Anadolu’da ilk büyük kopuş Anadolu Selçukluları ile
Türkmenler arasında meydana gelmişti.
Biz niçin böyleyiz (2)
İslam dünyası paramparça edilirken………
Aslında bin beş yüz demeli. Bu sürede otuz yıl bile rahat yüzü görmedik.
Anadolu’da ilk büyük kopuş Anadolu Selçukluları ile Türkmenler arasında meydana gelmişti. Fethettiği İran kültürünün etkisine giren Büyük Selçukluların devamı olarak görülen bu idarenin çöküşü Moğol istilasıyla, uzun ve çok sancılı bir süreç içerisinde gerçekleşmiştir. Ne var ki daha önce Anadolu’nun rafizi (heteredoks) geleneğine sahip ahalisini örgütleyen Babailer ülkeyi derinden sarsarak çöküşün koşullarını hazırlamışlardı. Heterodoks bir gelenek günümüzde de varlığını sürdürmekte, ancak büyük bir kafa karışıklığı içerisine düşmüş görünmektedir. Bu da şaşılacak bir şey değildir çünkü laik görünen kesim içinde de Ortodoks Sünni gelenekten tam kopmamış, hatta bunların dışarıdan örgütlenerek yaptığı katliamlara göz yummuş ve bazen de el altından desteklemiş bir grup da var olmuştur. Ama şu var ki zaman içinde hem nüfus yapısı değişmiş, hem de her kesim kendi içerisinde farklılaşmıştır. Bu değişim henüz siyasi ifadelerini tam olarak yaratamamış olup, yarattığı zaman da ayırımlar beklenen siyasi fay hatlarının üzerinde gerçekleşmeyebilir.
Aziz okurlar, gördüğünüz gibi sekiz yüzyıl öncesinin sorunları hala günceldir. Ne zaman geçmişe baksam Lord Acton’un son bin yılı güncel tarih olarak görmesini hatırlarım.
Uzun lafı özetleyen varken biz de onu özetleyelim: “Anadolu’nun sonraki yaklaşık 60 yılı… büyük bir karışıklık içinde, üzerinde meşru bir iktidar olmadan yaşanacak, ahali zorlandığı zaman ayaklanacak, dağlara, başka siyasi iktidarların alanlarına kaçacaktır. 1240-1300 yılları arasında Anadolu’da iki karşıt dünyanın çağrılarına uyan insanların mücadele ettiği görülecektir. Osmanlı beylerinin asıl başarısı iki dünyaya da uygun ve dengeleyen bir siyaset gütmüş olmalarıdır: Heterodoks dervişler karşısında son derece uysal uzlaşmacı ve halk karşısında “onlardan biri” olmuştu… Türkmen’in yaşam şartı ne şeriat gereklerine uymaya, ne de eğitim düzeyi bunun çapraşık düsturlarını anlamaya uygundu” (B. Oğuz, age. CIII. s. 170)
Osmanlılar iç ve dış baskıların yıktığı Selçukluların yerine geçmişlerdi ama bu da çok uzun bir mücadele süreci içerisinde, dağılma sürecindeki Moğolların giderayak Selçuklu sülalesinin geri kalanını imha etmesinden sonra olmuştu.
Devlet vesayetinin Türk insanının zihniyet ve kişiliğinin şekillenmesinde çok önemli yeri olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Servet ve geçim devlet kapısından veya devlet vasıtasıyla sağlanmış, kişilerin kaderi devletin yaptığı işlere ve onların devletle kurdukları bağlantılara bağlı olmuştur. Bu nedenle her şeyi devletten bekleme gibi çok kötü bir alışkanlık kökleşmiştir. Bu alışkanlığın en kötü tarafı ise kamu kaynaklarını kullananların bunlara özen göstermemesidir. İnsanlar yaşadıkları yerin sahibi oldukları takdirde buraya yatırım yapıp geliştirirler, aynı zamanda güzelleştirirler. Ama burada devlet tarafından yerleştirilmiş kişi geçici olduğu hissi içerisinde asgari olandan fazlasını yapmaz, çoğu halde onu bile yapmaz. Özellikle Anadolu ahalisinin fethedilen yerlere götürülenler (ki sayıları hiç de az değildir) bu uzak diyarlarda askerlik görevinin gerektirdiği imar ve ekonomik faaliyetlerin ötesine geçmek için neden bulamamıştır. Buralara yerleştirilen sivillerin durumu ise nadiren çok farklı olmuştur.
Anadolu ayaklanmalarının ortak noktalara kısaca bakmak gerekir. İlk husus, o çağın temel sorunu olan ağır ve adaletsiz vergilere karşı tepkinin asi liderlere çok miktarda asker sağladığıdır. Osmanlı sisteminin düzensizliği ve başarılı fetihlerin artık yapılamaz olması da işsiz kalan veya maaşı azalan birçok profesyonel askerin asilere katılmasına yol açmıştır. Bu ayaklanmaların güçlükle bastırılmış olması ve Osmanlı birliklerini birçok kez bozguna uğratmaları önemlidir. Devlet başa çıkabildiği zaman asileri katletmiş, bunu yapamadığı zaman asi liderleri tavizlerle satın alma yoluna gitmiş, aralarından bazılarını paşa yapmıştır. Öte yandan asi liderler de çoğu zaman satın alınmaya hazır bir ruh hali içerisindeydi. Onlar başlarına geçtikleri ahalinin dertlerini çözmeyi değil, onların gücünü kullanarak devletle pazarlık etmeyi ya da servet sahibi olmayı hedeflemişlerdi. Bunun en önemli istisnası ise Şeyh Bedrettin ve Börklüce Mustafa olaylarıdır ama o zaman devlet henüz yeni kurulmakta olup, üstelik fetret devrinin kargaşalığı yaşanmaktaydı. Devletin tekrar toparlanırken onlara taviz vermesi pek hiç olası değildi. Bu özel hareketin katliama uğraması kaçınılmazdı. Diğerlerinde ise katliam ve taviz ikilemi hep olmuştur.
Gerek iki Moğol istilası, gerekse de Uzun Hasan ve Safaviler dönemlerinde Anadolu’yu yurt edinmiş unsurların bazılarının devlete karşı yabancılardan medet ummaktan vazgeçmemesi ilginç durumlara yol açmıştır. Örneğin, 1402 Ankara Muharebesinde Rumeli’den gelen Sırp askerler sonuna kadar Yıldırım Bayezıd’ın yanında kalırken Türkler (ve bütün şehzadeler) işler sıkışır gibi olunca sağa sola savuşmuştur. 1243 Kösedağ Muharebesinde de Selçuklu ordusu doğru dürüst savaşmadan dağılmıştı. Anadolu isyanlarına katılanlar zaman zaman mezhep itibariyle daha yakın oldukları İran’a kaçmışlardır.
Osmanlı’nın ortodoks Sünni geleneğe bağlı olması da halkın hiç değilse bir kısmıyla yabancılaşmasını artırmıştır. Gerçi, her imparatorluk farklı etnisitelerin yanında farklı inançları da bir arada tutmaya çalışmanın sancılarını bir şekilde yaşamıştır. Bu ayrımların yaşanma biçimleri her imparatorluğun özgün yanlarından bir kısmını oluşturur. Osmanlıların farklı inançlara hoşgörü ya da en azından tahammül gösterirken İslam içindeki rafıziliğe şiddetle hücum etmeleri öncelikle Alevi Türkmen tepkisiyle başa çıkamamalarından kaynaklanır.
Bürokrasinin yönetimdeki ağırlığı, iyi ve kötü yanları birlikte taşır. İyi yanı varlık nedeni olan devlete sahip çıkması, kötü yanı ise “acil ihtiyaç dışında” pek yapıcı olmamasıdır. Bu ilişkide sonsuz kombinasyonlar ortaya çıkar. Genel olarak bakıldığında yerel yönetim geleneğinin güçlü olduğu batı ülkelerinde, mahalli güç sahiplerinin bölgelerinde daha fazla imar ve yatırım yaptıkları göze çarpar. Aksi durumda, yerel düzeyde yatırım ve iyileştirme hep daha zayıf kalmıştır. Batı ülkelerinde bürokrasi merkezi devletin bir aygıtı olarak başta egemen sınıfların ama bütünde genel kamu hizmetlerini yürütürken, Osmanlılarda sermaye sahibi bir sınıfın oluşturulması için özel gayret göstermiştir. Sonuçta bürokrasi mülk sahipliği ile birlikte var olacağının bilincinde ve genelde onlara özenen bir yapıdadır. Bürokrasi ikili yapıya sahiptir. Bir grup gücü vekaleten kullanmakla yetinmek yerinde mülk sahiplerine yaranmak, hatta onlardan biri olmak ister. Diğer kesim ise devletin (hatta toplumun) uzun vadeli çıkarlarını önde tutar.
*** *** ***
Anadolu tarihinde devamlılık ve kopuşların tespiti ve bunların hangi koşullarda meydana geldiğinin anlaşılması çok önemlidir. Bunu tetkik ederken iç ve dış dinamiklerin etkileri üzerinde de düşünme fırsatı buluruz.
Örneğin, gerek Selçuklularda, gerekse de Osmanlılarda veraset konusu daima bir istikrarsızlık kaynağı olmuştur. Her iki devlette de kimin tahta çıkacağı bin yılın büyük bölümünde devleti yöneten bürokrasi (divan mensupları ve önde gelen sivil-askeri erkan) tarafından belirleniyordu. Bu durum devlet içerisindeki farklı fraksiyonlar (ve çıkar grupları) arasında çatışma yaratıyor, grupların kendi, çıkarları için devletin ve ahalinin çıkarlarını hiçe saydıkları durumlar gerçekleşiyordu. Çoğunun derdi istikrarlı bir idare değil, kendi ikballerini sağlamaktı ve bu da devlet kaynakları üzerinde tasarruf hakkına sahip olmak (ya da bunu gasp etmekten) geçmekteydi.
Devlete yakın olmak bütün ülkelerde normal bir kişisel kazanç kaynağıdır. Ne var ki devleti yönetenler bir yandan kendi çıkarlarını kovalarken, diğer yandan da uzun vadeli bir istikrar yaratmaya ve korumaya çalışır. Selçuklu ve Osmanlılarda ise, belli dönemler ve istisnalar hariç, yönetici sınıf kendi kısa vadeli çıkarları ile devletin uzun vadeli çıkarlarını uzlaştırma yoluna gitmemiştir. Bu kötü bir mirastır. Ancak Osmanlı devletini yüzyıllar boyunca ayakta tutanlar da bürokrasinin bunlara rağmen devlete sahip çıkan kesimidir. Başka bir güç var mıydı?
