AKP’nin gerici düzeni yıkılmadan iktidar olunmaz- Mehmet Ali Yılmaz

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

Altılı Masa, halkın somut ihtiyaçlarına ve ülkenin karşı karşıya olduğu yakıcı sorunlara cevap üretecek alternatif bir iktidar kurmayı mı hedefliyor, yoksa AKP’nin uzantısı gibi görünecek, idare-i maslahatçı bir iktidara razı mı olacak? Önemli olan bu soruya verilecek cevaptır.

AKP iktidarı karşı-devrimci düzenini korumak için her yola başvurmaktan kaçınmıyor. Seçim yaklaştıkça iktidar çevrelerinin gerçekleri gizleme, gelişmeleri saptırma, yargıyı siyasal amaçları için kullanma faaliyetleri giderek yoğunluk kazanmaktadır. Bütün bu toplumun gözünü boyama ve kandırma kampanyalarına karşın halkın çoğunluğunun AKP iktidarının gerçek yüzünü görmeye, temelde kimin iktidarı olduğunu anlamaya başladığını söyleyebiliriz. Ancak seçim gününe doğru giderken bu iktidar alicengiz oyunlarını ve demagojik çarpıtmalarını daha da arttıracak, amacına erişmek için devlet gücünü çok daha yoğun biçimlerde kullanacaktır. Bize düşen en belirgin görev, bu tek adam yönetiminin emperyalizmin, iktidar çevresinde çöreklenmiş bir avuç sermayedarın ve Taliban kafasındaki Ortaçağ kalıntılarının hizmetinde, halkın ise tam karşısında olduğunu bıkıp usanmadan topluma anlatmak, muhalif güçleri, eleştiri hakkımızı koruyarak, desteklemek olmalı.

Her şeyden önce, Saray çevresinin tüm yanıltma çabalarına karşın, unutulmaması gereken gerçek; AKP’nin kuruluşundan beri temelde emperyalist kapitalizmin bir uydusu ve bu sistemin Avrupa’nın doğusu-Asya’nın batısıyla ilgili politikalarının uygulayıcısı olduğudur. Bu gerici partinin iktidarıyla emperyalist politikaların Batıdaki sahipleri arasında zaman zaman çelişkili görüntüler ortaya çıksa da belirleyici olan temel siyasa, emperyalizmle yürüttükleri işbirliğidir. Halkın kanını emmek için kurulan oligarşik yapı; emperyalizm, yerli tekelci sermaye, devletin soyulmasıyla zenginleştirilen yandaş sermaye kesimi ile tarikat sermayesinin ve diğer yarı-feodal güç odaklarının ittifakından oluşmaktadır. Tek adam rejimi de bu gerici ittifakın koruyucusudur. Ülkeyi talan etmekte, halkı soymakta uzlaşan bu çelişkili ittifakın üyeleri arasında daha çok pay koparma kavgasından kaynaklı uyuşmazlıkların olması kimseyi yanıltmamalı.

AKP’nin kuruluşundan itibaren emperyalizmle işbirliği içinde olmasının nedenleri vardır. Bu bağımlılığın ilk nedeni iktidar olmak ve bunun garanti altına alınmasıydı. Erdoğan’ın daha başbakan olmadan önce Beyaz Saray’a gidip teslimiyetini bildirmesinin, 1 Mart Tezkeresi’nin Meclis’e sunulmasının, neo-liberal ekonomi politikasının en haşin şekilde uygulanmasının, BOP Eş Başkanlığı’nı kabul edişinin ve Suriye’nin parçalanması için harekete geçişin altında ABD güvencesine duyulan ihtiyaç yatar. ABD emperyalizmi, Türkiye’de “ılımlı İslamcı” bir yönetimin işbaşında olmasını Büyük Ortadoğu politikaları yönünden uygun bulduğu için AKP’yi tercih edip destekledi. Emperyalizmin bu desteğinden cesaret alan AKP iktidarı, ülke içinde, kumpas davalarının açılmasını sağladı, Gezi direnişine gözü dönmüşçesine saldırdı, tüm grevleri ve diğer hak arama eylemlerini yasaklamaktan geri durmadı, tek adam rejimine geçmeyi göze aldı, laiklik başta olmak üzere Cumhuriyet Devrimlerini yok etmeye çalıştı ve bu operatif eylemlerle karşı-devrimci bir rejim kurmayı hedefledi. Bütün bu saldırı ve gerici politikalarla kurulmak istenen siyasal İslamist düzen, emperyalistlerin bölgede hakimiyetlerini sürdürmek için dayattıkları hegemonyacı siyasetle uyum içerisindedir. (Bu düzeni kurmak için, aralarında devlete hakim olma kavgası çıkana kadar, FETÖ ile işbirliği yaptılar.)

AKP’nin tek adam rejimiyle, emperyalist devletlerin Türkiye’de, 1918-22 yıllarında,  Osmanlı saltanatının son kalıntılarıyla birlikte kurmaya uğraştıkları manda rejimi arasında temelde büyük benzerlikler vardır. Her iki rejim de emperyalizme bağımlı, şeriatı ve tek adam yönetimini esas alan, millet egemenliğini ve kuvvetler ayrılığını yok sayan sistemlerdir. Bu sistemlerde yabancı ve yerli büyük sermaye çevrelerinin çıkarları esastır ve halka sürü, mürit gözüyle bakılır. Sosyal hayatta tarikat ve cemaatlerin belirleyici olduğu bu gerici sistemlerde yargı, eğitim, kadının toplumdaki yeri gibi konularda şeriatçı anlayış belirleyicidir. Bu açıdan bakınca emperyalizmin her halükarda tek adam rejimini, güçler ayrılığına dayalı demokratik, laik, sosyal hukuk devletine tercih ettiğini söylemeliyiz. Bu nedenle ABD ile AKP iktidarı arasında zaman zaman ortaya çıkan çelişkiler, temeldeki uyumu ortadan kaldıracak kadar önemli şeyler değildir ve bu yüzeysel sorunlar kimseyi yanıltmamalı. Bunlardan daha derin çelişkileri, çatışmaları ABD’deki Cumhuriyetçilerle Demokratlar arasındaki siyasal mücadelede de görmekteyiz. Çıkarlar söz konusu olunca bütün bu çatışmaları geri plana attıkları da bilinen bir şeydir.

AKP’nin emperyalizme bağımlılığının tarihsel özelliğini biraz daha kurcalamakta yarar var. Bu parti, Birinci Paylaşım Savaşı sonrasındaki emperyalist işgale karşı direnen Kuvayı Millicilere karşı isyan eden işbirlikçileri, Milli Kurtuluş Savaşı sonrasında saltanatın ve hilafetin kaldırılmasını, Devrimleri hazmedemeyen gericileri, Cumhuriyet karşıtlarını, “keşke Yunan kazansaydı” diyecek kadar zıvanadan çıkanları haklı bulanların, onları savunanların kurduğu bir siyasal örgüttür. Bu partinin önde gidenleri, Cumhuriyet devrimlerini yok etmekle, emperyalizmin Cumhuriyete karşı yüz yıllık kinini kendi kinleriyle birleştireceklerini ve bu uluslararası güçlerin Ortadoğu politikalarına uyumlu “Yeni Türkiye”yi de kurmuş olacaklarını düşünmekteydiler. “Yeni Türkiye”den kastettikleri şey ise emperyalizmin kuklası, neo-Abdülhamitçi bir istibdat rejimiydi. Kurdukları bugünkü sistem işte budur.

