YOL AYRIMI III ANGELOPOULOS Kısım 3 ÖRGÜTLENME (1):
NEDEN ÖRGÜTLENMELİ? (Gezi Direnişinde Yitirdiğimiz Gençlerimizin Anısına)
Hakkı ZABCI
“ Örgütü örgüt yapan, onu kitlelere tanıtan, programlar veya yaldızlı laflar değil, devrimci eylemdir.” Mahir Çayan
Örgütleme ile ilgili bu kısmı ikiye ayırdım. Bu yazıda “neden örgütlenmeli?” konusunu Gezi Direnişi bağlamında incelemeye çalışacağım. Daha sonra, ikinci yazıda “nasıl örgütlenmeli?”nin üzerinde duracağım.
GEZİ DİRENİŞİ’NİN ÖNEMİ VE ÖRGÜT ZAAFİYETİ
1999’da Seattle’da başlayan küreselleşme karşıtı hareketler gücünü ve canlılığını yitirmişken, 2011 Mayıs ayından itibaren ABD ve Avrupa’da genel olarak “İşgal Et” (Occupy) şeklinde adlandırılan yeni bir protesto dalgası baş gösterdi. Arap dünyasında 2011’in baharında başlayan isyanlar ile birlikte düşünüldüğünde, farklı etkilerle doğmuş olmasına karşın, neredeyse zincirleme tepkime gibi birbiri ardına dünya coğrafyasının geniş bir bölümüne yayılan isyanlar dalgasına tanık olduk. Yıllardır siyaset üzerine düşünenlerin ve hatta siyaset bilimcilerinin, apolitikleşmiş, siyasete ilgisiz ve kayıtsız kuşaklar olarak gördükleri büyük oranda gençleri içeren geniş bir halk kesimi, bu saptamaları yanlışlarcasına, sokaklarda, meydanlarda ve parklarda, yeni bir protesto ve muhalefet biçimi ile yeni bir politik dil oluşturdular ve 21. yüzyılın direniş kültürüne imza attılar. Ve şüphesiz Gezi Direnişi, yıllardır sesi cılız bir biçimde çıkan ve neredeyse uykuda gibi görünen kitlelerin bu özgürlük mücadelesi, umudu ve geleceğe güveni diriltmesi açısından çok önemliydi.
Sosyal medyanın sağladığı iletişim olanaklarıyla kozmopolit bir dayanışmaya da ulaşabilen bu siyasal protesto dalgası, kötümser bulutları dağıtması açısından son derece dikkat çekici oldu. Çok nadir yaşanabilen bu politik iyimserlik dalgasına karşın, söz konusu hareketlerin kısa süreli ve geçici nitelikleri, uzun süredir sol siyasetin gündeminin dışına itilmiş olan liderlik ve politik örgütlülük sorunlarını yeniden gündeme getirdi.
GEZİ DİRENİŞİNİN ARTÇILARI: KİMLİK’DEN SINIF’A YÖNELİŞ
Gezi direnişinin artçıları sayılabilecek Berkin Elvan’ın ölümüne duyulan öfke, aynı nedenlerle siyasileşemedi. Soma faciasında da matem, hüzün ve gazap sınırlı toplumsal haykırışların ötesine gidemedi. Hatta daha da vahimi, iktidarın başı toplumu ayrıştırmak, ötekileştirmek için bu olaylardan yararlanma yoluna gitti. Ancak, özellikle Soma katliamından sonra, işçilerin taşeronculuğa ve patron güdümlü sendikacılığa karşı yürüttükleri mücadele lokal sınırları aşınca, kimlik politikalarının peşine takılmış Türkiye soluna “emek” ve “sınıf” gibi kavramların olduğunu yeniden hatırlattı. Kimlikten sınıfa gidişin Tayyip Erdoğan’ın toplumu ayrıştırma ve ötekileştirme politikalarını dumura uğratacağı, bu gidişin devamı halinde gelecekteki olası felaketlerin (iç savaş gibi) önüne geçilebileceği umudunu verdi.
ÖRGÜT OLMAYINCA…..
2011’deki protestolar, Gezi direnişi ve artçıları yaşandığı zaman dilimi içindeki canlılığı, etkisi ve gücüne karşın, siyasal iktidarı ve toplumsal yapıyı dönüştürücü bir potansiyele erişemediler. Doğrudan demokrasinin ve hatta bir ölçüde komünal deneyimin unsurlarını taşımalarına rağmen, kısa süreli, geçici bir deneyim olarak kaldılar. Bir umut ışığı yaktılar, fakat süreklilik taşıyan dönüştürücü bir potansiyele erişemediler. Toplum birikmiş enerjisini boşaltmış, yeniden depolaması koşullarını geleceğe devretmiştir.