On üçüncü yüzyılın ortalarına doğru, tarihin en büyük imparatorluğunu kuran Moğollar önce Harzemşahları Doğu Anadolu’ya doğru ittiler, birkaç yıl sonra da kendileri geldiler. Bu baskılar devletin kendi iç istikrarsızlığı ile birleşti ve huzursuzluk arttı. Kentlerde ahi örgütlerinde toplanan zanaat erbabı zorbalık yoluyla yağmaya başlamışken, Maraş’tan Amasya’ya kadar olan geniş bölgelerde Baba İshak ayaklanması ülkeyi derin bir sarsıntıya sürükledi. Bu durum Selçukluların Moğollar karşısında direnmesini zayıfladı. 1242’de Moğolların Erzurum’u zapt etmesini engelleyemeyen Selçuklular ertesi yıl Kösedağ’da Moğol ordusu karşısında ciddi bir muharebeye girmeden dağılıp gittiler. Moğolların Anadolu’yu yağmalamasının önünde hiçbir engel kalmamıştı. İlk yaptıkları iş vergilerle karşılanmak üzere muazzam bir haraç koymak oldu. Bunu karşılamak için devlet ricalinin bile bir kısım gelirlerine el konuldu.
Mustafa Akdağ Moğol vesayeti altındaki Selçuki sultanlığının son dönemini şöyle anlatır:
“Sırf şahsi menfaatleri için Moğollara alet olan, gerek onların gerek kendilerinin para hırsını tatmin için zulüm ve tazyikler pahasına da olsa ahaliyi soymaktan çekinmeyen Selçuki ümerasına karşı yükselen şikâyetler üzerine sultan, memleketin hükümdarı sıfatıyla sözde kendi hükümetinin adamları bulunan bu kimselere müdahale etse ya da bir ihtarda bulunsa derhal Moğollara şikâyet ediliyordu. Mesela bir adamı Niğde’yi, kendisi de ikta’ı olan Sinop’u soymakta olan Muineddin Pervane, hakkında yağan şikâyetler üzerine Sultan Rükneddin Kılıçarslan tarafından ihtar alınca, derhal harekete geçerek sultanın Moğol hakimiyetine karşı isyana hazırlandığını Moğol beylerine jurnal etmiş, neticede Selçuki hükümdarı Aksaray’a çağrılarak hain Muineddin Pervane ve Moğol kumandanının emirleriyle askerler tarafından dayak altında öldürülmüştü.” (Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, C.I, s. 71-2)
Burhan Oğuz “Türk Halk Düşüncesi ve Hareketlerinin İdeolojik Kökenleri” adlı çalışmasında (C.III, s. 161 vd.) Anadolu Selçuklularının çöküşünün Kösedağ ile değil 1240’lardaki Babai ayaklanmasıyla başladığını söylüyor. Bunun kökeninde de halk ile yöneticiler arasındaki uyuşmazlığın büyümesi yatmaktaydı.
“Müslüman Selçuklu hanedanı ile İranlılaşmış Türk ile tam ya da yeterince İslamlaşmamış göçebe Türk arasındaki uyuşmazlık dolayısıyla birincisine ‘Müslüman’ berikine ‘Türk’ ya da ‘Türkmen’ denilmiş. Yani bu sözcükler etnik değil sosyolojik anlamda kullanılmıştır. Gerçekten bu Türkmenler başka bir toplum, başka bir bütün meydana getirmişlerdi ve bunlar öbürününkilerle çatışacaklardı.”
Sonuçta, Kösedağ’da bu Türkmenler Selçuklu Sultanı’nın yanında olmayacaktı ve “Bundan (işgalden) sonra başlayacak Moğollara karşı direnişte, Moğollardan biraz daha fazla pazarlık gücü kapmaya çalışan Selçuklu sultan, vezir ve emirlerinin bir kısmı -diğerleri işbirliğine gitmiştir- artık Türkmenlerden, ahilerden medet ummamaktadır. Türkmenler Moğollara karşı dövüşürken, Selçuklularla ittifak yerine, her iki güce karşı da tek başlarına mücadeleyi yeğleyeceklerdi.”
Ne var ki bir halk direnişi olduğu için Babailerin her zaman “daha temiz” bir mücadele yaptıkları sanılmamalı. Onlar da bazen yağma, zulüm ve haksızlıktan imtina etmemiştir. Esasen işler şirazesinden çıkınca nereye gideceği asla belli olmaz.
Osmanlıların kuruluş efsanelerini bir kenara bırakalım. Her devlet kendisine böyle hikayeler uydurmuştur. Kuruluş bildirgesinin mürekkebi bile henüz kurumamış olan ABD’nin, veya Rusya’da daha önceki gün meydana gelmiş olan ihtilalin bile efsaneleri çok boldur. Bizim niçin olmasın. Tarihin yarısı efsane, diğer yarısı da efsaneleri yıkmak için yazılmış şeylerdir. Ama gene de bir şeyler bilmek zorundayız. Acaba ne biliyoruz?
