Search
Close this search box.

21. Yüzyıl İçin Planlama IV. Kurultayı’nda Neler Konuşuldu?

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Prof. Dr. Bilsay Kuruç önderliğinde Ankara Üniversitesi Rektörlüğü ve SBF işbirliğiyle Rektörlük 100. Yıl Salonu’nda 23 – 24 Ekim 2014 tarihleri arasında yapılan 21. Yüzyıl İçin Planlama IV. Kurultayı’nda “Orta ve Uzun Dönem İçin Eğitimde Esaslar”, “Bilim Dünyasında Türkiye’nin Yeri Ne Olabilir”, “İstihdamın Yapısı Nasıl Değişmeli? Kadın Emeği”, “İmalat Sanayinde Bugünden Yarına Öneriler”, Sanayinin Finansmanı”, “Türkiye Ekonomisi İçin Bir Büyüme Önerisi ve Planlama Sorunu”  başlıkları altında, Dr. Niyazi Altunya, Dr. Faruk Yarman, Prof. Korkut Boratav, Prof. Dr. Kasım Karakütük, Özlem Yüzak, Orhan Bursalı gibi değerli akademisyenler ve gazeteciler bildiri sundu, dinleyicilerle tartışmalar yapıldı.

Anafikir olarak okurlarımıza, ilk gün katılabildiğimiz oturumların bazı konuşmalarını not aldık. (Kurultay konuşmalarının tümü Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Araştırma ve Uygulama Merkezi tarafından yayınlanıyor.)
ERDAL EREN: Planlama kavramı vizyon kelimesiyle unutturulmaya çalışılıyor. Nesnel, bilimsel ve toplum yararına bir planlama ancak bilimsel yöntemle olabilir. Bu da ancak akademik formasyonla mümkündür. Oysa geçen gün vatanın gözyaşlarını dindirmek için M. Kemal’in peşinden gitmiş SBF’nin kütüphanesine dek polis girmiştir. Bu 35 yıldır ilk kez olan bir şeydir. Bilimde tek tip düşünme olmaz. Öğrenci için de öğretmen için de böyledir bu. Çağdaş Türkiye’yi böyle ancak kurabiliriz.
PROF. DR. BİLSAY KURUÇ: 20. yy.’da ders var. 20 yy.’daki kuşaklar ilk kuşaktılar. Bunlar çarpışarak ve ölerek gelen bir kuşaktı. Yeni bir dünyayı getirmek için gelen bir kuşak. Biz şimdi 21. Yüz yılı kuracak kuşaklar için emaneten konuşuyoruz. Teknik yeni bir dünyaya geçmenin sırlarını taşıyor. Yeni bir dünya kuracaklar için aynı zamanda bol bol oyuncak sunuyor. Yaman bir çelişki. Yeni bir çağa, toplu, çetin ve yeni bir kavrayış kapasitesiyle geçilebilir. Topluma dogmaları yerleştirmek isteyenler güçlense de gelişmenin diyalektiği izin vermez. Ama toplum gelecek için hiçbir şey yapamamanın sancılarını çeker. Üniversiteler bilimselliğin mücadelesini yapamayacak olsalar da algılamayı sürdürme mecburiyeti var.

21. yy. tarihte ilk kez has bilim çağı olacaktır. Ampirik bilgi birikiminin yerini artık bilimsel bilgi birikimi alacak. Toplumlar bunu başaramazsa acayip bir yaşam biçimiyle eriyip yok olacaklar.

Bir yetkili ağız halkımızın yaratıcı olamayacağını ve ancak ara eleman yetiştirme kapasitesinde olduğunu söyledi. Türkiye maalesef ara bir bölgeye sıkıştı. Yarı sanayileşmiş iri ekonomi tıkanmıştır.

Ara bölge, bir yönüyle kafaların karıştığı bir bölgedir.

Plancılık aklı evvel kişilerin işleri sıraya dizmesi değildir. Toplum ancak kolektif aklın gücüyle kendini aşabilir. Toplumun kendi iradesiyle kendini aşması yükseklere gitmesidir.

Biz bunu 20. yy.’da Cumhuriyet’le öğrendik. 20. yy.’da yükseklerde yer alamadık. Ama var olabildik.

Ancak 21. yy.da orta irtifada kalarak durumu idare etmek gerçekçi olmaz. Çünkü bizden başka da 21. yy.’a kendilerini taşımış olanlar. Şimdi iş daha çetindir.

Topyekûn bir enerji seferberliğiyle ancak bu sıçrama yapılabilir.

Piyasanın, bazı ayrıcalıklı iş adamlarının enerjisiyle ol(a)maz. Planlama zorlukları aşan bir süreçler bütünüdür.

Bilimin 21. yy.’a girmek diye bir sorunu yoktur. Toplumun da olamaz. 21. yy.’da insan her şeyin merkezi olacaktır. Bilimin öğretici değeri büyüyecektir.

Bugün Türkiye’de akıl kolektif değil, akılsızlık kolektifleşmiştir. Bilimin önünü kapatan en önemli engeldir.

Türkiye’de bugün genç kuşaklar yegâne büyük kayıptır. Yine Türkiye’nin en ciddi sorunu reel insan tablosundaki açıktır.
Emek 21. yy.’da en büyük değer olacaktır. Temel insan haklarını biliyoruz. Ancak halkımız bilimin önemini biliyor mu? Yeniçağda nasıl yaşayacağını biliyor mu?

PROF. DR. KASIM KARAKÜTÜK: Planlama dünyada ilk kez 1928 yılında SSCB’de 5 yıllık olarak yapıldı. 1929 yılında kapitalist merkezlerde de büyük bunalım sırasında yapılmaya başlandı.

Planlamayı uygulayıcı ikinci ülke biziz. Bu konuda deneyimliyiz. 1950 yılında ise 5. Sanayi planı yapıldı. 1961’de resmen DPT kuruldu. Bu göstergeler planlamanın ancak devletin işi olduğunu gösteriyor. 1980’li yıllarda 24 Ocak kararlarıyla planlamada nitelik değişikliği görüyoruz. 80’den sonra da bugün de planlama var ama 60’lardaki gibi sosyal bir amaç için yapılmıyor; bugün planlar değil piyasalar korunuyor.

Bir ülke geleceğini planlamıyorsa geleceğini bilmeyecektir. İnsanlar hayal ederler ve bu hayallerine ancak böyle ulaşırlar. Devletler de böyledir. Planlar devletlerin hayalidir.

Bu nedenle 4. Kurultayımızı “İnsan ve Planlama” olarak yapmaya karar verdik. Hepinize teşekkür ederim.

DR. NİYAZİ ALTUNYA: Önce şunu söyleyeyim, eğitim mutlak iyi bir şey değildir. Eğmek, bükmekten gelir. Eğitim insanın aklını özgürleştirmek için yapılmalı. Oysa köreltmek için de yapılabilir.
Çağdaş eğitimde aklı özgürleştirmek baş amaçtır. Şanslıyız, Cumhuriyet milli egemenliği kabul ederek aklın özgürlüğünü sağlamıştır. 1919’da başlayan süreç 1921’de kabul edilen ilk anayasamızda 1. Madde olarak egemenlik milletindir olarak kabul edilmiştir. Bu anayasa büyük oranda yalnızca bu madde için yapılmıştır.

1921’de yine Ankara’da maarif Şurası toplanmıştır. Bu şuranın açılış konuşmasını yapmak için cepheden kalkıp özel olarak gelen Atatürk 1.5 sayfalık bir konuşma yapmıştır. Konuşmasına, ulusal eğitim “şarktan ve garptan” (emperyalizmden ve dogmalardan) gelen etkilerden arınmış bağımsız/ulusal bir eğitim olmalıdır demiştir.

2000’li yıllara dek bu anlayış uygulamadaki bazı aksaklıklara karşın şöyle ya da böyle başarıyla uygulanmıştır.

1924’de Orta Tedrisat Muallim Kanunu nedeniyle yaptığı açıklamada Atatürk, Tevfik Fikret’in dizesinde yola çıkarak, “Cumhuriyet sizden fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür nesiller istemektedir. Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” demiştir.

Eğitim en temel haktır. Vatandaş ancak bu hakkını kullanarak diğer haklara ulaşabilir.  Eğitimi devlet tüm vatandaşlara sağlar.
TC başlangıçta bir öksüzler cumhuriyetidir diyebiliriz. Öksüz kalmış çocukları eğitmiş bunlardan yüzlerce bilim insanı sanatçı yönetici çıkmıştır. Sonra köylere yönelmiştir. İlköğretim için sıkı bir plan yapılmış ve uygulanmıştır. 1955 yılında okulsuz köy kalmayacak gibi…

Eğitim, parasız, nitelikli öğretmenler eliyle, sağlıklı bir eğitim ortamında yapılmalıdır.

Bugün Türkiye’de 1 milyona yakın sokak çocuğu var. Bunlar eğitilmemiş çocuklar demektir. Bu nedenle eğitime yeterince ödenek ayrılmalıdır. Türkiye’de cari açık değil aslında insan açığı vardır. Kaynak yok değil; bu bir tercih nedenidir.

Cumhuriyetin ilk yıllarında da para sıkıntısı vardı ama para ayırıyordu.

Bugünkü yaklaşım okulların özel okullara yönlendirilmesi, bunun özendirilmesidir. Bu devlet okulları itibarsızlaştırılarak yapılıyor.

Almanya’da geçen yıllarda tek bir özel üniversite açıldı ve kapatıldı. Kapitalizmin merkezi ülkede eğitim hep devletin kurumlarıdır. Gidişat iyi değil. Bugünkü paralı özel üniversiteler 1972’deki özel okulların durumuna düşüp devletin kucağına düşebilir.

Özel üniversiteler Anayasaya bal gibi aykırıdır.

Okullarda çocuklar içecek temiz su bile bulamıyor, parayla alıyor. Din adı altında okullarda ideolojik propaganda yapılıyor. Okullar çok kalabalık; yönetilemiyor. Kutu kadar yerde okul yapılmış, bahçe yok.

“Muallimler nasılsa okullarda aynıdır”. Bu nedenle Cumhuriyetin bir öğretmen yetiştirme modeli vardı. Bu model 1960’lardan sonra gözden düşürülüp bugün üniversitelere kakalandı. Üniversiteler bu yükün altında ezildi. Eski deneyimlerimizle yeniden çok iyi öğretmen yetiştirme modellerine girebiliriz.

Öğretim sistemimiz çok batılı. İyi kötü bir sistemimiz vardı alt üst edildi. Bu çocuk gelinleri getirdi işte.

İsveç’te altı yıl çocuklara karne verilmez. Bizde çocuklar test/ödev yükü altında eziliyor.

Eğitimde laikleştirme önemliydi. Aslında yalan söylüyorlar, 1925’de Talim terbiye din derslerini program dışı bırakmıştı. Ailelerin isteğine bırakmıştı. Bunların elinden bugün İslamiyet kurtarılacak hale geldi.

Şimdi ne yapılmalı? Cumhuriyetin ilk yıllarındaki yurtseverlik duygusuyla özveriyle seferber olunmalı. O ruh yaratılmalı.

DOÇ. DR. SERDAL BAHÇE: Bologna reformu süreci eğitimin düzenlenmesine uluslararası bir çıpa-bağlayıcılık oluşturmak amacıyla başlatıldı.

Türkiye’de en zeki çocuklar sosyal bilimlere yerleştirilecek yerde mühendisliğe, bilgisayarcılığa filan yönlendiriliyor.

Hemen mezun edelim gitsinler anlayışı hâkim. Önemli olan istihsal edilebilecek işgücü yaratmak. Öğrencilere ders yükü yıkılıyor. Açıklık, şeffaflık gibi cafcaflı sözlerle yapılıyor bu.

Bu süreç, Avrupa üniversiteleri, karşılaştırmalı diploma, paydaş katılım, mütevelli heyetleriyle yönetim ve bu heyet işverenlerden oluşacak, bilgi artırmaktan çok beceri ve yetkinlik verilecek, idari ve mali açıdan özerk olacak, diyor. Kendilerine finans kaynakları yaratmalıdırlar diyor. Bu para getirmeyen bölümlerin kapatılması anlamına geliyor. Başta DTCF olmak üzere…  İngilizcenin hegemonyasını dayatıyor. Sınav sayısını artırıyor. Düşünerek öğrenme ortadan kaldırılıyor. Harçlar artıyor.

