ve adaletli paylaşım… “Batsın bu dünya…”..baki selamlar…

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir