Devrimciliğin statik, mekanik bir iş, genel anlamıyla bir meslek değil, bir ruh, bir coşku,
bir yurtseverlik duygusu olduğu, çıkmayacak biçimde kafamıza kazınmalı… Yurtseverlik coşkusu taşımayan devrimci, devrimcilik niteliğini yitirir… Yurtseverlik, devrime inanış ve sorumluluk alabilme ve sorumluluktan kaçmama, birbirinden ayrılmaz bir bütündür
YOL AYRIMI II: PONTECORVO
HAKKI ZABCI
“Tarih, çevremizi saran ve bizi işgal eden bugünün soruları[nı]- hatta kaygı ve
sıkıntılarını- [anlamak ve çözmek adına] geçmiş zamanların sürekli sorgulanmasından
başka bir şey değildir”
Braudel
PONTECORVO
Cezayir Savaşında direnen devrimciler
1993 Uluslar arası İstanbul Film Festivali kapanış törenine babasıyla birlikte gelen genç adam homurdandı: “Bunun neresi uluslar arası, doğru dürüst bir jüri başkanı bile bulamamışlar!” Baba oğluna döndü “Pontecorvo’yu tanıyor musun?” diye sordu. “Yoo” dedi genç adam ve ilave etti “Tanımadığım yetmez mi?”
Genç adam, aynı festivalin 1996 yılı ödül töreninde de izleyiciler arasındaydı. Pontecorvo’ya onur ödülü verildiğinde, ayağa kalkmış onu çılgınca alkışlıyordu.
Pontecorvo
Kimdi Pontecorvo? Gillo Pontecorvo?
1941 yılında İtalyan Komünist Partisi üyeliği ardından Mussolini faşizmine karşı 1943-45 yılları arasında Milano devrimci direnişinin liderliğini üstlenen Pontecorvo, Sovyetler Birliği’nin Macaristan’ı işgali üzerine partisinden istifa etmiş; sıradan bir Marksist olarak kendisini sinemaya vermiştir. Marksizm’i beyazperdeye aktaran adam olarak bilinir. Politik sinemanın en önde gelen yönetmenidir. Anti-emperyalist olmayan sosyalist olamaz düşüncesi ile bütün Avrupa’ya meydan okur ve bu tavrını yönettiği iki film ile uygulamaya sokar. 1966 yılında gerçekleştirdiği “Cezayir Savaşı” adlı film bütün Avrupa’yı sarsar. Film, Fransa’da beş yıl boyunca yasaklanır. Sömürgeciliğe karşı direnişin bir destanıdır yaptığı film. Filmin kahramanı Ali, yurtsever devrimcilerin idolü haline gelir o dönem. Ardından 1969 yılında “Queimada”yı çeker. Burada, ana konu yine sömürgeciliktir ve tam anlamıyla bir “siyaset dersi” niteliği taşır. Bundan dolayı, dünyanın birçok yerindeki bağımsız üniversitelerde sömürgecilikle ilgili derslerde görsel materyal olarak kullanılır ve üzerine tartışılır.
QUEİMADA VE JOSE DOLARES
Filmin öyküsü Haiti devriminden esinlenmiştir. Ama biraz da Franko’nun faşist baskısından dolayı, Queimada şeker kamışı üreten bir Portekiz sömürgesi olarak kurgulanmıştır. Köleler şeker kamışı tarlalarında, baskı altında çalıştırılmaktadırlar. İngiltere, adaya, Sir William Walker adında bir üst düzey ajan gönderir. Ajanın görevi adada isyanı başlatıp Portekiz yönetimini devirmek, yerine İngiltere’ye bağlı, kâğıt üzerinde bağımsız melez çiftlik sahibi bir sınıfı iktidara getirerek, ülkesinin şeker kamışı üretimi üzerinde kesin egemenlik kurulmasını sağlamaktır. Zenci köleler arasında en cevval görünen Jose Dolares’i eğitir. Ona devrimci düşünceleri aşılayarak, onun önderliğinde köle isyanı başlatır. Hedef özgürlüktür ve özgürlüğün sömürgeciliğe karşı bir savaştan geçeceği kafalara kazınmıştır. Portekiz idaresi devrilir, yerine Sanchez başkanlığında bir kukla hükümet kurulur. Jose’ye de uyduruk bir görev verilir. Güya kölelik bitmiştir, ama hiçbir şey değişmemiştir. Zenci köleler yine ırgat gibi çalışmaktadırlar, değişen tek şey Portekizliler yerine İngilizlerin gelmesidir.