Bu planın karşısına başka bir planla çıkmalıyız. Paralı eğitimin mutlaka durdurulması gerekiyor.

PROF. DR. NURETTİN ABACIOĞLU: Üniversiteler 1980’de başlayan neoliberal salgıya uygun yapılar haline getirildi. İnovasyona, teknoparklara entegre üniversite işbirliği retorikleri geliştiriliyor. Bilimin dünyayı algılama felsefesini değiştiriyor. Bilim teknolojiyle ilerlemek zorunda ama bilim hangi ellerde… Sistemin kendini varoluş aracı olarak kullanılıyor. Var olan sistem kendi eksikliğini sürekli üretmektedir. Eski planlamacı devletin sosyal ayağına denk düşen süreçler çoktan geçti. Dışa bağımlı bir sanayi, taşeronlaşmış bir işçi sınıfı, kafası karışık aydınlara sahip bir ülke…

Oysa Türkiye inanılmaz güzellikleri içinde taşıyor.

ORHAN BURSALI: Planlama en etkileyici şeydir. 1930’ların ruhu bir anlamda 1960’lara taşınmıştı. 68-70’lerden sonra bence planlama bitti. Fakat etkisi uzun sürdü. Eğer etkili doğru şeyler yapmışsanız kalıcı olur. Türkiye bugün bu damarın üzerinde duruyor.

Bilim insanlarının gerçeğiyle ülkenin bilim ihtiyacı ne kadar örtüşüyor, tartışılır. Ancak Türkiye’nin en başarılı alanları kamu kurumlarının yatırım ve girişimleridir; elini taşın altına koyan hep devlet olmuştur. Örneğin savunma sanayii…

DR. FARUK YARMAN: HAVELSAN genel müdürüyken 2011’de niçin tutuklandım niçin serbest bırakıldım ben de daha anlamış değilim.

Uzgörü ve yenilikçilik… Anlamadınız değil mi? Şimdi söylersem anlarsıınız sanırım… Vizyon ve İnovasyon! Yabancısını söyleyince ne oluyorsa…

İlkçağ düşünürlerinden bu yana tarih boyunca uhrevi bilgiyle dünya bilgisinin çatışması var. 20. Yy. başında inanç dünyasıyla düşünce dünyası arasında büyük fark oluştu.

Bilginin kesinlik iddiası olmamalıdır, yoktur. Devamlı tartışmaya, gelişmeye açıktır. Bugün arkaik kafada insanlarla günümüz toplumunu yönetmeye kalkışanlar var ve de yönetiyorlar. Tabi arkasına emperyal büyük güçleri alarak. Yönetiyorlar çünkü güçlüler öyle istiyor.

Küreselleşme diye bir şey yoktur. Küreselleşiyoruz lafları arasında gerçeğe bakınız herkes aslında kıtasallaşıyor. Nafta, AB, Şanghay vs..

Toplum artık mavi yakadan beyaz yakaya geçiyor. Arkaik bir üniversite anlayışıyla bugünün pazarında bilim yapılmaz. Mezar taşınıza prof yazar; o kadar…

Çağımızda artık kendi teknolojinizi üreteceksiniz. Batı bize kaba üretimi yaptırıyor… Onlar teknolojik ürünler üretiyor. Türkiye başkalarının tasarladığı ürünleri başkalarının parasıyla üretiyor. Hepsi bu.

Oysa araştırma-sanayi-taahhüt-Pazar-marka… Bu bütünü yaratmak gerekiyor…  Bunu başarmak için de toplumu buna kültürel olarak hazırlamak gerekiyor… Bunun için de özgür birey olmalı… Çinlilerin bir sözü var, gemiyi yüzdüren de batıran da sudur, diye. Toplumu deniz olarak düşünmeliyiz.