AKP yöneticilerinin koptuğu Milli Görüşçülerin emperyalist devletlerle ilişkileri dolaylıydı. Bu dolaylı ilişkiyle ülkemizde karşı-devrimi gerçekleştirmenin zorluğunu 28 Şubat sürecinde anlayan AKP kurucu liderliği, emperyalist güçlerle doğrudan işbirliğinin zorunlu olduğuna inandılar ve ABD ile sağladıkları ilişki içinde partilerini kurdular. Bunu dinci kesimin bazı kanaat önderleri de itiraf ettiler. AKP’nin dinci DNA’larına Amerikancılık ve büyük sermaye yandaşlığıyla birlikte laiklik başta olmak üzere Cumhuriyet devrimleri, kadın hakları, demokrasi ve sol düşmanlığı sinmiştir.

Yüz yıldan fazla bir geçmişe uzanan (çok daha eskilere de gitmek mümkün) bu gericilik hareketi yirmi yıldır ülkemizi ve halkımızı sadece ekonomik ve siyasal olarak değil ideolojik olarak da büyük bir geriliğin çukuruna itti.

AKP’nin tek adamcı faşist yönetim anlayışının içerdeki ideolojik dayanağı, Türkiye sağcılarının idolü sayılan Necip Fazıl Kısakürek’in “İdeolocya Örgüsü” isimli kitabındaki sayıklamalarıdır. TBMM’ni ve Milli İrade’yi reddeden Necip Fazıl, 101 seçkinden oluşan “Yüceler Kurultayı”nı Millet Meclisi’nin yerine ikame etmeyi düşünmekteydi. Ona göre bu kendilerinden menkul kurulun üyeleri “halkın değil, Hakkın seçtikleri” kişilerden oluşmalıydı. Bu atanmış kurultay, kendi içinden “Başyüce” ismini verdiği tek adamı seçecekti ve Necip Fazıl’a göre, “Kurultayın seçtiği ‘Başyüce’ devlet reisidir”. (Age, s.287, 288, Büyük Doğu Y.)

Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde yürütülen Ulusal Kurtuluş Savaşı’mızın başlangıcında hayat bulan Millet Meclisi’ni ve onun temel şiarı olan “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” özdeyişini yok sayarak yerine dinci faşist bir kurul atayan ve bu kuruldan bir reis seçtiren Necip Fazıl, Erdoğan’ın gençlik yıllarındaki idolüdür. 24 Haziran 2018 Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde Erdoğan yaptığı bir konuşmada bu demokrasi ve halk iradesi karşıtı görüşleri savunarak aslında tek adam yönetimi hakkındaki gerçek düşüncelerini açığa vurmaktadır. 11.5.2018 tarihli Sabah Gazetesinde bu konuşma şöyle yer almaktadır:

“24 Haziran seçimlerine ilişkin kongrede önemli mesajlar veren Erdoğan, konuşmasının son bölümlerinde okuduğu Necip Fazıl Kısakürek’in ‘Gençliğe Hitabe’si dakikalarca ayakta alkışlandı. Recep Tayyip Erdoğan’ın gençlik yıllarında önemli bir yer tutan Necip Fazıl Kısakürek, Cumhuriyet döneminin en önemli şairlerinden biri olarak kabul edilir. (Bence önem verilecek bir şair de sayılmaz.)

‘Dininin, dilinin beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin dâvacısı bir gençlik…

Halka değil, Hakka inanan, meclisinin duvarında ‘Hakimiyet Hakkındır’ düsturuna hasret çeken, gerçek adâleti bu inanışta bulan ve halis hürriyeti Hakka kölelikte bilen bir gençlik…’ ” kby. (*)

İşte AKP Genel Başkanı’nın gerçekte özlediği ülke ve kölelik düzeni…

Yalnız sorunumuz bu kadarla sınırlı değil, bu konuda Altılı Masa’yı oluşturan liderlerin bazılarının yanlış düşüncelere sahip oldukları anlaşılıyor.

Ekrem İmamoğlu’nun İçişleri Bakanı’nın söylediği kötü bir söze verdiği karşılığı YSK’ya karşı söylediği iddiasıyla açılan “ahmak davası”nın tarafsız ve bağımsız olmayan bir mahkemenin haksız-hukuksuz bir şekilde mahkûmiyetle sonuçlandırması üzerine Altılı Masa liderlerinin 15 Aralık 2022’de İstanbul Saraçhane Meydanı’nda yaptıkları mitingde DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan, “Necip Fazıl’a, Halide Edip’e zulmedenlerle mücadele” edeceklerini söyleyerek yanlış bir düşünceyi ortaya koydu.

Öncelikle İmamoğlu’na verilen cezayı Necip Fazıl’a yapıldığı söylenen “zulümle” karşılaştırmak yanlıştır. Bu söz Necip Fazıl’ın CHP iktidarında hapse girişi üzerine söylenmişse bu eksik bir bilgiye dayanır. Necip Fazıl, sadece CHP iktidarları döneminde ve 27 Mayıs sonrasında hapse girmedi, Türk sağcılarının ve Altılı Masa liderlerinin çoğunun yere göğe sığdıramadıkları DP iktidarı sırasında da hapis yattı. İmamoğlu’nun kendisine söylenen “ahmak” sözüne aynı sözle karşılık vermesi, hapis cezasının yanı sıra siyaset yasağıyla da karşılık buldu. İmamoğlu’na verilen hukuksuz cezayı asıl facia haline getiren yan siyaset yasağı konulmasıdır. Yukarıda gördüğümüz gibi halkın iradesini tamamen yok etmeyi amaçlayan görüşleri savunan Necip Fazıl’la, Milli İradeyi temsil eden İmamoğlu’nu ve aldıkları cezaları aynı düzlemde ele almak bir kafa karışıklığıdır. Bu arada Ali Babacan’ın sahiplendiği Necip Fazıl’ın 12 Eylül faşist darbesinden sonra cuntayı destekleyen yazılar kaleme aldığını da hatırlatalım. Kendi yayınladığı “Rapor 13,1980” adlı broşürde 12 Eylül darbesi için övgü dolu ifadeler kullanmıştı:

“Bir iç darbe değil, iç şahlanıştır. İsyan değil, ıslâh…”

Necip Fazıl’ın cuntanın liderine seslenişi ise şöyleydi:

“Diyarbakır’da ‘Şeriatin kestiği parmak acımaz’ diyen Devlet Başkanı (Kenan Evren), Şeriatı ‘hak ve hakikat’ mânası dışında kullanmış olmayacağına ve ayrıca ‘Anarşiyi kökünden temizlemedikçe gitmeyeceğiz’ dediğine göre, gerçek Müslümana düşen vazife, ona şöyle cevap vermektir: Dediklerinizi yapın da, başımızdan hiçbir an eksik olmayın!..”

Erdoğan’ın ideoloğu Necip Fazıl’ın saçma sapan, demokrasi karşıtı olduğu kadar faşizm destekçisi bu düşünceleri savunulmaz ancak protesto edilir.

Babacan’ın yapmaya çalıştığı gibi Halide Edip üzerinden Atatürk dönemini eleştirmek de yanlıştır. Halide Edip, Amerikan mandasını savunduğu için Sivas Kongresinde Atatürk ile düşünce ayrılığı içinde olmasına karşın Kurtuluş Savaşı’nda onun yanında yer almış bir yazardır ve hiçbir zulümle de karşılaşmamıştır. Halide Edip, Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra eşi Adnan Adıvar’ın Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluşunda yer alması üzerine iktidar çevresinden uzaklaşmıştır. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılmasından sonra kocası Adnan Adıvar ile birlikte Türkiye’den ayrılıp İngiltere’ye kendi istekleriyle gitmişlerdir. 1939 yılına kadar 14 yıl boyunca yurt dışında yaşayan Halide Edip Adıvar’ı 1939’da İnönü yurda çağırır.

***

Saraçhane Mitinginde yapılan konuşmaların üzerinde durulması gereken bir başka konu da 1950’li yılların DP’sinin Altılı Masa’nın sağcı partilerinin başkanları tarafından döne döne övülmesidir.

On yıllık DP iktidarının en belirgin özelliği, Türkiye’yi “Küçük Amerika” yapacağız diyerek ABD emperyalizminin yeni sömürgesi haline getirmesidir.

14 Mayıs 1950’de yapılan seçimle iktidara gelen DP, seçim sisteminin anti-demokratikliği nedeniyle, oyların yüzde 54.9’una karşılık milletvekillerinin yüzde 85.6’sını alarak iktidar oldu. Bu iktidar büyük toprak sahipleri, bir kısım eşraf ve yeni burjuvazinin iktidarıydı ve bu üçlünün halk kesimlerini peşlerinden sürüklemeleriyle oluştu. DP iktidarı özellikle 1954’ten sonra parlamenter sistemlerde işletilmesi gereken iktidar-muhalefet ilişkileri düzenini sağlıklı şekilde işletmedi. Başbakan Menderes “Odunu koysak seçilir” diyerek milleti küçümsedi ve bir bakıma iradesiyle alay etti.

On yıllık bu dönemde, işçilere grev hakkı başta olmak üzere hiçbir sosyal hak verilmedi, sürekli olarak laiklik aşındırıldı, anti-komünizm ve tarikatçılık şahlanışa geçti, basın özgürlüğü ve temel insan hakları kısıtlandı, en yanlışı da TBMM’nin iradesi bir komisyona havale edildi. DP’nin kurduğu Tahkikat Komisyonu Meclisten ve mahkemelerden bile daha güçlüydü ve bu yüzden de Anayasaya aykırıydı.

Saraçhane Mitinginde konuşan Altılı Masa’daki sağ partilerin liderleri “demokratik Türkiye”, “hukuk devleti” ifadelerini sık kullandılar ama “laik Türkiye” ve “sosyal devlet” kavramlarından ise söz etmediler. Bu parti başkanları laikliğe ve sosyal devlete sahip çıkmadan demokrasiyi ve hukuk devletini kurabileceklerini sanıyorlarsa çok yanılıyorlar. Türkiye Cumhuriyeti laiklik ilkesinin tam olarak uygulandığı ve sosyal devlet anlayışının öne çıkarıldığı bir devlet olmazsa sadece demokrasi ve hukuk değil, halk iradesine dayanması gereken sistem (güçler ayrılığına dayanan demokratik parlamenter sistem) de baştan sakatlanır. Bunlar olmadan da ekonomiyi kısmen bile düzlüğe çıkarmak mümkün olamaz.

AKP yirmi yıllık iktidarı döneminde, emperyalizme yaslanarak, hızla palazlanan bir sermaye kesimi oluşturdu. Bunlara ilaveten Ortaçağ kalıntısı tarikatları-cemaatleri, dinci vakıfları besledi, semirtti. Üçüncü olarak da devleti, bürokrasiyi liyakatsiz dinci kadrolarla doldurdu. AKP iktidarı, emperyalizme ve bu üçlüye, bunların oligarşik ittifakına dayanıyor. AKP iktidarını yenmek isteyenler, bu güçleri de yenmeleri, emperyalizmle olan ilişkileri tasfiye etmeleri gerekir. AKP’nin dayandığı sermaye kesimini, tarikatları ve cemaatleri etkisizleştirmeden, devlet içine yuvalanmış olan partizanları bir kenara itmeden ve en önemlisi de emperyalist sermayenin ülke üzerindeki etkinliğini kırmadan gerçekte iktidar olunamaz, olunsa bile uzun süre iktidarda kalınamaz. Toplumsal yapılara dayanmayan politik sistemler çabuk yıkılır. Altılı Masa’nın gerçek anlamda iktidar olabilmesi için dayandığı toplumsal yapıları daha da genişletmesi ve ilkesel hedeflerini doğru belirlemesi gerekir. AKP’nin işbirliği yaptığı emperyalizme karşı bağımsızlıkçı politikaları, siyasal İslamcılara karşı laikliği ve gerçek demokrasiyi, neo-liberalizme karşı kalkınmacı- kamucu ekonomi politikaları savunulmalı. Bunların üstüne de gerçek demokrasiyi ve sosyal bir hukuk devleti anlayışı yerleştirilmeli. Yoksa Atatürk dönemine, Cumhuriyet Devrimlerine dolaylı laf atmalarla, laiklikten ve sosyal devletten uzak durularak, tarikatlardan-cemaatlerden medet umularak ancak başka bir AKP iktidarının kurulacağı unutulmamalı.

20 yıllık AKP iktidarları sadece ekonomiyi batırmadı, toplumu ve kültürü de geriye götürdü. Bu nedenle yapılması gereken değişiklikler çok daha boyutlu ve derinlikli olmak zorunda. Amaçlanması gereken değişiklikler; ekonomik, hukuksal, toplumsal yapı değişiklikleri ve bu değişikliklere yön çizecek politik-ideolojik yaklaşımın halkta karşılığını oluşturmaktır. Bu yüzden Altılı Masanın muhalif diğer partilerle, emekçi örgütleriyle ve aydınlarla zenginleştirilmesi gerekir. Bu masanın dışında, içinde yer alan bazı partilerden daha güçlü ve toplum içinde etkili partilerin, sendikaların ve demokratik kitle örgütlerinin olduğu unutulmasın. Gerici, hak-hukuk tanımaz AKP iktidarına karşı bütün muhalifler, ilerici-demokrat güçler ve kişiler bütün olanaklarıyla seferber edilmeden kalıcı başarı sağlamak zor görünüyor.

Son bir uyarı: 92 yıl önce Kubilay’ı katleden zihniyeti lanetlemeyen bir anlayış bugünkü AKP gericiliğini yenilgiye uğratamaz!

(*) Akt: M. Latif Salihoğlu, “Necip Fazıl: 12 Eylül bir şahlanıştır.” 28.5.2016, Yeni Asya.

Necip Fazıl ile Fetullah Gülen’in 12 Eylül faşist darbesine bakışları arasında bir fark yoktur. Her ikisi de 12 Eylül darbesini kurtuluş olarak görüyorlardı. 12 Eylül’den sonra Sızıntı Dergisi’nde “Son Karakol” başlıklı yazısında Fetullah Gülen darbecilere destek olmuştu.

Bu yazısında Gülen, “… bu son dirilişi, son karakolun varlık ve bekasına alamet sayıyor; ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyoruz.” diyordu.

  1. Gülen, 31 Ocak 2005’te Milliyet’ten Mehmet Gündem’e verdiği röportajda Kenan Evren’i cennetlik ilan etmişti:

“Evren Paşa, seçmeli din derslerini mecburi yapmakla yararlı bir iş yapmıştır. Gençlerin çoğu onun bu icraatı vesilesiyle din eğitiminden nasiplerini almışlardır. Bu iş kanaatimce öyle büyüktür ki doğrusunu Allah bilir hiçbir sevabı olmasa bile bu icraatı ona yetebilir, ahirette kurtuluşuna vesile olabilir, cennete de gidebilir.”

Altılı Masa’nın hazırladığı Anayasa değişikliği taslağında “mecburi din dersi”yle ilgili 24. maddenin düzeltileceğinin belirtilmemiş olması önemli bir eksikliktir. Anayasa’nın 24. maddesinde “ilk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu” dersinin adı “din dersi” değil de “Din kültürü ve ahlâk öğretimi” olarak geçiyorsa da bu ders gerçekte Sünni İslam öğretisi ve hatta pratiği şeklinde verilmektedir. Bir inanç özgürlüğü ihlali olan din dersinin mecburi kılınması mutlaka düzeltilmesi gereken bir konudur.

Facebook
Twitter
LinkedIn
WhatsApp

BENZER YAZILAR

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Ana Fikir