Jose Dolares nasıl bir oyuna getirildiğini anlamakta zorluk çekmez ve isyanı tekrar başlatır. İsyanı bastırmak için ajan Walker tekrar adaya gelir. Bu defa İngiliz hükümeti adına değil, İngiliz şeker şirketi adına görevlidir. Şeker şirketinin de askerleri vardır artık. Önce kukla hükümeti alaşağı ederler ve Sanchez’i öldürürler. Kısa zamanda isyan bastırılır ve Jose Dolares tutuklanır; idama mahkûm olur. Ajan Walker, idamın isyanı yeniden başlatacağı endişesi ile Jose’yi kurtarmak ister. Ne var ki Jose “Ben bir kere tongaya düşerim. Senin oyununa gelmeyeceğim ve öleceğim. Ben seçimimi yaptım” diyerek kurtulmayı reddeder ve idam edilir. Ajan adayı terk ederken yeni bir Jose tarafından öldürülür ve gerçek isyan başlar. İsyan başarıya ulaşacaktır. Haiti Devrimi bilindiği gibi, tarihte başarıya ulaşmış ilk köle devrimidir.
Filmin arka planında önemli gördüğüm birkaç noktaya değinmek zorunda hissediyorum kendimi.
- Film 18.yüzyılın sonu ile 19. yüzyılın başlarında geçmesine rağmen, çok sonralarını çağrıştıran özellikler taşımaktadır. Bunların başında klasik sömürgecilikten yarı-sömürgeciliğe ve yeni sömürgeciliğe geçişin ipuçları gelmektedir. Hatta İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’nin etkisiyle güneş imparatorluğunun (İngiltere) sömürgelerinden çekilmesi, yeni sömürgeciliğin önünün açılması bu bağlamda değerlendirilmelidir.
- Film aynı zamanda, Vietnam Savaşı ile de benzeşmektedir. Queimada’nın kukla cumhurbaşkanı Sanchez’in öldürülmesi ile Güney Vietnam devlet başkanı Ngo Dinh Diem’in CIA tarafından öldürülmesi birbiriyle örtüşmektedir. Haiti devrimi nasıl başarıya ulaşmışsa, Vietnam’da da ABD yenilgiye uğramıştır. Zafer Vietnam halkınındır.
- Adaya ikinci müdahale de İngiliz hükümetinin yerini İngiliz şeker şirketi almış ve böylelikle şeker kamışı üretimine el koymuştur. Buradaki şirket motifini daha sonra Şili’de Allende’nin devrilmesinde de görüyoruz. ITT şirketinin Şili’de oynadığı role bu gözle bakmak yerinde olur.
Daha da ileri gidelim. ABD’nin Irak işgalinde Blackwater adlı özel askeri şirketin sorgulama, askeri eğitim, suikast, katliam gibi eylemlerini unutmak ne mümkün. Ve GDO devi Monsanto şirketi. Blackwater’ı 2 yıllığına kiralayan, sonradan satın aldığı yönündeki haberleri yalanlamayan Monsanto’nun Türkiye ile ilişkisi ilginizi çekebilir. Monsanto’nun en büyük müşterilerinden Cargill Türk ortağı Ülker ile Cola-Turca için mısırdan nişasta bazlı şeker üretir.
Queimada’nın arka planını verdikten sonra, bu yazının konusunu oluşturan filmin ön planında yer alan “devrimci tavır ve geleceğe yol açmak” üzerinde durmak istiyorum. Daha açık ifade ile Jose Dolares’in kurtulmak varken ölümü seçerek geleceğe yol açmak tercihini nasıl yorumlayacağız? Bu devrimci bir tavır mı yoksa intihar mı? Soru başka türlü de sorulabilir: Yaşayarak geleceğe yol açılamaz mı? Kritik soru, herhalde, ölümden kurtuluş biçimi, nasıl bir kabulle yaşama dönüldüğü ya da yaşamdan ölüme gidildiği olsa gerek.
Toussaint L’Ouverture
Burada, Haiti devriminin gerçek hayattaki lideri Toussaint L’Ouverture’ün şu sözü her şeyi çok net bir şekilde açıklıyor: “Özgürlüğümüzü kazanmak için tehlike ile nasıl yüzleşeceğimizi öğrendik ve onu korumak için ölümle nasıl yüzleşeceğimizi de öğreneceğiz.” Queimada’nın konusu da bu zaten!
KURTULMAK VARKEN ÖLÜMÜ SEÇEREK GELECEĞE YOL AÇMAK İSTEYENLER
Bir uzak geçmişten bir de yakın geçmişten, örnek vermek istiyorum. Etik ve erdemin iç içe geçtiği, inanç ve kararlılığın sınır tanımadığı tarihte yerini alan iki insan… Kim bunlar? Biri tarihin çok deriliklerinde yer alan eski Yunan’ın Sokrates’i; diğeri yakın tarihte tanıdık bir isim. Bizden biri. Mahir Çayan.
Jose Dolares, Sokrates ve Mahir Çayan: birbirine benzemez üç insan; ama kişiliklerinin ortak yanları var. Evvelemirde üçü de yurtsever. Sonra, her üçü de ölüme meydan okuyor ve ölümden sonraki zamana yürüyorlar. Ve en önemlisi her üçü de devrimci. Burada, üzerinde durulması gereken en önemli konu, İÖ 4. yüzyıl İS 18. ve 20.yüzyılın sonlarında tam iki bin beş yüz yıllık yurtseverlik periyodu…
Şimdilerde yurtseverlere faşist diyorlar ya! Dünya, birkaç yıl içinde iki bin beş yüz yıllık tarihi bu kadar mı değiştirdi?
JOSE DOLARES’TEN GEÇMİŞE YOLCULUK: SOKRATES
Genco Erkal’i biliyorsanız, mutlaka “Yalınayak Sokrates”i de biliyorsunuz demektir. Yöneten ve oynayan olarak 1984 yılında Genco Erkal’a en iyi tiyatro oyuncusu ödülünü getiren oyun… Maxwell Anderson’un yazdığı, Mina Urgan’ın dilimize çevirdiği muhteşem tiyatro eseri.
Sokrates’in baldıran zehiri içerek idamının gerçekleştiği an
Felsefeci Laszio Versenyi’nin “Sokrates ve İnsan Sevgisi” adlı kitabını okuduysanız, onun, tarihin tanıdığı en büyük ahlak filozofu olduğunu da görürsünüz. Büyük bir hümanist olan Sokrates, aynı zamanda yürekli bir yurtseverdir. Felsefeci Ogün Ürek bunu, Platon’un Kriton diyaloguna dayanarak çok iyi anlatır.
Jose Dolares, başlangıçta sömürgeciler arasındaki çatışmada bir ajan marifetiyle kullanılmış bir köledir. Süreç içinde, kullanıldığını anlar; isyanı derinleştirir ve sonunda sömürgecilik karşıtı bir devrimci olur çıkar. Bu uğurda da ölür. Sokrates ise, yoksul değildir. Hatta varlıklı bile sayılabilir. Yazılı eser bırakmamış bir filozoftur. Felsefesinin temelini “yeni şeyler öğrenmek, yeni bilgileri kovalamak ve daha da önemlisi mevcudu sürekli sorgulamak oluşturur”. Sorgulamak, iktidar sahiplerini çokça rahatsız eder. Özellikle de gençler de sorgulamayı öğrendikçe hoşnutsuzluk artar. Sırf bu yüzden, yetmiş yaşında, tanrıları inkâr etmek, yeni bir tanrı yaratmak ve gençleri yoldan çıkarmak suçlamalarıyla yargılanır ve idama mahkûm edilir.
Karısı, bu durumda, ona “Haksız yere ölüyorsun” deyince, “Yoksa sen ölümü hak etmemi mi isterdin!” yanıtını verir. Öğrencilerinden Kriton, siyaset ve devlet adamlığı konusundaki maharetinden dolayı Sokrates’i kaçırmak ve ölümden kurtarmak için her türlü hazırlığı yapar. Her şey hazırdır. Hazır olmayan tek şey, Filozofun ikna edilmesidir. Ona, idam edilmesinin düşmanlarını sevindireceği, çocuklarına karşı sorumluluklarının olduğu, onları eğitmezse onlara kötülük yapmış olacağı ve en önemlisi onu kurtarmazlarsa çoğunluğun kendilerini suçlayacağını söyler. Ama Sokrates’i ikna edemez. O, son derece sakin, “Eğer kaçarsam, savunduğum düşünceler, kurmaya çalıştığım felsefe ne olur? Felsefemin yaşaması için ölümden dönmem söz konusu değildir” der. Hiçbir pişmanlık belirtisi göstermeden, ezilip büzülmeden baldıran zehrini içerek hayatına son verir. İdamı böyle gerçekleşir. İdamından sonra Atinalılarda büyük bir pişmanlık baş gösterir. Tunçtan yapılmış heykeli Pompeion’a dikilir. Öğrencisi Platon “Sokrates’in Savunması” kitabı ile onu ölümsüzleştirir. Yine öğrencilerinden Xsenophon onun yaşam öyküsünü ve felsefesini kitaplaştırır. Bu eserler, İÖ IV. yüzyılda yaşamış Sokrates’i geleceğe taşır, onu filozofların babası olarak tarihin yok edilemez sayfalarına yerleştirir.
Sokrates’e karşı çıkanlar olmaz mı? Tabii ki olur. Onun düşüncelerini benimsemeyen ünlü şair ve trajedi yazarı Aristophanes Bulutlar adlı eserinde filozofu yerden yere vurur; ama onun ölümsüzlüğünün önüne geçemez. Sokrates, devrinin, katıksız bir devrimcisidir.
JOSE DOLARES’TEN GELECEĞE YOLCULUK: MAHİR ÇAYAN
Mahir, bizden biri, Türkiye’li. Bizim memleketten. Onu uzun uzadıya anlatmanın bir yararı yok. Bilen bilir; bilmeyenin de onu tanıması için kaynak çoktur. Toplu yazılarına bile bakmak yeterlidir. Yaşam öyküsünü merak edenler için de yazılmış eserler ihtiyacı karşılayacak düzeydedir. Tek sıkıntı, tahrifatlar. Dikkatli okur, onun üstesinden gelmeyi başarır demekle yetinelim.
Ama, ben yine de ondan kısa birkaç alıntı yapmayı gerekli görüyorum. Görüyorum, çünkü bugünlerde onun bu düşüncelerine katılmayan hatta bu ideolojik tespitlerine “faşist” nitelemesinde bulunan, söylemesi ayıp “solcular” (!) var. Sokrates’in nasıl Aristophanesleri varsa Mahir Çayan’ın da var.
Der ki Mahir: “Devrimciliğin statik, mekanik bir iş, genel anlamıyla bir meslek değil, bir ruh, bir coşku, bir yurtseverlik duygusu olduğu, çıkmayacak biçimde kafamıza kazınmalı… Yurtseverlik coşkusu taşımayan devrimci, devrimcilik niteliğini yitirir… Yurtseverlik, devrime inanış ve sorumluluk alabilme ve sorumluluktan kaçmama, birbirinden ayrılmaz bir bütündür” (Kültür Sorunu Üzerine. Türk Solu Dergisi 77. Sayı).
Mahir Çayan
Mahir’in Sokrates’e kadar uzanan, bundan sonra da devam edecek olan yurtseverlik vurgusu, 1970 yılında Aydınlık Sosyalist Dergisi’nin 15. Sayısında yayımlanan “Sağ Sapma, Devrimci Pratik ve Teori” adlı yazısında ete kemiğe bürünür. Mahir’in açıklaması çok net ve açıktır: “Emperyalizmin boyunduruğu altında bulunan yarı feodal bir ülkede, proleter devrimcilerin ikili bir mücadele biçimi içinde olmaları gerektiği açıktır; bir yandan emperyalizme karşı mücadelede bütün millici sınıf ve tabakaların yanında yer almak, anti-emperyalist cephenin kurulması için azami gayreti göstermek; öte yandan da proletaryaya politik bilinç vererek örgütlemek ve onu bütün halkın öncüsü durumuna getirmektir”.
Bu siyasi tespitin geçerliliği, somutun tahlilinden (somut durumun somut tahlili) bilimsel soyutlamaya geçişle olur. Ancak, Mahir burada, iki önemli saptama yapar. Birincisi, somut durumun somut tahlilinde hata ya da yanlış yapılırsa Marksizm’in everensel tezleri tahrif edilmiş olur. Tahrifatın bilerek yapılmasının altında başka nedenler aranmalıdır. İkincisi, önemli, Marksist herhangi bir tezin evrenselliği, o tezin ilişkili olduğu sürecin devamlılığı ile sınırlıdır (Revizyonizmin Keskin Kokusu, Türk Solu, 91. Sayı).
Bu konunun önemini belirtmeye gerek var mı? Buna açılım getirmek için zeki olmak yetmez. Bilgi dağarcığımızın boyutlarının olabildiği kadar yüksek olması gerekir. Bilimsel soyutlama dediğimiz düşünme tarzının çok iyi özümsenmiş olması da şarttır. Önümüze koyduğumuz hedef, sistemi değiştirmeye mi yoksa sisteme entegre olmaya mı yönelik olacak? Yani sol bir tezin devrimci bir içerik mi taşıyacağı yoksa reformist bir özellik mi göstereceği bakış açısına göre şekillenecektir.
Mahir için devrimci içerik ancak kesintisiz devrimle açıklanır. Demokratik devrim gerçekleşmeden sosyalist devrime geçilemez. Bunun ilk ayağı anti-emperyalist mücadeledir. Bağımsızlık olmadan demokrasi de olmaz. Bağımsızlık mücadelesinde Kemalistlere ne gözle bakacağız. Yurtseverlik de onları hangi kefeye koyacağız.
Mahir’e göre Kemalizm, “Emperyalizmin boyunduruğu altındaki bir ülkede Doğu halklarının, milli kurtuluş bayraklarını yükselten, emperyalizmi yenerek milli kurtuluş savaşlarını açan bir küçük burjuva hareketidir. Kemalizm’i karakterize eden yalnızca milli kurtuluşçuluk ve laiklik öğeleridir… Kemalizm’in anti-emperyalist niteliği bir kenara bırakılırsa, ortada Kemalizm diye bir şey kalmaz… Kemalizm’in sağ-sol diye ayrılması pasifist teorinin zorunlu bir işlevidir. Sağ görüşün, sağ-sol diye ayırarak sorunu formüle edişi, şunu da içermektedir: Burada iki şey aynı anda yapılmış olmaktadır. Bir yandan yurt çapında esas mücadele Kemalistlerle işbirlikçiler arasında olmaktadır. Proletaryanın devrimci öncülüğünün objektif koşulları yoktur denilerek bu evrede Kemalistlere öncülük için açık bono verilerek Kemalizm abartılmakta, yüceltilmekte; diğer yandan emperyalizmle uzlaşanlar da Kemalizm içine sokularak Kemalizm azımsanmakta, aşağılanmaktadır. Niteliği gereği, anti-emperyalist saflarda er ya da geç yerini alacak olan küçük burjuvazinin bu en bilinçli zümresinin İkinci Milli Kurtuluş Savaşındaki yeri çok önemlidir” (Sağ Sapma, Devrimci Pratik ve Teori, ASD, 15. Sayı).
Mahir Çayan
Ona göre gardrop Atatürkçülüğü ile Kemalizm’i birbirine karıştırmamak gerekir. Anti-emperyalist olmayan, Kemalist olamaz.
MAHİR’İN GELECEĞE YOLCULUĞU
Bu yolculuk başka bir yolculuk. Dönüşü olmayan bir yolculuk. Başlangıç noktası Maltepe Askeri Cezaevi. O tarihte, cezaevi olarak kullanılan Selimiye Kışlası’ndaki hücresinden buraya getirilmiştir Mahir. THKP-C Davası nedeniyle buradadır şimdi. Dava arkadaşları burada olduğu için. Önce F Koğuşuna konur. Burada lümpenler ve faşistler vardır. Sanki Mahir’i temizletmek ister gibi… A Koğuş temsilcisi Sırrı Öztürk dilekçeyle idareye başvurur; aynı türden bir dilekçeyi de Mahir yazar. Savunmayı hazırlamak için arkadaşlarıyla birlikte olması gerektiği anlatılır. Böylece A Koğuşa gelebilir Mahir ve buranın küçük odasına yerleştirilir. Odada ayrıca Ulaş, Ziya, Sina, Necmi ve Sırrı Öztürk (Koğuş Temsilcisi) ve Sırrı’nın oğlu Mutlu kalmaktadır.
Kimdir Sırrı Öztürk? Devrimci bir işçi önderidir. 15-16 Haziran işçi direnişinin önde gelenlerindendir. Çok disiplinlidir. Onun bu disiplinliliği çoğu zaman sıkıntı da yaratır. Mahir’in de saygı duyduğu ve açılabildiği yaşça ondan büyük biridir. Bundan dolayı kaçış planından haberi olan nadir kişilerdendir Sırrı. Ona göre, cezaevinden kaçmak devrimcilerin görevidir. THKO ve THKP-C sanığı militanların cezaevinden devrimci biçimde çıkışlarını onaylar. Ama mutlaka yurt dışına çıkmalarını ve mutlaka her şeye inat yaşamalarını ister. Bu isteğini Mahir’e de söyler. Mahir kendisine yapılan bu çağrıya canı sıkılır.“ …İdamlardan kurtulacak olmamız önemli değil; cezaevi barikatını delmekle sistemin kalesinde bir gedik açacağız… bu olayın yaratacağı hava birçok şeyi değiştirecek. Savaşmanın ve silahlı direnişin yolunu açacağız yeniden. …Bu suretle işçi sınıfı ile yoksul köylülüğün örgütlenme sorunu gündeme gelecek. ‘Bu savaşta biz büyük ihtimal öleceğiz belki de’. Denizlerin idamını başka nasıl durdurabiliriz?… Savaşmaktan başka yapacağımız bir şey de yok. Bizden sonraki kadrolar, kalan yerden savaşı götürecekler. Bize ülkeyi terk etmeyi, kimse önermesin. Ayrıca sosyalist ülkelere hiçbir koşulda gitmem söz konusu değildir. İlticacı memurların durumuna düşmektense ölmek daha iyidir. Biz savaşarak ortalığı allak bullak edeceğiz… Tarih tereddüt edenleri, savaşmayanları yargılar.” Şeklindeki sözleri, ölümünden 40 yıldan fazla zamangeçmesine rağmen onun canlı kalmasının bir kanıtı gibidir. Daha çok 40 yıllar geçecek herhalde….
Bir ufak ayrıntı daha: Mahir’in Selimiye’de savunma için hazırladığı 36 sayfalık giriş taslağı, Kemalizm’e prim veriliyor saiki ile Ziya, Ulaş, İrfan, Ömer Laçiner ve Necmi başta olmak üzere bazı dava arkadaşlarınca uygun bulunmamış ve geleceğe de kalmaması için oy birliği ile yakılmasına karar verilerek imha edilmiştir. Bu nedenle, firardan sonra Mahir’in yazdığı Kesintisiz Devrim II-III önem arz etmektedir. Dikkatle okunması gereken bir metin mahiyetindedir onun siyasetini anlamak için…
Ve gerçekleşen firar…
Cezaevinden kaçıştan sonra, Mahir’e yurt dışına çıkma telkinleri yapılır. Yapanlar arasında Mustafa Zulkadiroğlu ile Oğuzhan Müftüoğlu da vardır. Ama o, bu telkinleri kesin bir dille ret eder.