Gezi Direnişi’nde olduğu gibi, 2011 yılı boyunca ABD’de ve Avrupa’daki İşgal Et eylemlerinde de meclisler oluşturulmuş, gelecekle ilgili tasarılar ve güncel sorunlarla ilgili kararlar tartışılıp görüşülmüştü. Ancak, kitlelerin güçlerini, taleplerini, kaygılarını birleştirecek geleceğe yönelik bir siyasi projenin ortaya çıkması mümkün olmadı. Gösteriler yavaş yavaş sönükleşti, bir iki grubun cılız sesi dışında sokaklar ve meydanlar boşaldı.
Aslında bu “yeni” bir deneyim değil; halk hareketlerinin tarihi, çok farklı ve çeşitlilik içeren toplumsal isyanlar, ayaklanmalar, protestolar ve devrimleri içermektedir kuşkusuz; ama bunların önemli bir kısmı deyim yerindeyse “yenilgi” ile sonuçlanmıştır. Spartaküs’ün başını çektiği köle ayaklanmasından başlayıp, Orta Çağ’ın bitiminde Avrupa’daki köylü isyanları, (söz gelimi Thomas Münzer’in başını çektiği komünal bir örgütlenmeyi de hedefleyen isyan), Anadolu’da eşitlikçi düşünceyi içeren ve bir tür dinsel kurtuluşu da vadeden Babailer ayaklanması ya da Şeyh Bedrettin; ondokuzuncu yüzyılda işçi sınıfının örgütlü mücadelesi 1848 devrimi ve elbette 1872 Paris Komünü gibi burada sayamayacağımız çok sayıda özgürlükçü ve eşitlikçi hareketleri örnek gösterebiliriz. Bu hareketler yenilgi ile sonuçlanmalarına karşın, tarihte ve toplumların hafızalarında derin etkiler bırakmışlar ve sonraki kuşakların miras aldığı deneyimler olmuşlardır.
PARİS KOMÜNÜ’NÜN ÖĞRETTİKLERİ: TROÇKİ’NİN ANALİZLERİ
Zamansal yenilgiler, tarihsel başarılar olarak yükselmiştir. Paris Komünü, Marx ve sonrasında Lenin için sosyalist bir toplum modelinin temel hatlarının çizilmesinde örnek bir deneyim olarak büyük önem taşımıştır. Ancak bununla da sınırlı değildir; Rusya’da devrime imza atan isimler; söz gelimi Troçki Paris Komünü yenilgisinden ne gibi dersler çıkarılabileceği, komün hareketinin yenilgisinin tarihsel ve siyasal nedenleri üzerinde durarak bir mücadele stratejisi belirlemeye çalışmıştır. Bu açıdan Troçki’nin Paris Komünü üzerine değerlendirmeleri sadece özgül, belli bir tarihsel olgunun analizi olmakla kalmayıp, ondokuzuncu yüzyılda işçi sınıfının Avrupa’daki durumu, siyasal örgütlenme ve önderlik sorunu üzerine eşsiz bir analizi içermektedir. Daha genel düzeyde, siyasal mücadelelerin ya da halk hareketlerinin uğradığı yenilgilerin nedenleri üzerine bazı çıkarımlar yapılmasına da olanak sağlamaktadır; her olgunun kendi koşulları ve tarihsel nedenler tarafından belirlenmiş olması, bu deneyimlerden ders çıkarmanın mümkün olmadığı anlamına gelmez. Bu nedenle Troçki’nin saptamaları ve çıkardığı dersler bugün için de hala değer taşımaktadır.
Troçki, “Otuzbeş Yıl Sonra 1871-1906” başlıklı makalesinde (Bu yazıya ulaşmak için bkz. http://marksist.net/diger_yazarlar/paris_komunu_uzerine.htm ), Paris Komünü’nün, kesintisiz bir devrim sürecinden geçen kendileri için herhangi bir Avrupa ülkesine göre çok daha önemli bir deneyim olduğunu belirtir ve ekler: “Bizler açısından, Komün tarihi artık, uluslararası kurtuluş mücadelesinde yalnızca büyük bir dramatik an, salt bir çeşit taktik durum örneği değil, doğrudan ve acil bir derstir”.
O halde bu ders nedir?
Ders için önce analiz gerekir. Troçki de analizle başlar: 1871’de Paris’te kamu işlerinin idaresini ele alan proletarya, bunu ne Paris’in gelişmiş kapitalist merkezlerden birisi olması ne de Paris proletaryasının böyle bir algısı olmasından ya da güçlü bir sınıf olmasından dolayı gerçekleştirmiştir. Burjuvazi, ulusal savunmayı, kendi güçsüzlüğü ve korkaklığından dolayı prolertayanın eline bırakmıştır. Ancak, bu zorunluluğun sonra kendisi için bir silah haline geldiğini de fark eder; silahlanmış bir proletarya burjuvazi için kesin bir tehdittir. Thiers hükümeti, Bismark ordularına karşı ulusu savunmak yerine Versailles’a çekilir ve Paris proleteryasına karşı gizli planlara girişir. Proletarya ise, hem ülkeyi savunmak hem de iktidarı elde etmek ve şekillendirmek göreviyle karşı karşıya kalır. Komün’ün çökmesi, bir devrime erişmemiş olması, üretici güçlerin yeterince gelişmemiş olmasından değil (devrim için bunu beklemek Troçkiye göre kaba bir ekonomik determinizmdir) bir dizi politik neden yüzündendir. Uluslararası koşulların elverişsizliği, Paris’in taşradan yalıtılmış olması ve komün’ün kendi hataları bunların başında gelir.
Troçki, Komün’ün yenilgisini, “katılanların toyluğuna, programının karışıklığına, liderleri arasındaki birliğin eksikliğine, planlarının kararsızlığına, yürütme organlarının ümitsiz paniğine” bağlıyordu ve şunu ekliyordu:
“Gerçekte, duygulu insancıllıkları, devrimci pasifliklerinin diğer yüzüydü. Kaderin isteğiyle Paris’te iktidarı alan adamlar, bu iktidarı derhal sonuna kadar kullanmanın, Thiers’in ardından atılmanın ve durumu yeniden değerlendirme fırsatı bulmadan önce onu ezmenin, askeri birlikleri kendi ellerinde toplamanın, subay sınıfında gerekli temizliği yapmanın ve taşrayı fethetmenin gerekliliğini anlayamıyorlardı. Bu adamlar kuşkusuz karşı-devrimci unsurlara karşı sert önlemler almaya da eğilimli değildiler.”
Asıl olarak Troçki, devrimden sonra 4 şubat 1921’de yazdığı “Paris Komünü Dersleri” başlıklı yazısında ise şunları söyler:
“Komün bize işçi kitlelerin kahramanlığını, tek bir blok halinde birleşme yeteneğini, gelecek uğruna kendilerini feda etme hünerini gösterir, fakat aynı zamanda kitlelerin yollarını seçmekteki acizliğini, hareketin önderliğindeki kararsızlıkları, ilk başarılardan sonraki ölümcül duraklama eğilimlerini ve böylelikle de düşmana kendini toparlama ve yerini sağlamlaştırma olanağı verdiğini göstermektedir”.
Bu yazıda Komüne ilişkin önceki yazısında olduğu gibi, güçlü bir önderlikten yoksun olmaya ilişkin bir vurgu yapar: “Paris proletaryasının ne bir partisi ne de geçmiş mücadelelerle yakın bir bağ kuracağı önderleri vardı. Kendilerini sosyalist addeden ve işçilerin desteğini arayan küçük-burjuva yurtseverler, gerçekte kendilerine hiç güven duymuyorlardı. Proletaryanın kendine olan güvenini de sarsmışlardı ve sürekli olarak hareketin önderliğini emanet edecekleri ünlü avukatları, gazetecileri ve delegeleri (ki bunların bütün bildikleri yalnızca bir düzine muğlâk devrimci laflardan ibaretti) bulma çabasındaydılar.”
Troçki önderlik sorununu, işçi sınıfının bir partiye sahip olmaması,
yani örgütlülük sorunu ile birlikte ele alır: “Gerçek işçi partisi, bir parlamenter manevra makinesi değildir; parti proletaryanın örgütlü ve birikmiş deneyimidir. Ancak onun tüm tarihsel geçmişine dayanan, gelişmenin rotasını ve tüm evrelerini teorik olarak öngören ve bundan gerekli eylem formülünü çıkaran partinin yardımıyla, proletarya kendini tarihine (duraksamaları, kararsızlığı, hataları) her defasında yeniden başlama gereğinden kurtarır.
Paris proletaryasının böyle bir partisi yoktu. Komüne doluşan burjuva sosyalistler, gözlerini gökyüzüne dikmiş, bir mucize ya da kâhince bir söz beklemiş, duraksamışlardı ve bu sırada kitleler ötede beride el yordamıyla dolaşmış ve bazılarının kararsızlığı, diğerlerinin de düşsel düşünceleri yüzünden pusulayı şaşırmışlardı. Sonuç, devrimin bunların tam ortasında, çok geç patlak vermesi ve Paris’in kuşatılması idi. Proletarya geçmiş devrimlerin, eski çarpışmaların, demokrasinin yinelenen ihanetlerinin derslerini hafızasında canlandırmadan önce altı ay geçti ve sonunda iktidara el koydu.”
Troçki, Komün’ün yenilgisini, [tarihsel ve konjoktürel nedenler yanında], bir devrime, siyasal iktidarın ele geçirilmesine kadar gidememesinin nedenini Paris proleteryasının kararlı, geçmiş deneyimleri özümseyen, dersler çıkaran, öngörülerde bulunarak gelecek için yapılacakları belirleyen ve en önemlisi irade ortaya koyan, devrimci güçleri bir düşünce, plan, hedef üzerinde bir araya getiren ve çatışma esnasında acil kararlar alabilen bir partinin yokluğuna bağlamaktadır. Kendi sözleriyle: “Şu da var ki, büyük olayların ortasında, böyle kararlar, ancak bir devrimi hedefleyen, onun için hazırlanan, pusulayı şaşırmayan bir devrimci parti tarafından, çok yönlü düşünmeye alışkın ve harekete geçmekten korkmayan bir parti tarafından alınabilirdi.
Ve Fransız proletaryasının sahip olmadığı şey tam da bir eylem partisiydi.”
YENİDEN LENİN
İşte 2011 eylemlerinden sonra, uzun yıllar boyunca Batı solunda ihmal edilen hatta adeta “sol”a aykırı bir politika gibi görülen, siyasal iktidarı elde etme ya da iktidar olma amacı; bu amaca yönelik olarak örgütlü ya da parti ile bir mücadele tarzı, yeniden gündeme geldi. Neredeyse Troçki’nin Paris Komünü üzerine saptamaları ve çıkardığı derslere benzer şekilde, Batı solundaki etkili düşünürler son dönem sol hareketlerin ve kalkışmaların neden kısa süreli ve geçici kaldığı sorununa odaklandı. 2011 protestolarından önce de aslında solun yaşadığı kriz çerçevesinde “eskiye dönme” başlamış ve ismi Batı solunda telafuz dahi edilmeyecek derecede bir kenara itilmiş olan Lenin üzerine tartışma başlatılmış ve “Yeniden Lenin” başlıklı bir kitap hazırlanmıştı. (Yeniden Lenin: Bir Hakikat Siyasetine Doğru, Derleyenler: S. Zizek, S. Budgen ve S. Kouvelakis, Otonom Yayıncılık, 2007)
Bu kitapta Alan Badiou, Slovaj Zizek, Alex Callinicos, Terry Eagleton, Frederic Jameson, Antonio Negri, Etienne Balibar gibi tanınmış isimler, Lenin’in siyaset anlayışını yeniden düşünmenin gerekliliği üzerine odaklanmıştı. 2011 protestoları bu tartışmaları bu kez, örgütlülük ve önderlik sorunu üzerinden daha bir canlandırdı. Sözgelimi Zizek, bu protestolar hakkındaki tartışmaların henüz sonlanmadığı bir dönemde yazdığı Komünist Ufuk isimli kısa kitabında, “İmkansızı Seçmek” başlıklı bölümünde, halk-hareket-parti-lider dörtlüsünü, eleştirel, felsefi, politik bir tartışmaya açtı.
Bizde durum ne?
Bizdeki durumun ne olduğunun en oturaklı açılımı Mehmet Ali Yılmaz’ın “Hüseyin Cevahir Öğretiyor” adlı yeni makalesinde var. Yılmaz şöyle diyor: Kemalist olmayan, MDD çizgisini işçi sınıfının (ideolojik) öncülüğü ilkesiyle dönüştüren ve bu çizgiyi ideolojik ve politik olarak devrimci mücadeleyle buluşturan Mahir Çayan ve Hüseyin Cevahir’in en zor anlarında ortaya koydukları yukarıdaki tavırları (yeni politikaların ana eksenini, emperyalizme karşı tam bağımsızlık anlayışının öne çekilmesi ve buna uygun sınıfsal ittifakların tarif edilmesi: Kahrolsun Faşist köpekler, Yaşasın Bağımsız Türkiye, Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti, Yaşasın bu uğurda ölenler ve mücadele edenler, yaşasın Gazi Mustafa Kemal’in bağımsızlık ülküsünü yükseklerde tutanlar. Ölüm hoş geldin safa geldin ) üzerinde düşünmek gerekir.
Türkiye solunun, özellikle son 20-25 yıldır, Lenin’den kaça kaça kaçacak yeri kalmadı. Türkiye orijinli devrimci mücadelenin önderlerinden Mahir Çayan’ın şu sözüyle yazıyı noktalıyorum: “ Örgütü örgüt yapan, onu kitlelere tanıtan, programlar veya yaldızlı laflar değil, devrimci eylemdir.” (Kesintisiz Devrim 3)
“Nasıl Örgütlenmeli” ile devam edecek…
(Not: Bu yazı 30 Mayıs 2014’te yazıldı.)
Hakkı Zabcı