Tayyip Erdoğan’ın son Rusya ziyaretinden bir görüntü…
Çocukluğumda “Emmi” dediğimiz amcam çalışırken bazı türküler söylerdi, bazı mısraları hiç aklımdan çıkmaz, bazen bende mırıldanırım. Bunlardan birisi, “Kara bahtım kel talihim taşa bassam iz olur… Ağustosta suya girsem balta kesmez buz olur”, diğeri ise “Kadir Mevla’m senden bir dileğim var. Beni muhannete muhtaç eyleme”dir. Şanssız olduğumu düşündüğüm an ilki, dara düştüğüm an ikincisi aklıma gelir, sonra da “ bu günü geç yarın ola hayır ola” derim. Gerçekten yatıp uyuyup ertesi gün kalkınca, bir gün önceye göre daha iyi olduğumu düşünür, yeni bir güne umutla, iyi duygularla başlarım. Bu yapılmazsa bireysel, toplumsal sorunlar insanı yer bitirir. Umutlu olmak, dinç kalmak her zaman iyidir.
Bu duygu, belki de cumhuriyetin yetiştirdiği “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” kuşaklardan olmanın ortak duygusudur. Öncelikle sağlığımıza dikkat etmek zorundayız, fiziki sağlığımız bozulduğunda bile ruhsal sağlığımızı kesinlikle korumalıyız; sorunlara teslim olmamak, mücadele içinde yaşama tutunmak, sorunların çözüleceğine, işlerin düzeleceğine inanmak yaşamın kaynağıdır.
Bizden önceki kuşaklar, Genç Osmanlılar, Jön Türkler, İttihat ve Terakki örgütlenmeleri ve mücadeleleriyle I ve II. Meşrutiyeti ilan ettirmişler, 1877-78 Osmanlı Rus Savaşını (93 Harbi), I ve II. Balkan Harbini (1912-13), Birinci Dünya Savaşını (1914-18) yaşamışlar, Müdafaa-ı Hukuk örgütlenmesiyle emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine karşı Kurtuluş Savaşını (1918-1923) vermişler, emperyalizmi ve işbirlikçilerini kovarak, gerici iç isyanları bastırarak, hilafeti ve saltanatı kaldırarak Laik Cumhuriyeti kurmuşlar; çağdaş uygarlık yolunda devrimler yaparak, halkı aydınlatarak, üretici olmaya yönlendirerek, ülkeyi ekonomik, sosyal, kültürel yönlerden kalkındırarak, genç kuşakları laik bilimsel eğitimle eğiterek, emeği öne çıkararak, bilimde, teknikte gelişmiş, kültürle yoğurulmuş bir sanayi toplumu yaratma hedefiyle gecesini gündüzüne katarak, yoksulluğun ve ikinci Dünya Savaşının (1939-1945 sıkıntılarını aşarak ülkeyi cumhuriyetin yetiştirdiği genç kuşaklarına teslim etmişlerdir.
İkinci Dünya Savaşı sürecinde toplumsal yaşamda, devlet ve kamu yönetiminde öne çıkan cumhuriyetçi kuşak, sanayi, ziraat kuruluşlarını geliştirerek, yeni fabrikalar kurup açarak, eğitim ve öğretim alanında atılımlar yaparak, işçi, köylü üreticileri harekete geçirerek, dernek, sendika, meslek kuruluşu örgütlenmeleriyle devrimci cumhuriyete ve kazanımlarına sahip çıkarak, eşit, adil, özgür bir sosyal düzen kurulması için idari maslahatçılara, emperyalizmin işbirlikçilerine karşı kavgaya girmiş, 27 Mayıs Devrimini yaşamış, kazanımlarını görmüş, diktatörlüğe ve faşizme karşı direnirken 12 Mart ve 12 Eylül faşist darbeleriyle yüz yüze gelmiştir. Ülkenin bağımsızlığı halkın mutluluğu uğruna her tür belaya göğüs germiş, mahpuslarda yatmış, hain tuzaklarda kan uykularda yaşamını yitirmiş, laik cumhuriyetin kazanımlarının birer birer yok edilmesine, ülke yönetiminin emperyalizmin işbirlikçisi liberallerin, dinci gericiliğin ağına düşmesini engel olmak, emperyalist işgali kırmak, gerici faşist kuşatmayı dağıtılması için devrimci mücadeleyi yükseltirken, etnik ve inançsal daralmaya ve yarılmaya uğramıştır.
Bu durumdan yararlanan dinci ırkçı liberal ittifak, cumhuriyetin değerlerine ve kazanımlarına karşı savaş açarak, dini siyasete alet ederek, emperyalizmle işbirliği yaparak, ülkücü geçinen ırkçıların desteğini alarak TBMM’nin etkinliğini kırmış, hileli referandumla “demokratik parlamenter sistemi”, “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” denilen, tek adama bağımlı “ucube” bir sisteme dönüştürmüştür.
Bu sistemin kurguladığı siyasi iktidar, tek adamın emir ve direktifleri doğrultusunda, devlet kurumlarına, milli eğitime, üniversitelere, hastanelere, fabrikalara dinci ırkçı yandaş kadroları yerleştirerek, yönetimlerine dinci ırkçı partizanları atayarak, ülkenin yer altı yer üstü kaynaklarını yabancılara ve yandaşlara peşkeş çekerek, tarımı, hayvancılığı, milli sanayiyi öldürerek, toplumsal mücadeleyi baskı altına alarak, Feto çetesiyle birlikte orduya, yargıya kumpasalar kurarak, kuralsız seçimlerle çoğunluğu sağlayıp iktidarda kalarak, yurttaşı ümmete dönüştürüp laik cumhuriyeti tasfiyeye yönelmiştir.
Feto’nun, hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet işlerini “paraları sıfırlayın” talimatıyla ortaya dökmesiyle sarsılmışlar, dinci darbe girişimiyle can derdine düşmüşler, ordunun koruması, medyanın desteği, halkın sokağa çıkması, toplumsal muhalefetin darbeye karşı koymasıyla tepetaklak olmaktan kurtulmuşlardır.
Komuta kademesi derdest edilmiş ordunun görevde bulunan, komplolarla ordudan atılan Kemalist subayların geleneksel tutum alarak karşı koymasıyla ABD destekli dinci gerici darbe önlenmiştir.
Darbe önlendikten sonra aklını başına alacağı düşünülen siyasi iktidar ve lideri, ırkçı ümmetçi partinin desteğini alarak Feto’yla mücadele adı altında demokratik cumhuriyete karşı darbe örgütlemeye, Meclisi devre dışı bırakarak kanun hükmündeki kararnamelerle ülkeyi yönetmeye başlar, Ortadoğu bataklığına orduyu sokar, Libya’ya ihvancı milis gönderir, Suriye’de İhvancıları korumak için Suriye kenti İdlib’e fethe kalkar, Rus destekli hava saldırısında 33 vatan evladını kurban eder, şehit sayısının yüzü aştığı basına yansır. Tek adam Suriye ve Rusya’ya efelenir. Almanya, Fransa, Rusya katılımlı dörtlü zirve ister. Almanya ile Fransa’nın kabul etmemesi üzerine Rusya ile ilişki kurar, efelendiği Putin’in ayağına avenesiyle birlikte kuzu kuzu gider. Moskova’da geleneklere aykırı biçimde 2 dakikayı aşkın süre görüşme salonunun kapısında avenesiyle birlikte bekletilir, Türk ordusunun Rus ordusu karşısında yenilgilerini anımsatan simgelerin konduğu salonda karşılanır. Görüşmelerde Suriye Arap Cumhuriyeti adı tutanağa geçirilir, muhatabım değil dediği Esat yönetimi muhatap alınır, Türk ordusuna yapılan saldırı dile getirilmez, Suriye’nin M4 karayolu üzerinde ortak devriye gezdirilmesiyle yetinilir, görüşme görüntüleri medyaya servis edilir, dillere düşülür, ülkeye dönülür.
Siyasi iktidar ve lideri, Avrupa devletlerini sıkıştırmak, Yunanistan’ı zor durumda bırakmak için gümrük kapılarını açar, Türk, Afgan, Moğol, Tacik, Kırgız, Acem, Arap, Kürt kökenli ne kadar Avrupa hayalcisi varsa çoluğuyla çocuğu ile Yunanistan kapısına yığılır. Halk bunalır, açlık, yoksulluk rekora koşar. Halkın kızgınlığını dağıtmak için Atatürk’ün vasiyeti üzerine hisselerini CHP’nin temsil ettiği İş Bankası, CHP’li belediyenin karşı çıktığı Kanal İstanbul projesi gündeme sokulur, yandaş ve yalaka basın yeri göğü inletir. Bu arada Çin’de ortaya çıkan, dünyaya yayılan, Dünya Sağlık Örgütü’nün pandemi (salgın) olarak saptadığı Korona virüs belası ortaya çıkar.
Kapıları kapattık, önlemleri aldık demelerine karşın, ilk kez 5 Mart 2020 tarihinde açıklamada bulunurlar. Korona virüsten Nisan 2019 haberdar oldukları, “Ulusal pandemi planı” hazırladıkları, 10 Nisan 2019’da “cumhurbaşkanlığı genelgesi” yayınladıkları basına yansır. Ölümlerin, virüsün ülkenin her yanına yayıldığının açığa çıkmasıyla ciddi bir hazırlık yapmadıkları, önlem almadıkları anlaşılır.
Turgut Özal’la başlayan, Erbakan ve Erdoğan’la süren muhafazakar dinci iktidarlar döneminde, cumhuriyete ve kurucularına karşı düşmanlık yapıldığı, bilim ve aklın dışlandığı, dogmanın ve hurafenin topluma sunulduğu, eğitim ve sağlık alanının dinselleştirilip özelleştirildiği, üniversitelerin medreseye dönüştürüldüğü, “dindar ve kindar” nesiller yetiştirme derdine düşüldüğü, cumhuriyetin yokluk ve yoksulluk içinde kurduğu fabrikaları, araştırma ve inceleme merkezlerini, hıfzıssıhha gibi kuruluşlarını işlevsizleştirip kapatıldığı ya da yandaşlara devredildiği, bilime inanmayan laiklik karşıtı bir yaşam tarzının topluma dayatıldığı bir ihanet belgesi olarak ortaya çıkar.
Bütün dünya bu belayla uğraşırken, umreden dönenlerin bir kısmını tecrit etmeyen, gümrük kapılarını açarak göçmenlere yol veren, camileri zamanında kapatmayıp cemaatin toplanmasına göz yuman, kaçak sarayda Cuma namazı gösterisi yapan, sürekli muhalefeti suçlayarak, ülkenin varını yoğunu ve devletin tüm gelirlerini tek elde toplayarak topluma vaatler sunan, yurttaşın her türlü ihtiyacını devlet olarak karşılamaya hazırız diyen iktidar, yurttaştan bağış istemeye kalkar.
İktidara muhalif belediyelerin yurttaşa hizmet için iktidardan önce harekete geçmesi, halkın güvenle yardım elini uzatması, iktidarı çılgına çevirir, ortaklaşa halka hizmet sunmaları gerekirken, muhalif belediyelerin bağış almasına engel olunmaya, bankaya yatırılan paralara blokaj konulmaya kalkılır. Bu tutum iktidarın hazineyi tükettiğinin, maliyeyi çökerttiğinin açık itirafı olarak değerlendirilir.
Geçmişten bilindiği gibi bu zihniyet, kurban derilerinin Türk Hava Kurumu tarafından toplanmasına karşı savaş açmış, “vatandaş istediği yere bağış yapar” diye kampanyalar yürütmüştü. Şimdi ne oldu da bu düşüncelerinden caydılar? Devlet vergi toplar bağış almaz, onu bilmiyorlar mı? Bağışı, yurttaşa hizmet için dernekler, vakıflar, sendikalar, meslek kuruluşları, yerel yönetimler alır. Yurttaşın duyduğu güven nedeniyle “millet ittifakına” bağlı yerel yönetimlere bağış yapılmasından, halka yardım edilmesinden niye bu kadar korktular? Niye korkmasınlar, ayaklarının altındaki toprak kayıyor, düşecekler.
“Devlet içinde devlet olmaz” diyorlar. Siyasi iktidarın lideri, bu sözleri hangi kimliği ile söylüyor, iktidar partisinin başkanı olarak mı, icra organın veya devletin başı olarak mı? Devletin başı olarak söyleyemez çünkü tarafsız değil, toplumda karşılığı olmaz, icranın başı olarak söyleyemez çünkü atanmış memurlardan oluşan bir hükümetin etkisi olmaz, iktidar partisinin başı olarak ancak partililerini bağlar, yurttaşla ilgisi bulunmaz.