İnsan “keşke yaşasaydı” demekten kendini alıkoyamaz.
Mahir’in Aristophanesler’i firardan hemen sonra uç verir. Yusuf Küpeli ve Münir Ramazan Aktolga, Mahir’in gerçekleştirdiği eylemleri eleştirerek özellikle Elrom’un kaçırılışını ve infaz edilmesini eleştirirler. Bunun büyük hata olduğunu, yapılması gerekenin işçi sınıfını bilinçlendirmek ve işçi müfrezelerini oluşturulması olduğunu ona anlatırlar. Mahir, yapılanları savunur ve düşündüklerini açıklamak için Kesintisiz Devrim II-III’ün taslağını okuması için Münir Ramazan Aktolga’ya verir. Firar sonrası şekillendiği için Kesintisiz Devrim II ve III, onu ve onun düşüncesini en iyi yansıtan metinlerdir.
Aristophanes’i bir kötüleme simgesi olarak kullanmıyorum kesinlikle. Zaten tarihte de Aristophanes kötü biri değil. Simgenin anlamı, farklı düşünme ve yol ayrımından başka bir şey değil.
Keşke yaşasaydı. Çünkü lider gibi lidere en çok gereksinme duyulan günler yaşanmaktadır şimdi.
M. Tanju Akad’ın dediği gibi, “Barış zamanında koltuğunda oturup bu konuda düşünceye dalmak başka bir şey; ardı ardına gelen iyi ve çoğunlukla kötü gelişmelerle karşı karşıya kalan liderlerin kendilerini hataya zorlayacak sayısız iç ve dış baskıya direnirken doğru kararları üretmeye çalışmaları başka bir şeydir” (M. Tanju Akad, Askeri Tarihte Stratejik Düşünce).
Der ya Mahir, somut durumun somut tahlilinden bilimsel soyutlamaya geçişle bir siyasi tespitin geçerliliği ortaya çıkar. Nerde bunu yapacak sol liderler?! Somut durumun tahlilinde yanlış yapmak, Marksizm’in evrensel tezlerinin tahribatını getirir. Ortalık tahribattan geçilmiyor.
ÖLÜMLE RANDEVU: KIZILDERE, GELECEĞE AÇILMAK İSTENEN KAPI
Cezaevinden firardan sonra Ankara, daha sonra Ünye’de NATO görevlisi üç İngiliz’in rehin alınması ve sonra Kızıldere’de muhtarın evi. Evin güvenlik güçlerince kuşatılması. Kontgerilla, MİT, CIA, jandarma, tekmili birden orada. Mahir MİTçilere bağırır: “Faşist MİTçiler, Sam amcanın uşakları”.
MİT’in, CIA’nin bu günlerde İmralı’yı suyolu yaptıkları, Abdullah Öcalan ile birlikte politika belirlediklerini hatırladıkça bir tuhaf oluyor insan, süreç bu kadar farklı bir yörüngeye mi oturdu diye? İsyandan müzakereye geçiş… Emperyalizmin yörüngesinde oluşturulan politikalar, çizilen haritalar.
Neyse! Biz yine Kızıldere’ye dönelim. Teslim ol çağrılarına “Biz buraya dönmeye değil, ölmeye geldik” diye yanıt… Ve “Asıl siz teslim olun, kahrolsun emperyalizm, yaşasın tam bağımsız Türkiye, sıradan askerleri geri çekin, üst düzeyler öne gelsin…” (Yılmaz Okay, Mahir Çayan’ın Yaşam Öyküsü).
Bombardımanın gürültüsü içinde,
“Gündoğdu hep uyandık
Siperlere dayandık
Bağımsızlık uğuruna da
Al kanlara boyandık….”
Marşının hep bir ağızdan yükselen sesi…
Ölümle randevunun sonu. Yaralı sağ olarak elleri yukarıda dışarıya çıkarılan Saffet Alp’in, bir subayın kafasına sıktığı tek kurşun ile katledilmesi. Bir gün sonra samanlıkta gizlenen Ertuğrul Kürkçü’nün sağ olarak ele geçirilmesi…
Kızıldere
DÜĞÜNLE GELEN ÖZÜR BORCU
1980’li yılların sonu. Dışarıda cezaevi arkadaşlığının canlılığını yitirmediği yıllar. Bu arkadaşlardan birinin kardeşinin düğünü var.
“Gelin bir köy düğünü görürsünüz. Bizim köy başka köylere benzemez. Yeşilliktir, insanı cömerttir…” teklifi üzerine bir arabaya doluştuk, Tokat’ın kırsalına yollandık.
Düğün sahibi, arkadaşın babası karşıladı bizi. Çok sevecen bir adam, güleç yüzlü bir ihtiyar. Davul güm güm çalıyor.
Arkadaş, “Bizim düğün üç gün üç gece sürer” dedi. Çok sıcak bir atmosfer var.
İlk dikkatimizi çeken şey, yaşlısı genci Kızıldere türküleri mırıldanıyor. Güleç yüzlü yaşlı amca da öyle. Bu mırıltılardan cesaret alarak “Ben Mahir Çayan’la aynı dönemde Siyasal’da okudum” dedim. “Ya öyle mi?” dedi yaşlı adam umursamaz bir tavırla. Sonra, üstüme vazifeymiş gibi siyasetten, mücadeleden falan bahseder oldum. Güleç yüzlü adamın suratı asıldı. “Bak yeğenim” dedi. “Buraya geldiniz. Şeref verdiniz. Yiyin, için, keyfinize bakın, ama siyaset yapmayın” diye ilave etti. “Niye” dedim. “Sen Kızıldere türküsünü mırıldanıyorsun ama”. “Geri dur, Mahir’den bahsediyorsun uluorta. Mahir, Maltepe’de mi teslim oldu Kızıldere’de mi? Sizler teslim olmuş adamlarsınız. Biz sizin peşinizden gelmeyiz” diye karşılık verdi.
Çok bozulmuştuk. “Biz kaç arkadaşımızı kaybettik biliyor musun? Biz de faşizmin zindanlarına düşmedik mi? Ne yani, teslim olmamak ölmek mi demek?” diye arkadaşlarımızdan biri biraz da sert bir tonla isyan etti. “Oğlum” dedi yaşlı adam. “Teslim olmamak tabii ki ölmek değil. Teslim olmamak dik durmak demek, teslim olmamak demek ezilmemek demek. Teslim olmamak demek, mücadeleye devam etmek demek. Herneyse…”
Neşemiz kaçmıştı, ertesi gün dönmeye karar verdik, düğünün devamını beklemeden. Oralı arkadaşımız “babam hazmedemiyor, üzüntüsünden böyle konuşuyor” diyerek bizi yatıştırmaya çalıştı. Biz kararımızdan dönmedik. Düğün sahibi yaşlı adam, yine güleç yüzüyle bizi yolculamaya geldi. Sırtımızı sıvazladı, ama kalın da demedi. Sadece “Bize, biz halka bir özür borcunuz var!” dedi.
Neydi bu “ÖZÜR BORCU”?
Unuttuğumuz, uzaklaştığımız bir şey miydi? Neydi?….
Hakkı Zabcı
II. BÖLÜMÜN SONU
OKUMA LİSTESİ
1.Pontecorvo, Cezayir Savaşı (DVD)
2.Pontecorvo, Queimada (DVD)
3.Toussaint L’ouverture, Haiti Devrimi.
4.Maxwell Anderson, Yalınayak Sokrates.
5.Laszio Versenyi, Sokrates ve İnsan Sevgisi.
6.Platon, Sokrates’in Savunması.
7.Platon, Kriton Diyalogu.
8.THKP-C İddianamesi, Verso Yayınları.
9.THKP-C Dava Dosyası, Belgeler (Yar Yayınları)
10.Turhan Feyizoğlu, Mahir.
11.Yılmaz Okay, Mahir’in Yaşam Öyküsü.
12.Mahir Çayan, Toplu Yazılar.
13.Sırrı Öztürk, 12 Mart 1971’den Portreler.
14.M.TanjuAkad, Askeri Tarihte Stratejik Sorunlar