Genellikle üzerinde anlaşmaya varılan bir konu, Anadolu’nun Selçuklular tarafından ilk fethinden itibaren ülke topraklarının ve doğal kaynaklarının kamu malı sayılarak devletin elinde bırakılmasıdır. M. Akdağ bunu şöyle ifade etmektedir: “Değişmez anayasa hükmü gibi en az XVI. yüzyılın sonlarına kadar yaşatılan bu prensibin doğal bir sonucu olarak da, Türkiye’nin daha kuruluşunda, devlet toplumun gidişatına göre biçimlenecek yerde, tersine toplum devletin elinde yoğrulmuş, toplumsal sınıflaşmayı geniş çapta siyasi gerekler, bu sayede biçimlendirebilmiştir. Demek oluyor ki, Türk toplumunun sınıfsal ayrışımını yaratan faktör devletin kendisi olmuş bulunmaktaydı…” (Akdağ, Türkiyenin İktisadi ve İçtimai Tarihi, CII, s. 113) Aynı tarihçi bu nedenle sınıfları toplumsal olarak değil “fonksiyonel” olarak ayrıştırdığını ifade etmektedir ki, böylesi bir ayrım elbette ki tartışmaya açık olmakla birlikte, analiz açısından yararsız olduğu da söylenemez. İmtiyazlı bir kesim oluşturan bu devlet görevlileri (ki bunlara askeriye demektedir) ya kendilerine verilen tımarlar ya da doğrudan merkezi bütçeden aldıkları paralarla az veya çok servet sahibi oluyordu. Kentlerde de, köylerde olduğu gibi mülklerin önemli bölümü devlete ya da vakıflara aitti. Geri kalan kent arsaları ve bağ-bahçeler ise nispeten marjinal kalmıştır. Ayrıca imparatorluk büyüdükçe çok farklı toprak ve mülkiyet rejimleri bir arada bulunmuştur. Ama vurgulanması gereken husus ekonomik ve sosyal hayatın devletin etrafında dönmesidir. Bundan sonrası, yüzyıllar boyunca bu kamu mülklerinin -çoğu zaman yağmalanmak suretiyle- paylaşılması, özel mülk haline getirilmesinin tarihidir. Bu sürecin 21. yüzyılın başlarında eşi görülmemiş bir şekilde hızlanması ise uzun bir tarihin sona ermesine şahitlik etmemize neden olmuştur. Bu aynı zamanda bürokrasinin etkinliğinin kırılması açısından da çok köklü bir değişime işaret etmektedir ki, buna bakış açısına göre bir “devrim” ya da “karşı-devrim” denilebilmektedir. Tercih sizin, ama halen Anadolu topraklarında büyük bir dönüşüm, belki de bin yılın en büyük dönüşümünün yaşandığına kuşku yoktur.
Çok iyi hatırlanacağı gibi, Osmanlı devleti ilk iki asırlık hayatı boyunca esas olarak Rumeli’de genişlemiş, Anadolu’da karşılaştığı sorunları asla çözememişti. Yani esas kaynağına hakim değildi ki pekala çok yaman bir çelişkidir. (Bunun çok uzun sürmüş olması daha da ilginçtir. Hatta en ilginci durumun hala sürüyor olmasıdır.) Muhtemeldir ki, Rumeli’de güç kazanmadıkları taktirde, Osmanlılar hiç bir zaman Anadolu’ya hakim olamayacaklardı. Anadolu onları kabul etmemiş, daima isyan halinde olmuştu. Demek ki “halk karşısında onlardan biri gibi olmaları” çok uzun sürmemiş, Selçuklu hanedanının başına gelen onlar için de tekrarlanmıştı.
Fatih İstanbul’u aldığı zaman Osmanlı topraklarının dörtte üçü Rumeli’de, sadece dörtte bir Anadolu’da idi. Osmanlı devletinin her zaafında öne çıkan ve onların hasımlarıyla işbirliğine giden Karamanlılar meselesi ancak II. Bayezıd devrinde çözülmüş, Anadolu’nun büyük bölümlerinin Osmanlılara bağlanması ise I. Selim (Yavuz) tarafından gerçekleştirilebilmişti. Ne var ki bu İstanbul’a bağlanmak bu topraklara huzur getirmemişti. Hatta öyle ki, daha Yavuz hayatta iken, (1511 Şahkulu ve 1512 Nur Halife isyanlarından sonra 1519 yılında Tokat dolaylarında Şeyh Celal isimli birisi ortaya atılarak kendisini yoksulların kurtarıcısı ilen etti ve kısa sürede etrafına 20.000 silahlı adam topladı. Osmanlının güçlü dönemiydi. Celali adı verilen bu isyan bastırıldı ama aradan birkaç yıl geçtikten sonra 1525 yılında İçel sancağında Şah Veli ve Baba Zünnun, Adana’da Domuz Oğlan, Tarsus’ta Karaca Bey ve ayrıca Kara İsalı ile Veli Halife ayaklanmaları olacaktı. 1526’da Kanuni Mohaç ovasında Macarları perişan ederken Anadolu kan ağlıyor, Kalender Çelebi ayaklanması başlıyordu. Bunların listesi uzundur. Celalilerin devamı olan ayaklanmalar arasında Cennetoğlu, Kara Haydaroğlu, Katırcıoğlu, Gürcü Abdülnebi sayılabilir. 16. yy sonları ve 17. yy başlarında Karayazıcı, Deli Hasan, Canbuladlar, Kalenderoğlu asi liderler arasında daha bir öne çıkanlardır.
Osmanlı devleti kimilerinin safça inandığı gibi Anadolu’da dirlik ve düzenlik kuramamış, bu nedenle isyanların biri bitmeden diğeri başlamıştır. Osmanlılar giderek Türkmenlerden uzaklaşıp kapıkulu bürokrasisine dayandıkça çelişkiler derinleşmiş, onların Timur’dan Uzun Hasan’a, hatta Safavilerden medet umar hale gelmelerine karşı bir politika geliştirilmemiştir.
Osmanlı niçin Anadolu’da düzen konusunda beceriksizdi? Devletin fetihlere bağımlı askeri yapısı kuşkusuz ki bunda çok önemlidir. Fetihler sürerken nüfus fazlası yeni yerlerde koloni oluşturmak üzere yeni topraklara yönlendiriliyor ya da genişlemenin birçok ihtiyacı içerisinde istihdam buluyordu ama bu dönemlerde bile Anadolu muhalefetten hiç vazgeçmemiştir. Osmanlı ile Türkmenlerin yolları çabuk ayrılmıştır. Burada yaman bir çelişki var. Türkmenler bir imparatorluk aristokrasisi çıkaramadıkları, böyle bir geleneğe sahip olmadıkları için, Türk devletleri ya Selçuklularda olduğu gibi kısmen Acemlerden, ya da Osmanlılarda olduğu gibi ağırlıkla Hıristiyan devşirmelerden oluşturdukları kapıkulu bürokrasisine dayanmak zorundaydı. Bu bürokrasinin halkın sorunlarına karşı hassas olduğu söylenemez. Hatta ve hatta Cumhuriyetin Türk bürokrasisi bile aynı geleneği tam olarak terk etmemiştir. Cumhuriyeti kuran ve birçok temel hizmeti getiren CHP de bu tarih geleneğin devamı çerçevesinde “devlet partisi” olarak Anadolu’dan daima tepki almıştır. Öte yandan bu tepki haksız değildir çünkü esas itibariyle devlet partisi olarak davranırken mülk sahibi sınıflar içerisindeki hiyerarşiyi hemen her tutumuna yansıtmıştır. Daha sağda görünen partiler Anadolu halkının tarihi tepkisini çok rahat bir şekilde kullanabilmiştir. Aslında CHP ile (DP-AP-Anavatan-AKP) çizgisi arasındaki en önemli fark, CHP’nin kamu kaynakları üzerinde biraz daha hassas davranırken ikinci grubun kamu kaynaklarını çok daha büyük ölçüde yağmalatmasıdır. DP döneminde meralar, sulak alanlar ve kent arsalarıyla başlayan bu yağma giderek artmış, AKP döneminde doruğa çıkarak akarsular ve ormanlar dahil tüm kamu varlığını kapsar hale gelmiştir. Dini motifler bu oyunda sadece ikinci derecede bir araç olarak kullanılmıştır.
Anadolu halkının “daha sağda” görünen (sadece “sağ” diyemiyoruz çünkü sol yoktu) partilerin peşine takılmasının esas nedeni bu yağmadır. Ancak bu önemli sonuçları olan bir gelişmedir. Anadolu halkı bugüne kadar çok uzun süre kriz içerisinde yaşamıştır ama her seferinde kamu kaynakları sayesinde bir şekilde toparlanmıştır. Bankalar dâhil bütün KİT’lerin, akarsuların, iletişimin, madenlerin ve akla gelen daha birçok şeyin özel ellerde toplandığı ve bunların çoğunun yabancılara ait olduğu bir Türkiye, acaba gelecekteki (kaçınılması olanaksız) krizlerde ne yapacaktır? Geçmişte askerini ve işçisini satanlar acaba o zaman nesini satacaktır?
Osmanlıların sadece bir fetih devleti olarak görülmesi genellikle rahatsız edicidir ama dağılan Selçuklu yapısının toparlanmasını sağlayacak olan gücün üstün bir savaş yeteneğine sahip olması gerekiyordu. Bu ancak iyi örgütlenmiş bir devlet yapısıyla sağlanabilirdi. Bu devleti kuranlar Orhan, Alaattin Bey ve Murat Hüdavendigardır. Osman bu devleti hayal bile edemezdi. Ne var ki, Anadolu’da her kesimden insan küçümsenmeyecek kadar uzun bir süre Selçukluların meşru mirasçısını Karamanlılar olarak görmüştü. Bu beklentiyi yıkacak kadar güç toplamak zorunda olan Osmanlılar batıya, daha doğrusu Rumeli’ye açılarak bunu başardılar. Anadolu’nun nüfus fazlasını Rumeli’ye aktarıp, bir nevi kolonileştirdiler ama bunlar arasında Türk ve İslam kültürüne geçen Rumlar da az değildi. Kurumlaşma gereği arttıkça Hıristiyanlardan daha fazla devşirdiler, ya da gönüllü katılanları kullandılar. Vergi ve asker gerektikçe de tabana baskıyı artırdılar. Bu durum Türkmenlere yabancılaşmaları sonucunu doğurdu. Durum hep kötüye gitti.
Osmanlıların sosyal yapısındaki zaaflar Avrupalılar tarafından daha I. Ahmet devrinde pek iyi tespit edilmişti. Buna rağmen 17. yy boyunca Osmanlı devleti Avrupalılar ile başa baş mücadele etti. Dışta çöküş 18. yy’da başladı. Ama iç çöküş daha 16. yy’da başlamıştı. Avrupalılar Hıristiyanları, İranlılar da Anadolu’nun heterodoks mezheplerini daima beşinci kol olarak kullandılar. Devlet buna rağmen yüzlerce yıl daha direndi. Bu direnişi sağlayan Osmanlı bürokrasidir. Bu yüzyıllar boyunca askeri bir bürokrasi olmuştur ki en iyi göstergesi 17. yy’da bile devletin sefere çıkarken tüm üst makamların asli kadrolarının ordugâhta olması, her birisinin yedeğini (kaim-makamını) geride bırakmasıdır. Bürokrasinin gücü kamu mülkiyeti üzerindeki tasarrufundan geliyordu. Bunun iyi ve kötü yanları vardı ama sonuçta Türkler ancak bu sistemi üretebilmişti. Şimdi bin yıla yakın süredir devleti ayakta tutan bürokrasi ve sistemin temeli olan kamu mülkiyetiyle birlikte tasfiye ediliyor. Bu tasfiyenin biçimi olayın pek hayırlı şekilde gelişmediğini gösteriyor, çünkü komplolarla ve yağmayla birlikte gerçekleştiriliyor. Yurttaşların ortak varlıkları haraç mezat elden çıkartılıyor. Bunun ekonomik sonuçları hiç kuşkusuz ki vardır ama esas olarak siyasi amaçla yapılıyor. Sonumuz hayır ola! Varlıkları yabancı sermayenin ve işbirlikçilerin eline geçmiş bir halkın mücadele yürütmesi çok daha zordur. Atalarımızın iyisiyle kötüsüyle kurduğu bin yıllık düzen çatırdamaktadır.
*** *** ***
Kontra punctus:
SON HESAPLAŞMA MI?
Bir toplum ya da bir inanç tarih sahnesinden silinmedikçe son hesaplaşma yapılmış sayılmaz. Aslında bu bile kuşkuludur. Roma imparatorluğunun son hesabı kapatıldı mı? Tartışılabilir. İnkaların hesabının kapatıldığı bile söylenemez. Tarihin kapanmış sayılan defterleri tekrar açtığı kaç kere görülmüştür. Günümüzde Meksika köylü direnişçileri Aztek figürleriyle, Yahudiler Kanaan ülkesi üzerindeki 2.500 yıllık iddialarıyla ortaya çıkmıyor mu? Şiiler -her ne kadar bunların tezleri çok başka şeylerin yerine konulmuş sembollerse de- Kerbela’nın hatırasıyla boğuşuyor. Ortodoks kilisesi patrikliğini arıyor. Belki tarihin esrarlı -sanatçı ve savaşçı- halkı Etrüsklerin hesabı kapanmış olabilir. Bilebildiğim kadarıyla bilim adamları dışında onların defterlerini karıştıran yok.
Bugün ülkemizde görülen hesaplar buzdağının görünen kısmı bile değildir. Çoğu TC vatandaşı neyin hesabının görüldüğünü bile anlamıyor, ya da anlamazlıktan geliyor. Kaldı ki bizde öyle eski hesapları görme alışkanlığı pek yoktur. Görülen, bizim üzerimize yapılan başka hesaplardır. Vekilleri aracılığıyla yürütüyorlar.
1000, hatta 1500 yıllık tarihimize bakınca istikrarsızlığımızın birçok nedenini görüyoruz. Sürekli farklı kültürlerle karşılaşıyor, onları sindirmeden yeniden başka etkilerle yoğruluyoruz. İslam kültürünü yüzeysel olarak aldık. Kendi sentezimizi yapmadığımız için daima ikilik konusu oldu. Daha doğrusu Sünni gelenek ne Türklerin Aleviliğini ne de Sünni ritüellerin dışında nefes alma alanı yaratmak isteyen ve İslam’ın bir başka Türk yorumu olan Bektaşiliği kerhen kabul etti, aslında sadece tahammül etmek zorunda kaldı, bazen edemedi. Kimi zaman da sarhoş Bektaşi ile komikleştirip önemsizleştirme yoluna gitti. Mevleviliği bile ancak içini boşaltarak vitrin süsü olarak rafa koydu. Bunların üzerine gelen batı kültürü işleri büsbütün karıştırdı ve esasen felsefesiyle değil, pratik halleriyle benimsendiği için istenilen zihin gelişmesini yaratamadı. Geçmişimizi ararken herkes bir başka yanı görmezden geldi. Kimisi Anadolu’nun has uygarlıklarını reddetti, kimisi de İslamiyetin şu veya bu yorumunu. En büyük trajedilerimizden birisi Anadolu’nun Rum ve Ermenilerini yitirdikten sonra Sünni bağnazlığın ve ayrılıkçılarının batının denetiminde güç kazanmasıdır. Bu topraklar Hector’un, Mithradiedes’in, Nika isyanındaki kan banyosunun, boğdurulan şehzadelerin, yollarda telef olan asker ve sürgünlerin, gözü kin bürümüşlerin darağacına gönderdiği insanların, faili meçhullerin lanetini yaşıyor.
Tüm bunlarla gerçek bir hesaplaşma yapılamıyor, çünkü kini olanlar yabancıların yedeğine girdikçe geçmiş de günlük siyasete alet ediliyor. Zaten gerçek hesaplaşma nedir ki? Hesabını zorla kabul ettirenin tezlerinden başka bir şey değildir. Bu nedenle görülmeye çalışan her hesap, yüzyıllar boyu kapanmayacak yeni defterler açıyor.
Son zamanlarda en çok merak ettiğim konulardan birisi belli İslami kesimlerin niçin bu kadar çok işbirlikçi çıkardığıdır. Gerçi Haçlı Seferleri sırasında da böyle bir eğilim göze çarpmıştı. Birçok topluluk Haçlı baskısına ve zulmüne uzun süre boyun eğmişti. Bu anlamda o kadar şaşırtıcı değil ama geçmişte örneklerin olması tecessüsümü zail etmiyor. Acaba dinlerin kurumsallaşma biçimlerinin bunda etkisi olabilir mi? Merkezi bir hiyerarşiye bağlı olmakla gevşek bir ilişkiler ağı arasındaki fark mıdır? Yoksa işin özü inançta değil de o inançlara sahip olan toplumların farkı mıdır? Her halükarda, işbirlikçilerin batının yenidünyada İslam âlemine ikinci hatta üçüncü sınıf toplumlar seviyesinde bir yer ayırma girişimlerini görmemiş olmaları imkânsızdır. Müslüman kimliğinin bu alışverişte kazanması olanaksızdır. O halde işbirlikçiler ne kazanıyor?
İŞBİRLİKÇİLER NE KAZANIYOR?
Çok yıllar önce (ben de bir zamanlar çocuktum), İzmir’e gittiğimiz bir yaz komşu azınlıkların sohbetine şahit olmuştum. Biri iş anlatıyor, diğeri ikide bir soruyordu “Ne kazanazaksin ?” Yıllar geçti. İstanbul’da iki komşu (matbaa) işyerinin sahipleri Çarşamba günü ciddi bir kavga ettiler, Cuma günü ise kapının önünde samimi sohbete dalmış kahvelerini yudumluyorlardı. Çok şaşırdığımı görenler “sen de öğreneceksin ticarette küslük olmaz, herkesin herkese ihtiyacı vardır” diye beni aydınlattılar. Diplomaside olmadığını biliyordum ama ticarette olmadığını da böylece öğrenmiş oldum. Sonraları siyasette de olmadığını anladım. Bu nedenle ticaret ve siyasetle iştigal etmiyorum. Olanları yok saymak kolay değil ama bunu yapamamanın eksikliği tamamen bende. Hiç değilse kusurlarımı biliyorum.
79. sayının sonunda “en çok yağmalatan en çok oy alır” ve bunun devamı olarak da “en çok yağmalatan en çok dış destek sağlar” gibi iki önermeyle bitirmiştik. Aslında işin özeti bundan ibaret. Gerisi ayrıntıdır (ama ayrıntılar kimi zaman çok önemli olabilir – o başka şey). Ülkeyi iç ve dış yağmaya açmanın ekonomik kazancı tüm değerlerden üstün tutulmaktadır. Bunların yurt veya din sevgisi göstermeliktir. Marşlar söyleyerek yurtseverleri katledenler ve ilahilerle insan yakanlara göz yumanlar ve tüm yakın tarih boyunca solcuları tasfiye edenler günümüzdeki azgın gericiliği ve teslimiyeti hazırlamışlardır. Aralarında ne yaptığının, daha doğrusu girmiş oldukları yolun nereye çıkacağının farkında olmayanlar (“onlara ne desek”ler) de vardı belki ve bunlara acımaya gerek yoktur. Bilinçli işbirlikçiler yaptıklarının ödülü olan iktidar nimetlerini kaptılar. “Onlara ne desek”ler ise çırak çıkıp ortada öylece kalakaldılar. Kullanılanlar yerlerini yenilerine bırakmak zorunda kaldı. Bırakmakta direnenler cezalandırılıyor. Bunda hukuk aramayın. Gizli işgalin gerekleri yerine geldi. Tabii bu arada biz de çırak çıktık, çok bilmiş havamıza bakmayın, her şey dağılırken elimiz böğrümüzde, aval aval bakıp kaldık. Yanlış yerden başladıkça tıkanıp kalıyoruz. Bunun birçok nedeni olabilir. Öncelikle zihin ayarlarımız bozuk olabilir. Mark Twain “zihninizin odağı bozuksa doğruları göremezsiniz” demiş. Biz her zaman görmek istediklerimizi görüyoruz. Birçokları daha fazla hayal dünyasında yaşıyor. Onlara göre iyi sayılabiliriz, daha iyi görüyoruz ama yeterince iyi değiliz. Halka da olduğundan daha fazla iyilik atfettik. Bu Fransız İhtilalinden kalan bir yanılgıydı. Solcular olarak halkın adına (dolayısıyla kendilerini meşrulaştırmış olarak), onlardaki potansiyel iyiliği yüzeye çıkararak politika yapacaktık. Meğer kazın ayağı öyle değilmiş. Bu bizim hüsn-ü kuruntumuzmuş. Aramızda bunu keşfedenler olmuş ama bize söylemeden oyuna devam etmişler. Aklın sayısız kademesi var. Ortalarda bir yerde olmak yetmiyor. Solcuların en büyük zaafı akıllarını teorilerin cenderesine koymalarıdır. Ayrıca tekil akıllar de yetmiyor. Kolektif aklın oluşturulması gerekir. Kolektif akıl dehayı yener, ortalama aklı çok rahat yener. İspatını her yerde görüyoruz.
Daha başarılı bir kültürle karşılaşan her halk ikiye ayrılır. Bir kısmı işbirliğinden kazanç umar, diğerleri tepki gösterir direnir. Vaktiyle Romalılarla karşılaşan her halk bunu yaşamıştı. Şimdi Amerikalılar karşısında benzer bir ayrışmaya uğruyorlar. Yukarıda, bunun Anadolu ahalisine hiç de yabancı olmadığını gösteren örneklere değinmiş bulunuyoruz. Moğollara yardakçılık edenlerden işgal altındaki mütareke İstanbul’una kadar bu kadar köklü bir işbirlikçilik geleneğine sahip olan ülkemiz için olup bitenler hiç şaşırtıcı değildir. Şaşırtıcı olan benim ve bana benzeyenlerin saflığıdır. Teslimiyetin bu kadar yaygın olacağını ve solun da büyük bölümünü kapsayacağını öngörememişiz. Demek ki zaten siyaseten yetkin değilmişiz. Bu kadar büyük hata affedilmez. Hata bile denemez, kategori dışı denir. Bir süre ancak amatör kümede oynarız.
KAZANMAK VE KAYBETMEK…
Bunları tanımlamak gerekir. Kim kazanıyor, ne kazanıyor, hangi süreçte, süreçler nasıl tanımlanabilir, vs…
Öncelikle şunu belirtelim. Kazanmanın haklı veya haksız olmakla, veya iyilik-kötülükle ilgisi olmuyor. Kazananlar, giriştikleri mücadeleyi akılcı, sistemli, kararlı, kapsamlı, istikrarlı ve sürekli bir şekilde yürütenler arasında çıkıyor.
Bakın, bugün iktidarda olanlar, yürüyüşlerine 1950’lerin ilk yıllarında başlamışlardır.
Onların yürüyüşlerini görüp uyaranlar oldu. Dikkat çekenlerin bir kısmı bu nedenle öldürüldü. Kimse gafil avlandık diyemez.
BÜROKRASİNİN EZİKLİĞİ ve DURUM ÜZERİNE ÖNEMLİ BİR NOT…
Bürokrasinin iç ve dış sermaye karşısındaki ezikliği yenilgisinin nedenlerinden birisidir. Yenilgiden kastımız bürokrasinin bir kesim olarak toptan yenilgisi değil elbette. Bunun anlamı da yok. Yenilip tasfiye olanlar iç ve dış güçler karşısında tam teslimiyete razı olmayanlardır. (Bu tasfiye aşamalar halinde meydana gelmiştir). Diğer kesim bir yandan sürekli olarak solcuları ve yurtseverleri tasfiye ederken, kendisine düşman olanların kendi içerisinde yuvalanıp güç kazanmasını seyretmiş, birkaç adım atmış ama kararsızlığı sadece hasımlarını daha fazla cesaretlendirmekten başka bir işe yaramamıştır. Keza mülk sahipleri karşısındaki ezikliği nedeniyle, geçmiş on yıllar boyunca rejimin çürümesini engellemek bir yana, buna çok büyük katkıda bulunmuştur. Böylece bin yıldır Anadolu’yu ayakta tutan bir kuvvet olarak değerinin (ve itibarının) çok büyük bir kısmını yitirmiş, ayrıca kamu mallarının iç ve dış yağmasına göz yumarak halkın gelecekteki mücadele olanaklarını azaltmıştır. Tarımı yıkılmış, akarsuları satılmış, her şeyi yağma edilmiş bir halkın zor günlerinde çekilip toparlanması nasıl olacak. Hâlbuki geçmişte, birçok büyük askeri, siyasi ve ekonomik felaket karşısında bunu yapabilmişti.
Bürokrasinin bir başka büyük hatası da giderek serpilen yeni gücü küçümsemesiydi. Gerçi şu kesin. Emperyalizmin desteği olmadan bunlar iktidara gelemezlerdi ama bu bahane olamaz, tam tersine gaflet ve hıyaneti artırır. Kaldı ki bu kesim ekonominin ve devlet işlerinin günlük idaresinde hiç de tam yeteneksiz olmadığını göstermiştir. En azından eski rejimi çürüten kadrolardan çok daha yetenekli ve kararlıdır.
Şimdi, bürokrasinin süngüsünün düşmesine sevinmek mi gerekir yerinmek mi? Bu biraz da alternatifinin ne olduğuna bağlıdır. Etrafta ne gibi alternatifler var. Ya da ülkenin sokulduğu yolun dışında gerçek bir alternatif var mı? Bu bizim kaderimizi belirleyecek. Tüm bunlar bir boşlukta olmuyor. İslam dünyasının dört yandan sıkıştırılıp ülkelerin giderek emperyalizmin denetimine sokulduğu bir ortamda bu gelişme daha önemli oluyor. Türkiye’ye yirmi sene önce asla yaptıramayacakları şeyler vardı. Şimdi paşa çocuk oldu, ne denilirse yaramazlık yapmadan uyguluyor. Yaramazlık yapanları da şikâyet ediyor. Bölgede sınıf mümessili olmayı umuyor ama nafile. Sadece kendi zararına kullanılacak.
Ülkemiz solcularının bir kısmının geçmişte kaderlerini bürokrasiyle ittifaka bağladıkları ne yazık ki bir vakıadır. Bunu engelleyemezdik. Zaten lafımızı dinletecek gücümüz de yoktu. Sadece bu konuda temiz olmanın vicdani rahatlığı içindeyiz. Tabii, bu onların aslında pek de solcu olmadıkları anlamına da gelmektedir. İşler ilerleseydi de sonları tasfiye olacaktı, sadece ilk adımda oldular o kadar. Şimdi de çoğu solcu kaderlerini yeni iktidarın iyi niyetine bağlamış durumda. Onların kaderleri de diğerlerine bel bağlayanlardan farklı olmayacak. Sadece süreçler daha karmaşık olabilir. O kadar.
Mehmet Tanju Akad