O zaman da ciddi bir kafa karışıklığı vardı… ama iyisiyle, kötüsüyle bütün bu deneyleri değerlendirerek gelecek nesillere aktarmak boynumuzun borcudur…
mtakad@anafikir.gen.tr
12 Mart’ın üzerinden tam 41 yıl geçmiş. Bunun anlamı konusunda ilk andan itibaren bir kuşkumuz olmadı. Ama önemini eksik değerlendirdiğimiz anlaşılıyor, etkilerinin toplumu ne kadar derinden etkilediği yıllar geçtikçe daha iyi görülüyor. Bu vesileyle size o günlere ait (ve konuyla yakından ilgili) bir anımı aktararak başlamak istiyorum.
5 Mart 1971 günü bizim okulun (ODTÜ) yurtlarında meydana gelen büyük çatışma nedeniyle eğitime süresiz ara verilmesini izleyen günlerde, ara sıra Ankara Hukuk Fakültesi’nde Anayasa Hukuku derslerini izlemeye gider, aynı zamanda arkadaşlarla sohbet ederdim. O tarihte bütün okullara rahatlıkla girebiliyor, anfilerde ders dinlenebiliyordu. Dönemin büyük konuşma üstadı Bülent Nuri Esen’i izlemekten keyif alırdım. Ama bazen derse Coşkun Üçok gelirdi ve ona rast gelmeyi pek istemezdim. 12 Mart günü bomba gibi Türkiye’nin tepesine düşen ve siyasi yapıyı altüst eden meşhur “muhtıra”dan sonra anayasa hukuku daha da ilgi çekici bir alan haline gelmişti. Her neyse, geçmiş gün, tam hatırlamıyorum ama Mart’ın sonlarına doğru bulutlu bir Ankara günüydü. Yağmur ha yağdı ha yağacak. O gün anfi oldukça kalabalıktı ve derse mesut bir yüz ifadesiyle Coşkun Üçok girdi. Sınıfa müjdesini verdi. Nihat Erim’in kabineyi kurmakla görevlendirdiğini söyledi. O anda tıklım tıklım dolu olan (arkada ayakta kalanlar vardı) ve muhtemelen benim gibi sınıfa dışarıdan girmiş başka kişilerin de olduğu anfide muazzam bir alkış ve sevinç dalgası esti. Donup kaldım. Askeri bir yönetimin kurdurduğu hükümet için çoğu solcu olan kitlenin bu kadar sevinmesini aklım almamıştı. Dersten sonra yürüyerek Kızılay’a dönerken son derece üzgün ve şaşkındım. Daha akıllı olmasını beklediğim kitlenin bu sevincinin boş olduğunu ve çok uzun ve acı dolu bir sürece girilmekte olduğunu biliyordum elbet. Ama beni üzen geleceğinden emin olduğum baskı dalgası değildi (on sekiz yaşın devrimci romantizmi içerisinde heyecan verici çok uzun bir mücadele beklentisi ağır basıyordu). Bu baskılara karşı mücadelede yer alacağını beklediğim kitlenin büyük aymazlığı idi. Boş yere bekledikleri reformist cuntanın gelemeyeceği, gelse de zaten asla reformist olamayacağını değerlendirmekten bu kadar aciz olmalarını aklım almıyordu.
Bir hafta sonra Birinci Erim Kabinesi geldi. Bir ay bile geçmeden niteliği tam anlaşılmayan olaylar, sıkıyönetim, sürdürülmeye çalışılan direnişler, balyoz operasyonları ve toz duman arasında kaynayan sözde reformlar. Mart ayında Erim’in ilk başbakanlığını alkışlayanlar, acaba yılın sonunda İkinci Erim kabinesi açıklandığında neredeydiler ve ne düşünüyorlardı. Sonradan aydınlanmışlarsa, ya da sıkıyönetimin coplarıyla aydınlatılmışlarsa, bunun bir yararı olmuş muydu acaba… 1970’e kadar Türkiye’de ciddi bir birikime ulaşmış olan emekten yana ve yurtsever kişiler (ki bunlar genellikle ülkenin kendi alanlarındaki en iyi uzmanlarıydı) mesleki yeteneklerine bakılmadan bütün kamu kurumlarından ve üniversitelerden sistemli bir şekilde uzaklaştırıldılar. Türkiye’ye egemen olanlar ülkeyi ileri götürebilecek büyük bir birikimi burada harcadılar (arkası gelecekti). Eğrisine doğrusuna da bakılmadı. Bu, Türkiye’deki bağımsızlıkçı ve ilerici potansiyelin etkisizleştirilmesi yolundaki ilk büyük adım oldu. Bu baskı ve tasfiyeler 1973 sonrasında ilerici-bağımsızlıkçı akımların tekrar fışkırmasına engel olmadı ama bu kez ortaya eskinin, adeta Lunapark aynalarında çarpıtılmış bir manzarası çıkmıştı. Sol hareket içerisine fokoculuktan etnik ayırımcılığa kadar çeşitli garabetler girmiş, kim olduğu belli olmayan sözde liderler abuk sabuk akımlar ortaya çıkarıp –o zamanlar kabaca saydığım, hatırımda kaldığı kadarıyla- 60’a yakın grup ve grupçuk oluşmuştu. Muhtemelen daha fazladır. (Keşke sosyolojik bir araştırmaları yapılsaydı, her şeyi daha iyi anlardık. Kendi adıma kabul ederim ki bunlara daha geniş bakabilmeli, garipsediğim veya ne olduğu belirsiz akımlara öfkeyle uzak durmak yerine, onların kafa yapılanı oluşturan veya yönlendiren faktörleri biraz daha derinden anlamaya çalışmalıydım).
Durumun tamamen farkında olan bir grup insan vardı elbette ama onların çabaları bu çarpıtılmış akımlar seli karşısında etkili olamadı. Bu kadar dağınıklıktan düzgün bir şey çıkma olasılığı çok zayıftı. Nitekim çıkmadı. Çıkabilirdi, ama bunu yapacak, en kısa ifadesiyle, siyasette maharet sahibi bir ekip oluşamadı. İyi niyetli birçok kişi de bu arada heba olup gitti. İşin bir başka yanı, iyi niyetlilerin genellikle siyaseti pek sevmemeleri, siyasi cambazlık sevenlerin de iyi niyetli olamamasıydı. Düzgün bir siyaset bunların hiç değilse bir kısmını toplayabilirdi. Gerçi o dönemde sol hareketler dünyanın her yanında çözülme halindeydi ve bu da Türkiye’deki dağınıklık manzarasının ortaya çıkmasında belli bir paya sahiptir. Ayrıca 12 Mart rejimi ilerici hareketlerin karşısına dışarıdan kontrol edilen sivil görünüşlü cinayet şebekelerini de çıkartmış, bunların işledikleri tekil cinayetler süreç ilerledikçe toplu katliamlara dönüşmüştü. Gelişmeleri herhangi bir tek faktöre bağlamak olanaksızdır. Ama siyasi tecrübenin olmaması en önemlilerinden birisidir. Bize gelince, nesillerdir çekilen sonsuz acılarla elde edilen tecrübeleri değerlendiremez ve en azından gelecek nesillere aktarmayı başaramazsak affedilmeyi hak etmeyiz. Bütün bu kayıpları boş yere vermiş olamayız. Böyle bir şeyin izahı olamaz.
12 Mart döneminde sağda veya solda herkesi olduğundan daha akıllı ve hazırlıklı sanıyorduk. Her iki tarafta da olayların akışında kapılıp sürüklenenler daha fazlaydı. Sağcılar kullanıldıkları ve yönlendirildikleri için durumları daha kolay açıklanabilir. Solcuların durumu ise daha karmaşık analiz gerektirir. 40 yıldan fazladır, kimi zaman daha yakından, kimi zaman biraz daha uzaktan kim olduklarını ve ne düşündüklerini anlamaya çalıştım. Ezici çoğunluğun karmaşık sorunlara karşı zihinlerinde hazırlıklı olmadıklarını gördüm. 12 Mart’da değillerdi, 12 Eylül gelirken de değillerdi. Ama 1980’e yaklaşırken bunu artık biliyordum. Bilmem hiçbir şey fark ettirmedi. Diğer bilenler de bir şey yapacak durumda değillerdi. Bundan sonrası hep yokuş aşağı idi ve yıllar geçtikçe sağcıların yanı sıra artık solcuların daha büyük kısmı yönlendirilmeye başlanmıştı. Solcuların aklı karıştı diyenlere, “40 yıl önce de öyleydi” diyebiliyorum. Bu çok acı bir şey. Akıl karışıklığının tersi, solcuların birçok şeyi çözümlemiş oldukları anlamına gelmez. Bazı temel değerlerine sahip olmaları anlamına gelir. Sorun bunları yitirmiş olmalarıdır. Emek mücadelesinin yerine ayırımcılığı, bağımsızlık mücadelesinin yerine teslimiyetçiliği koymuş olmalarıdır.
Bir başka sorun da, on yıllar birbirini kovaladıkça geçmişin giderek daha çarpıtılmış bir manzarasının inşa edilmesidir. Adeta bir avuç genç adam değirmenlere karşı hücuma geçmiş gibi bir imaj yaratılıyor. Onlar sonuçta buzdağının görünen kısmıydı. Bağımsızlık ve demokrasiyi ciddiye alan geniş kesimler vardı ve bunların hepsi sosyalist de değildi. 12 Mart bu potansiyelin tümünü ezmeyi amaçladı. Yoksa bir grup Dev-Genç’liden o kadar korkacak değillerdi. Zaten söz konusu potansiyel olmasaydı kimse o kadar öne çıkmayı aklından geçirmezdi. 12 Mart’ın başlayıp bitiremediği işi 12 Eylül devraldı. Türkiye’nin yapısını ve yönelimini değiştirdiler. Bunun için her şeyi göze almışlardı. Bedeli herkes sırayla ödüyor. Daha da ödenecek.
Mehmet Tanju Akad