Beni geçende çağırmışlar astroloji toplantısına.. Astrolojiye inanıyor musun inanmıyor musun diye… İnansan ne olur inanmasan da astroloji orada duruyor zaten…

Türkiye buradan çıkar ama yirmi yıl sonraki gençler ne yapar bilmiyorum… İşleri zor.

PROF. DR. METİN GER: Türkiye’nin bilim dünyasındaki yeri bir adım daha ileri gitmeyecektir yakın gelecekte. Hele bu üniversitelerle… Anadolu insanı hiç bilime katkı yapmayı kendine iş edinmemiştir. Cumhuriyet öncesi bir tek Barbaros kardeşler gemilerin rüzgâra karşı gitmesini kolaylaştıran mekanizmayı buldular 70 yıl Akdeniz’e hükmettik… Batılılar işi çözünce egemenliğimiz de gitti…  Cumhuriyet sonrası da yalnızca hazır teknolojiyi getiriyoruz…

Sadece deney yapıyor ve gözlüyoruz. Üniversitelerin başına çöreklenen bu anlayış. Atıf endekslerindeki sayıya odaklanmışız… Varsa yoksa bu… Bizim gibi çevre ülke olmayan büyük ülkeler yaratıcılık ve sorgulama ile ilgileniyorlar. Diğer işi bize ihale etmişler anlaşılan.

Bizde üniversiteye gelen gençlerimiz hazır gelmiyor, görüyoruz. Ortaöğretimde büyük sorunlar var. Bologna süreciyle de zaten bizi mahvettiler…

ÖZLEM YÜZAK: Tarihte hep kimsesiz kızlar hizmetçi olmuş.  19. yy’da hizmet sektörünün gelişmesiyle de tezgâhtar, danışma memuru, telefon filan hep kadınların işi olmuş. Fransa’da kadınlar ilk kez üniversiteye kabul edilmiş, ama imparatoriçenin desteğiyle. O da, ‘üniversiteye giden erkeklerin yanındaki kız’ olarak anılarak.

Bütün bunları okuyunca Mustafa Kemal’i yaptıklarının daha iyi anladım. Ama kadınlarımız bugün bunun farkında değil.

Kadınların bugün işgücüne katılma oranı, 1988: % 36.1, 2000: % 26.6, 2005: 23.3.

BM’de Japonya başbakanı Genel Kurulda kabineye beş yeni kadın bakan aldığını açıkladı. 3 milyar dolar kadınlar için ödenek ayırdığını açıkladı. Çin’de Hindistan’da CEO kadın sayısı erkeklerden fazla ve çok başarılılar. Türkiye’de de kadın CEO çok, dünyada ikinciyiz. Çalışma hayatında kas gücüne bağlı erkek egemenliği azalıyor.

YILDIRIM KOÇ: Türkiye’de sanılanın aksine kaçak işçi sayısı çok değil. On yılda 5.2 milyondan 13.9 milyona çıktı sigortalı işçi sayısı. Hızla işçileşiyoruz. Kent küçük burjuvazisi, esnaf gittikçe işçileşiyor. 10 milyondan 17 milyona çıktı işçi bayımız. Kent ve kır küçük burjuvazisinin tutuculuğu böylece sona eriyor. Türkiye’de giderek sayısı azalan kesim kendi başına iş yapanlardır. Kırsal kesimde hızla mülksüzleşme var. Tütün üretimi çöktü, hızla kentlere göçtüler, işçi sınıfına katıldılar. Şekerpancarı üretimi 492 bin tondan 140 bine düştü. Şekerpancarı üreticisi giderek tasfiye oluyor. Şimdi 25 şeker pancarı fabrikası da özelleştirilecek.

Köylülük bu tasfiyelere direnemez. Ancak sınıf olarak işçi sınıfı direnebilir. Kentlerde küçük esnaf da tasfiye oluyor. İşsizlik Türkiye’de artmıyor. % 20’lik işsiz sayısı var bu da normaldir. Eğitimli işsizlik giderek hızla yayılıyor. Çalışma Bakanlığı eskiden çalışma izni pek vermezdi 8 binden 40 bine çıkmış verdiği izin.

Halk hızla mülksüzleşme sonucu işçi sınıfı saflarına katılıyor. İşçi sınıfının bilinçlenmesi için biraz daha zaman geçmesi gerekiyor. Türkiye hızla işçileşiyor. İşçi sınıfının Türkiye’de önemli işler yapacağı döneme giriyoruz. Elindekini kaybeden mücadele eder. Asgari ücretli mücadele etmez. Sınıf bilinci, siyasi bilinç, sendikal bilinç ayrı ayrı şeylerdir.

DR. SERHAN ÖNGEL: Türkiye’de tatil günü her yerden çok lafı bir efsanedir. Tatil günümüz fazla değildir. Dünyada en çok çalışan ülkelerden biriyiz.  Çalışanlarımızın % 42’si haftada 50 saatin üzerinde çalışıyor. % 24’ü 60 saat. 72 saat çalışan kesimler de var. Emeğin milli gelirden aldığı pay en düşük % 31.8.

ESER PİRGAN MATUR: Büyümeyi sürdürmede tasarrufların önemi büyüktür. 2002-2007 yıllarında büyük kaynak bulma olanağına kavuştuk. Ama artık iç kaynaklara dönmek zorundayız. Tasarruflar büyümede finansman için önemlidir. Tasarruflar en üretken olan ülkelere akar. Yüksek ve istikrarlı uzun dönemli kalkınma hedeflerine ulaşmak için iç tasarruflara ve dış borçlara yaslanıyoruz. Ancak uluslararası planda ekonomik dalgalanmalarda cari açık vermek durumunda kalıyoruz.

Bunun için esas yurtiçi tasarruflara dayanmalıyız. İç tasarrufumuz 1998’de % 24.3’deydi. Bugün 13.4’e düştü. Hane halkı özel tasarrufta da gerileme var.

Bunun nedeni, enflasyondaki düşüş ihtiyati tasarrufları durdurdu. Reel faizler düştü. Tasarruf getirisini azalttı. Likidite borçlanma kısıtlaması gevşetildi. TL’nin değerlenmesiyle ithal ürünler cazibeli hale geldi.

Alınan borçlarda sanayi yatırımlarının oranı çok düşük. Sermaye girişiyle yatırımlar arasındaki ilişki ancak % 20 kadar. Peki giren para nerede? Kore sanayileşmesini tamamladıktan sonra hizmet sektörüne girmiş. Biz ise sanayileşmeden hizmet sektörüne girdik.

Hem politikacılar hem kamuoyu bunun bilincinde olmalı birlikte davranmalı. Tüketimi aşağı tasarrufu yukarı çekecek tedbirler alınmalı.

PROF. DR. ERİNÇ YELDAN: Türkiye’den başka 50 yıl düşük orta halli gelir seviyesini korumuş Bulgaristan ve Kosta Rika’dan başka ülke yok. Türkiye’nin bütününde eğitim ortalaması 6.5 yani ilkokul seviyesinde. Eskişehir ve Ankara yalnızca ortaokul seviyesinde. Türkiye ilginç göstergeler göstermeye başladı. Sanayileşme ve demokratikleşme matriksi nereye gidiyor? Hizmetler sektörü aldı başını gidiyor. Sanayi düşük bir eğride. İnşaatta hafif bir yükseliş var. Tarımda artış var istihdamda. Kaynakların tarımdan sanayiye akması gerekirken sanayiden tarıma akıyor. İşçi ücretlerinde bir durgunluk var. 2011’in üçüncü çeyreğinden beri üretkenlikte durgunluk görülüyor.

Eski ve aynı şeyleri sürekli üreten bir ekonomiyiz. Yeni kazanan sektörler yaratılmalı.

GÜLAY DİNÇEL: 1950-2012 verilerine göre imalat sanayi üretim artışı GSYH gelişim hızının gerisinde kaldı. İmalat sanayimiz düşük teknolojiyle çalışıyor. Orta yüksek teknoloji de yok. Gelişmiş ülkeler yüksek teknolojili üretim yapıyorlar. Ancak Türkiye sıçrama potansiyeli de taşıyor. Düşük teknoloji deneyimi yüksek teknolojiye geçişi sağlayabilir. Elbette planlamayla ve politikacıların çalışmalarıyla.

Ahmet Yıldırım

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir