İnsan yaşamını salt biyolojik, zoolojik ihtiyaçların karşılanması olarak görmek yanlıştır. Hayvanlar âleminin diğer canlıları gibi biz insanlar da, ateş ve araçlar olmadan yaşayabilirdik. Tabii ki, bugün yaşadığımız dünyanın pek çok bölgesinde yerleşemezdik. Gündelik yaşantı da yapageldiğimiz çoğu şeyi yapamazdık. Ama hayatta kalmayı başarırdık. Zor bir ortamda; Hayatta kalabilmek için asgari teknoloji ne olurdu sorusunu kendimize yönelttiğimizde, sıralanacaklar çok detaylı değildir, günümüz de bile.
Ateşten yararlanan hayvanlara rastlamayacağımız gibi, düzenli olarak yeni araçlar üreten, eski araç tasarımlarını geliştiren, başka araçlar yapmak için diğer araçları kullanan ya da edindiği teknik bilgiyi diğer nesillere aktaran hayvanlarla da karşılaşmayız. İnsanların davranışı ise tam tersidir. Biz şöyle olsa daha iyi olur deriz ve bunun gereğini yapmaya başlarız. Sonuçta da insan yaşamı, daha iyi yaşam, toplumsal olarak bilinen şey ortaya çıkar. İnsan, doğanın zorunlu ihtiyaçları ile değil, kendine ait ihtiyaçları karşılamak için çaba içindedir. Örneğin, beslenme gereksinimi zorunlu bir ihtiyaçtır. Hayvani bir ihtiyaçla örtüşür. Hiçbir hayvanın kendiliğinden yiyeceğini, avını ateşte pişirdiği görülmemiştir. Doğrudan doğaya tabidirler. Biz ise karmaşık yöntemleri ve teknolojileri tercih ederiz. Hayatta kalmak veya beslenmek için doğrudan doğaya bağlı kalmak yerine, tamamen gereksiz olan tarım ve yemek pişirme tekniklerini geliştirdik. Bu yöntemler gereksiz; çünkü bitkiler ve hayvanlar, insan müdahalesi olmaksızın üremeyi, yetişmeyi ve hatta serpilerek gelişmeyi başarabiliyorlar. Ayrıca bitkilerin, insan tüketimine uygun hale getirilmeden önce ateş yardımıyla çeşitli işlemlerden geçirilmesi de gerekmiyor. Tarım ve yemek pişirme, insanların hayatta kalması için birer ön koşul değillerdir. Kendi refah düzeyimizi bu yöntemleri kapsayacak biçimde tanımlamayı seçtiğimizde bizim için gerekli hale gelirler.
İnsanların doğal dünyayla kurduğu ilişki hayvanların doğayla kurduğu ilişkiden oldukça farklıdır. Doğa, hayvanların hayatına basit ve doğrudan biçimlerde yardımcı olur. Oysa insanlar için doğa, insanların belirli bir anda kendi refahları adına tanımlamayı tercih ettikleri şeyin elde edilmesinde kullanılabilecek bir malzeme ve güç kaynağı olarak insanlığa hizmet eder. Kendimize ait olarak algıladığımız ihtiyaçları karşılamaktır temel amaç. İhtiyaçlar zorunlu ihtiyaçları karşılamanın ötesinde, belirli bir kültürel bağlamda ya da değer sisteminde önem kazanırlar. Bu değerler sistemi toplumsal varoluşun ve tanımın bir göstergesi tarihin başlangıcından bu yana da var. Kendini ilahi veya herkesi kapsayan bir güç anlayışı olarak ortaya koyar.
İnsan tarihi bütünselliği içinde ele alınmalı. Salt, yakın bir dönemde ortaya çıkan tarım sonrası toplumları üzerinden değerlendirmeye başlamak oldukça yanıltıcı sonuçlara yol açar, açıyor.
İnsan ilk ortaya çıktığından bu yana istek ve arzuları olan ve bunların gerçekleştirilmesi için plan yapan bir canlı olarak yaşamını devam ettiriyor yeryüzünde.
Toplumsal bir varlık nedir sorusunun cevaplanmasında da, sayısal bir çokluk arama, yerleşiklik, emek harcayarak yaşamın üretilmesi gibi kriterler üzerinden tanımlamayı bir kenara koymakta yarar var.
Uygarlık denilen dönem öncesi, avcı toplayıcılar da bu sayılan kriterlerin dışında toplum tanımının bütün özelliklerini barındırırlar.
Oldukça zeki ve istekleri konusunda bir plan yapabilme becerisine sahip olmalarının iki önemli kanıtı var. Birincisi, ateşin kullanımı, ki uzaya çıkmaktan daha önemli bir icattır, ikincisi yaşadıkları ortamın içinde kendilerinin işlevi üzerine geliştirdikleri düşüncelerdir.
Antropoloji ve Arkeoloji bilimleri her geçen gün kanıtları yığıp duruyor. Onlara göre; insanları hayvanlardan ayıran hiçbir temel fark yok. Kendileri ile yaşadıkları toprak, orman, vadi, sıradağlar, akarsu, rüzgâr, bulutundan da farkları yoktu. Hepsi toplumun bir parçası ve üyesi idiler. Tüm nimetlerden herkes yararlanırdı. Her şey herkese aitti. Herkes ortak kurallara uymak zorunda idi. İnsanlar hayvanlar, ağaçlar ve taşlarla konuşurlardı. Tüm bu varlıkların bir ruhu vardı. Bu iletişim ağından insanları, hayvanları, ağaçları, nehri birbirine bağlayan çeşitli değerler ve kurallar doğmuştu. Bu dünya görüşü modern dünyada varlıklarını hala sürdürebilen bazı avcı-toplayıcı topluluklara rehberlik etmeye devam ediyor.
Örneğin çağdaşımız, beyaz adamın tüm uğraşlarına rağmen yaşamlarını devam ettirmeyi başaran ve ısrarcı Aborjinler; yeryüzünde ki canlı cansız tüm varlıkları kutsal kabul ederler, ata kültüne bağlıdırlar, devamlılık böyle sağlanır, Düş Zamanı dedikleri bir dönemde ata ruhların yeryüzü üzerinde dolaşarak, dağ, dere, göz, deniz, bitki, hayvan ve insanları yarattıklarına inanırlar.
Avcı- toplayıcılar yaşadıkları eko sistemin farkındadırlar. Çevrelerinde olan biten her şey onları doğrudan ilgilendirirdi. Eko sistem üzerinde kendi etkilerinin de farkındadırlar. Topladıkları bitkilerin ne zaman çiçeklendiği, ne zaman meyve verdiği, hayvanların ne zaman çiftleştiği, ne zaman yavruladığı bilgisi, yaşamlarının devamlılığı için elzemdi. Çiçekli dalların koparılması, hamile hayvanların öldürülmesi yasaktı. Avcılar kendilerine, ‘Geyik, Keçi, Aslan veya Kurt ne yapıyor? Ne düşünüyor? Nasıl yaşıyor, ne yer, ne içer’ diye sormak zorundaydılar. Yoksa, en fazla 30-40 kişiden oluşan bir avcı grubunun yüzlerce vahşi hayvanla, aynı ortamda hayatta kalması mucizelere kalırdı. Onlar milyon yıldan söz edilen zaman diliminde, kendilerini üstün varlıklar olarak görmeyerek, tüm varlıkları toplumun bir üyesi olarak görerek, hayvanların isteklerini anlayarak ve onlara saygı duyarak yaşamlarını sürdürdüler.
Varolan her şeyin bir ruha sahip olduğu düşüncesi, iki pratik eylemin kolaylaştırıcısıdır da. Birincisi, toplumun bir üyesi olarak görmeyi, eşit olmayı sağlar. İkincisi ise, karın doyurmanın iki yönteminden biri olan avcılığın yarattığı vicdani travmayı hafifletmeye hizmet eder. Ölen bedendir. Ruh ölmez. Başka bir bedene, dona girer.
Avcı toplayıcılar nasıl karın doyuruyorlarsa, ona uygun bir gündelik yaşam düşüncesi, örgüsü de geliştirmişledir. Kâinatı bir varlıklar meclisi olarak görmüşler, görüyorlar bu topluluklar.
Her şeyi bilen ve kapsayan bir düşünsel sistem alışılageldik anlamda olmasa da din olarak nitelendirilmelidir.
Sıradan insanlardan farklı bir takım insanların varlığının en önemli kanıtı, tarihin yakın zamanlarında kendilerini çevrelerinden ayıran ve dini mekânlar oldukları aşikâr yapılar inşa etmiş olmalarıdır. Günümüzden on iki bin yıl öncesine tarihlenen Göbeklitepe en belirgin örnektir.
Yine, uygar dünyanın ilk devlet örgütlenmesi olan Sümer devleti, bir rahip devletidir. Diğer coğrafyalarda da kurulan ilk devletler benzer özelliktedir.
Doğanın kendiliğinden eşit sürümünün yerini tarımın almaya başlaması ardından neler yaşandığı hakkında, hala yaşantılarını avcı-toplayıcılıkla sürdüren ve yeni yeni tarım ekonomisine geçen topluluklarda neler yaşandığına bakarak fikir sahibi olunulabilir. Örneğin;
‘Geçmişte kalmış bu süreç, günümüzde tarım faaliyetine geçen her avcı-toplayıcı toplulukla yeniden yaşanıyor. Geçtiğimiz yıllarda Güney Hindistan’daki avcı-toplayıcı Nayakalar sürü otlatma, tavukçuluk ve çay yetiştirme gibi tarım pratikleri uygulamaya başladılar. Bununla beraber, doğal olarak, hayvanlara karşı yeni tavırlar da geliştirdiler; vahşi organizmalarla karşılaştırıldığında evcil hayvanlara (ve bitkilere) karşı farklı davranışlar sergilediler.
Nayaka dilinde kendilerine has bir kişiliğe sahip tüm canlılara mansan deniyor. Nayakalar üzerine çalışan Antropolog Danny Naveh’in çalışmalarında Nayakalar tüm fillerin mansan olduğunu söylüyor: “Biz de ormanda yaşıyoruz, onlar da ormanda yaşıyor. Hepimiz mansan’ız [ … ] Tıpkı ayılar, geyikler ve kaplanlar gibi. Tüm orman hayvanları.” Peki ya inekler? “İnekler farklı. Onları her yere götürmeniz gerekiyor.” Peki tavuklar? “Onlar bir hiç, mansan değiller.” Peki ya ormandaki ağaçlar? “Mansan, çok uzun yıllardır yaşıyorlar.”
Peki çay öbekleri? “Ah, bunları ben yetiştiriyorum, çay yapraklarını satıp marketten istediklerimi alabilmek için. Hayır, onlar mansan değil.”’(Harari, Homo Deus)
Çarpıcı bir öykü.
Tarım ve yerleşik yaşama geçişle beraber yaşam örgüsünün tamamen değiştiğini söylemek gerekir. Beslenme biçiminde ki değişiklik sonrasında bambaşka bir yaşam örgüsü ortaya çıktı. Yeni yaşam tarzının yerleşmesini sağlayan yine dinler oldu. Bu anlamda tarım devrimi hem ekonomik, hem de dini bir devrimdir. Yeni dini inançlar yeni ekonomik ilişkilerle ortaya çıkmış, her ikisi de doğanın vahşice sömürülmesini meşrulaştırmıştır. Ortaya çıkan dinler, tarım işletmelerinin ihtiyaçlarına cevap vermeye adamışlardı kendilerini. Sümer, Mısır ve sonrasında ki, Yahudilik, Hinduizm ve Hıristiyanlık gibi dinlerin teolojisi, mitolojisi ve ibadet ritüelleri başlangıçta insanlar, evcilleştirilmiş bitkiler ve çiftlik hayvanlarının aralarında kurdukları ilişkileri düzenlemeye dönüktü. Örneğin; Antik Mısır tarihçilerine göre Mısır’ın kurucusu sayılan Firavun tahta çıktıktan sonra, Hor-Aha adını alır, adın anlamı da, Sazlıklar üzerinde Ra. Yani Mısır uygarlığını yaratan Nil nehrini idare eden tanrı.
Yahudilik ise köylülere ve çobanlara hitap eder. Birçok emri çiftçilik ve köy yaşamıyla ilgiliydi ve dini tatilleri de hasat kutlamalarıydı. Tapınaklar bir mezbaha ya da mangal partisini andırıyordu. Eli boş gelmeyen hacılar, sürüsüyle koyun, keçi, tavuk gibi hayvanları beraberinde getiriyor, onları tanrının mabedine adadıktan sonra pişirip yiyordu.
Kitapsa şöyle anlatıyor; “[ … ] Size bildirdiğim buyruklara iyice kulak verirseniz [ … ] ülkenize ilk ve son yağmuru vaktinde yağdıracağım. Öyle ki tahılınızı, yeni şarabınızı, zeytinyağınızı toplayasınız. Tarlalarda hayvanlarınız için ot sağlayacağım, siz de yiyip doyacaksınız. Sakının, ayartılıp yoldan çıkmayasınız; başka ilahlara tapmayasınız, önlerinde eğilmeyesiniz! Öyle ki, Rab size öfkelenmesin; yağmur yağmasın, toprak ürün vermesin diye gökleri kapamasın; size vereceği verimli ülkede çabucak yok olmayasınız,” (Yasa’nın Tekrarı 11: 13-17).
Tarım sonrası dinler, kâinatı bir varlıklar meclisi olarak görmek yerine, yüce tanrılar tarafından yönetilen bir teokrasi olarak gördüler. Tarım devrimi sonrası yeni kurulan yaşam örgüsü, ortaya çıkan ve mantar gibi yayılan yeni dinler aracılığı ile meşrulaştı. Artık sadece iki karakter vardı; Tanrı ve İnsan. Bu geçişten sağ çıkan melekler ve şeytanlar yüce tanrıların hizmetkârları ve elçileri oldu. Tüm hayvanlar, bitkiler ve diğer doğal olguları barındıran oyuncularsa sessiz bir dekora dönüştü. Bazı hayvanlar tanrılar tarafından kutsandı ya da birçok tanrıya hayvan özellikleri yakıştırıldı.
Genelde dinlerin yüce tanrıları kutsadığını düşünürken insanları da kutsadıkları gözden kaçırılır. Bu zamana dek, Homo Sapiens binlerce oyuncunun yer aldığı bir ekibin sadece bir üyesiydi. Yeni oyundaysa Sapiens tüm evrenin etrafında döndüğü ana kahraman haline geldi. Bu arada tanrılara birbiriyle bağlantılı iki rol biçildi. İlk olarak Sapiens’in neden diğerlerinden daha özel olduğunu ve insanların neden tüm diğer organizmalara hükmederek onları sömürebileceğini anlattılar. Örneğin Hıristiyanlık, insanların yaratılışın tamamına hâkim olmasını, Yaratıcı’nın insanları kendi otoritesiyle yetkilendirmesine bağlar. Ayrıca ebedi ruh sadece insanlara bahşedilmiştir.
Bu ebedi ruhun kaderi tüm Hıristiyan âleminin odağı olduğu ve hayvanların da ruhu olmadığına göre hayvanlar tali varlıklardı. İnsanlar yaratılışın zirvesine doğru ilerlerken, tüm diğer organizmalar kenara itildi.
İkinci olarak tanrılar, insanlar ve ekosistem arasında aracı olmalıydı.
Avcı toplayıcı evrende herkes birbiriyle doğrudan konuşabiliyordu. Bir ren geyiğinden, incir ağaçlarından, bulutlardan ya da taşlardan bir şey istemeniz gerekirse sormanız yeterdi. Yeni evrendeyse insanlar dışında her şey sessizdi. Bu nedenle ne ağaçlarla ne de hayvanlarla doğrudan konuşmak mümkündü. Peki, ağaçtan daha fazla meyve, inekten daha çok süt; buluttan yağmur, böceklerden ekinlerinizden uzak durmalarını nasıl isteyeceksiniz? Tanrılar işte burada devreye girerdi; yağmur yağdırmaya, bereketi artırmaya ve onları korumaya söz verirlerdi, tabii insanlar karşılığını verdiği müddetçe. Tarım sözleşmesinin temelinde bu yatıyordu. Tanrılar tarlaların bereketini artırır ve korurlarken, insanlar da ürettiklerini tanrılarla paylaşırdı. Ekosistemin tamamı pahasına sadece iki tarafın çıkarlarını gözeten bir sözleşme.
Diğer dinler, özellikle de Jainizm, Budizm ve Hinduizm hayvanlarla daha fazla empati kurar. İnsanlarla ekosistemin geri kalanı arasındaki bağı anlar ve en önemli ahlaki emirleri, yaşayan herhangi bir canlının canına kastetmemektir. İncil’deki “Öldürme!” emri sadece insanlar için geçerlidir; ahimsa (zarar verme) denilen antik Hint öğretisiyse hisseden her canlıyı kapsar. Jain keşişleri bu konuda çok özenlidir. Yanlışlıkla bir böcek yutmamak için ağızlarını kapalı tutar, yürürken önlerine çıkabilecek minik canlıları kibarca kenara çekmek için bir süpürge taşırlar.
Ne var ki Jainizm, Budaizm ve Hinduizm de dahil olmak üzere, tarıma dayalı tüm dinler, her zaman insan üstünlüğünü ve hayvanların sömürülmesini (etleri için olmasa da süt ve kas güçleri için) meşrulaştırır. Belirli sınırlamalar koşuluyla diğer hayvanları kullanabilme ve onlara hükmedebilme hakkı veren doğal bir hiyerarşinin olduğunu iddia ederler. Örneğin Hinduizm inekleri kutsar ve etlerinin yenmesini yasaklar, ancak ineklerin sütlerini paylaşmak isteyen cömert hayvanlar olduklarını ileri sürer ve süt endüstrisinde insanlara istedikleri özgürlüğü tanır.
Sonuç olarak insanlar tarım sözleşmesini imzalar. Bu sözleşmeye göre tanrılara, doğaya ve elbette hayvanlara karşı çeşitli ödevleri yerine getirdiği sürece insanlara diğer hayvanlara hükmetme izni verilmiştir. Çiftlik hayatında sıradan bir günü yansıtan bu düzenin varlığına inanmak pek de zor değildir. Çiftlikte yetişmiş biri genç yaşta ata binmeyi, öküzleri sabana koşmayı, inatçı eşeği kırbaçlamayı ve koyunları otlatmayı öğrenirdi. Bu tip günlük işlerin doğanın düzeni ya da takdiri ilahi olduğuna inanması hiç de zor değildi.
Çiftçiler ne yaptıklarını gayet iyi biliyorlardı. Evcil hayvanları sömürerek onları insanların isteklerine ve heveslerine tabi kıldıklarının farkındalardı.
Çiftçiler insan arzu ve düşünceleri tarafından şekillendirilmiş kontrollü bir dünyada yaşıyordu. İnsanlar fırtına ve deprem gibi zorlu koşullara maruz kalsalar da diğer hayvanların isteklerinden bağımsız bir hayat sürüyordu.
Hayvanların hisseden ve saygı duyulması gereken varlıklar mertebesinden basit mallara indirgenmesi inekler ve tavuklarla sınırlı kalmadı elbette. Birçok tarım toplumu çeşitli sınıflara mensup insanlara da alınıp satılabilecek mallar gibi davranmaya başladı. Antik Mısır ve İsrail’de ya da ortaçağda Çin’de insanları köleleştirmek, onlara işkence etmek ya da üstünkörü nedenlerle canlarını almak oldukça sık rastlanan uygulamalardı. Köylüler çiftliğin yönetimi hakkında inek ya da tavuklara nasıl danışmıyorsa egemenler de krallıklarını nasıl yöneteceklerini köylülere sormuyordu. Ne zaman etnik bir grupla dini bir topluluk çatışsa her ikisi de karşıdakini insan olarak görmeyi bırakıyordu. “Ötekileri” adeta alt insan olarak görüp bir nevi yaratık olarak nitelemek, zalimlik yolundaki ilk adımdı. Çiftlikler şişirilmiş efendilerden, sömürülmeye uygun aşağı ırklardan, imha etmek için semirtilmiş vahşi canavarlardan ve en tepede tüm bu düzenden lütfunu esirgemeyen yüce bir tanrıdan mürekkep yeni toplum modelleri haline geldi.
Birde, eski anlayışları yeni ortamda üretmeye çalışan yorumlardan da söz edilmeli. İslam’a dair yorumlardan biri olan ve aralarında Konar Göçerlerin de olduğu çevre halklarının inancı olan Tasavvuf gibi, Tanrı ve yaratılanlar arasında teması yeni koşullarda yeniden kuran, İki kesim arasında aykırılığı reddeden, sevgiyi ve bütünleşmeyi öneren akımların varlığı da söz konusudur.
Tarım Devrimi yeni dinlerin doğmasına neden olurken, Sanayi devrimi ve Bilimsel gelişmeler, tanrıların yerine insanların geçtiği hümanist dinleri yarattı. Tarım sonrası dinler Yunancada tanrı anlamına gelen theos’a taparken hümanistler insana taparlar. Hümanist dinlerin temelinde, Homo Sapiens’in evreni anlamlandıran ve ona hükmeden özgün ve kutsal özüne duyulan inanç yatar. Evrende olup biten her şey, Homo Sapiens’in üzerinde bıraktığı etkiye ve onun çıkarına göre iyi ya da kötü olarak değerlendirilir.
Dinler Tanrı adına geleneksel tarımı, hümanizmse İnsan adına modern endüstriyel tarımı meşrulaştırır. Endüstriyel tarım insanların ihtiyaçlarını, arzularını ve taleplerini kutsarken diğer her şeyi görmezden gelir. Endüstriyel tarım insan doğasının kutsallığına sahip olmayan hayvanlarla aslında hiç ilgilenmez. Modern bilim ve teknoloji insanlara antik tanrılardan çok daha büyük güç sağlayınca da tanrı bir işlerine yaramaz. Bilim de modern şirketlerin ineklere, koyunlara ve tavuklara geleneksel tarım toplumlarındakinden bile kötü şartlarda hükmetmesini sağlar.
Avcı-toplayıcılar bozkıra çıktığında vahşi boğanın yardımını ister, boğa da onlardan bir şeyler beklerdi. Eski çiftçiler ineklerinin bol süt vermesini istediğinde cennetteki tanrıya yakarır, tanrı da şartlarını bildirirdi. Nestle laboratuvarlarının beyaz önlüklü çalışanları, süt üretimini artırmak istediğinde genetik çalışmalar yürütür ama genler bunun karşılığında onlardan hiçbir şey istemez.
Yeni bir kurguya, yeni bir yaşam örgüsüne ihtiyacı var İnsanların acilen. Yoksa gelişmeler nüfusun çoğunluğunun aleyhine doğru gidiyor hızla.
Tanrı İnsan, Mükemmel İnsan ortaya çıkmak üzere.
Aslına bakarsanız, yaşamın merkezinin dünya olmadığının, özel, biricik, tekrarlanması olanaksız bize, Mavi Gezegene ait bir olay olmadığının anlaşılması, yeni yaşam kurgusunun, onbin yıl öncesinden çok daha sağlam kurulabilmesinin temelini de sağlıyor bize. İnsan ve yaşam özel değildir. Doğayla ve kâinatla dost mütevazı bir yaşam da kurulabilir.
İkincisinin şansı, günlük gelişmeleri düşününce az gibi duruyor. Ama insan çoğunluğunun önüne er veya geç gelecek bu seçenek.