Kaldı ki devlet yalnızca merkezi yönetim değildir. Anayasa’nın 126. maddesi merkezi idareyi, 127. maddesi mahalli (yerel) idareyi belirler. Millet adına egemenlik yasama, yürütme (icra) ve yargı kuvvetlerine aittir. Merkezi yönetim genelde devleti yönetir, yerel yönetimde devletin yereli yönetir. Anayasaya göre yasama organını üyelerini, devletin ve icranın başı cumhurbaşkanını halk seçiyorsa, mahalli idare yönetimlerini de halk seçiyor. Yani yerel yönetimleri kullandıkları yetkileri hem halktan hem de Anayasa’dan alıyor. Yerel yönetimlerin halktan ve Anayasa’dan aldığı yetkiyi kullanması devlet içinde devlet olmak değil, hizmeti yerelde sürdürmek, yani iş bölümüdür. Yerel yönetimler merkezi yönetimin, merkezi yönetimde yerel yönetimlerin Anayasa ve yasalarla tanınmış görevlerine müdahale edemez. Her yönetim kendi işini yapacak, merkezi idare yerel yönetimlere müdahale etmeyecek, eş güdüm içinde yerelde hizmetin sürdürülmesine yardımcı olacaktır.
İçişleri Bakanlığı “belediye izinsiz yardım toplayamaz” diye, yurttaşın yaptığı “bağışı” engelleyemez. Öncelikle bilinmeli ki “Bağış” almakla, “Yardım” toplamak ayrı şeydir. Yasal olarak bağışı engellemek söz konusu bile olamaz; derneklere ve partilere yapılacak bağışta miktar sınırlamaları vardır, yasaklama yoktur. Yasa dışı örgütlere bağış yapılması zaten düşünülemez çünkü suçtur.
Belediyelerin, 5393 Sayılı Belediye Kanunu’nun 15. maddesinin 1. fıkrasının (i) bendine göre bağış kabul etme yetkisi vardır, 59 maddesinin 1. fıkrasının (g) bendine göre bağışlar belediyenin geliri sayılır ve yasal çerçevede dilediği yere harcamakta serbesttir.
Yardım toplama ise 2860 Yardım Toplama Kanunu uyarınca yetkili makamdan ( valilik veya kaymakamlık) alınacak izinle yapılabilir. Bu yasanın 31. Maddesinde “Mevzuat hükümlerine göre bazı derneklere, vakıflara, meslek kuruluşlarına ve kamu kuruluşlarına tanınmış hak ve ayrıcalıklar saklıdır” denilmektedir ki yasalarda bu hak tanınmış kuruluşların yetkili makamdan izin alma zorunluluğu yoktur. Bu nedenle de belediyenin yardım toplamasına da hukuken engel olunamaz.
Gerçek veya tüzel kişi, bağış yapmak istiyorsa, dilediği belediyeye, kuruma, derneğe, vakfa ve gerçek veya tüzel kişiye bağışını yapabilir, hukukta buna hibede denir. Yardım ise, gerçek ve tüzel kişilerin yetkili mülki makamdan izin alarak makbuz karşılığı para toplamasıdır. Belediyeler, Belediye Kanunu’nun 31. maddesi uyarınca izin almaktan bağışıktır, gelirinde göstermek koşuluyla yardım da toplayabilir, yasal engel yoktur. Bağış nakdi olabileceği gibi ayni de olabilir. Yani para bağışlanabileceği gibi taşınır, taşınmaz mal da bağışlanabilir.
Anlaşılan o ki devlet borca batmış, hazine tam takır, iktidar kime ne vereceğini şaşırmış, müteahhitlere istihkak, memura-emekliye aylık, işçiye ücret, üreticiye ürün bedeli, yatırım harcamaları, iç ve dış borç ve faiz ödemeleri, kamu binaların elektrik, su, tadilat tamirat, kira giderleri, kimsesizlere, İhvancılara, sığınmacılara yardım, yandaşa destek, yolsuzluk da olunca “hazıra dağ dayanmaz” bütçe ne yapsın? O zamanda muhannete el açılır, borç para, kredi istenir, olmazsa deli Dumrul misali köprüden geçenden bir akçe geçmeyenden iki akçe alınır. Bunların yönetiminde yurttaş geçmediği köprülerin parasını tıkır tıkır ödüyor. Ödemenin kaynağı vergiler, ödeyecek olanda maliye hazinesidir. İktidar ve lideri hazinede para bırakmayınca, gelir gideri karşılamayınca, “Vatan, Millet Sakarya” diyerek yurttaşın cebine el atıyor, yardım ve bağış adı altında para toplamayı çok seviyor ve bunu alışkanlık haline getiriyor. Bugüne değin vergi, bağış, yardım adı altında topladıkları paraların nereye ve nasıl harcadıklarını anlatmadılar, halka hesabını vermediler, harcamaları denetleyen Sayıştay raporlarını bir türlü kamuoyunun bilgisine sunmadılar. Bütçe harcamalarının hesabını vermeyenler, toplanan yardımın, alınan bağışın hesabını verir mi? Türkiye bir hukuk devleti olmaktan çıkmış çadır devleti bile değil, devlet gelenekleri yok edilmiş, hukuku ayaklar altına alınmış, harimi yöneticilerin elinde suç örgütüne dönüşmüştür. Haramiler, hazine kendilerinin öz malıymış gibi har vurup harman savuruyorlar. Ülkenin yargısı sus pus olmuş üç maymunu oynuyor. İktidarın ve liderinin her söyledi doğru, her yaptığı iş hukuki, muhalefetin söylediği her söz yalan, her yaptığı iş suç. Tarafsızlık üzerine yemin etmiş bir cumhurbaşkanı, ana muhalefet partisi liderine nasıl “fitneci” der, bu aklın alacağı bir iş midir? Bunlar şirazeden çıkmış, laf söz kar etmez, boşa uğraşmayın, bırakın kendi hallerine yürüsün, nasılsa fazla uzağa gidemez…
Başta iktidarın lideri olmak üzere meclisteki milletvekilleri, bürokrasinin, kurumların üst yöneticileri, iktidara bağımlı iş adamları, bağış yapma yarışına girmişler. İş adamları anlaşılır, yüksek karla üstlendikleri işlerin sürmesi, bağışın vergiden düşeceğini bildikleri için bağış yapıyorlar. Cumhurbaşkanı, memur bakanlar ve milletvekilleri alın teriyle kazanmadıkları, hak etmedikleri aylıktan ödedikleri için, devletten alıp devlete veriyorlar. Asgari ücretin bürüt 2.943,00TL olduğu bir ülkede, cumhurbaşkanının aylığı 81.250,00TL, milletvekilinin aylığı 25.000,00TL nasıl olur? El insaf ya! Cumhurbaşkanı, bakanlar, milletvekilleri görevleriyle ilgili her türlü giderini, sağlık harcamalarını, ayrıca varsa emekli maaşlarını devletten alıyorlar. Bir cumhurbaşkanının bir asgari ücretlinin aldığı aylık ücretin nerdeyse 30 katını, bakan, milletvekili 8, 9 katını almaları ve bunu kendilerine hak görmeleri adaletli bir durum mudur? Aslında bu tür hizmetler fahri olmalı, sembolik ücretler verilmelidir, yoksa devlet ve toplum batarken bunlar nasıl Harun gelip Karun oluyor diye sormak gerekmez mi? Bunlar, Devletten fazlasıyla aldıklarının bir miktarını geri vermeleri, çökerttikleri sosyal devletin kefaretidir. Ayrıca bu ne biçim yardım kampanyasıdır ki devletin Merkez Bankası, Ziraat Bankası, Vakıf Bankası devletin parasıyla devlete bağış yapıyor. Yani devletin parasını bir kasadan alıp diğer kasaya koyuyor ve buna bağış diyor. Bu bağış değil halkın gözünü boyamadır.
Büyük laflar edeceksin, büyük devletiz diye İtalya’ya, İspanya’ya yardım göndereceksin, kolilere cumhurbaşkanlığı armasını yapıştıracaksın, sonrada işçiye, memura, esnafa, köylüye, hatta öğrenciye el açıp bağış dileyeceksin. Buna halkın deyişiyle “El (Halk) Kesesinden Ağalık” ya da “Cıbırın Kabadayılığı” denir.
Virüs insanlığı tutsak etmiş, azar azar canını alıyor, insanlar, imamlardan, papazlardan, hahamlardan umudunu kesmiş ,“ne olur bilimciler aşı bulsun” diye yakarıyor, dincilerin “alkol” vardır diye yasakladığı kolonyayı arayıp duruyor.
Evet, tıkıldık eve, çıksak virüsten, çıkmasak can sıkıntısından ya da çalışamadığımız için yoksulluktan öleceğiz. Ama yağma yok, umudumuzu yitirmeyeceğiz, düşmanı sevindirmeyeceğiz, ne Tahtalıköy ne Bakırköy diyerek mücadeleyi sürdüreceğiz, bilim ve halk düşmanı dinci gerici iktidarı tarihin çöplüğüne göndermek için, “Virüsten hayır da doğar” diyerek elden geleni yapacağız.
Yurtseverlere, bilimcilere, sağlıkçılara, halk dostlarına, insanlığa, direngen aydınlık yarınlara selam olsun…